×

Wir verwenden Cookies, um LingQ zu verbessern. Mit dem Besuch der Seite erklärst du dich einverstanden mit unseren Cookie-Richtlinien.

image

Book - 1984 - George Orwell, 1. Bölüm - V (a)

1. Bölüm - V (a)

Yerin epeyce altındaki yüksek tavanlı kantinde ağır ağır ilerliyordu. İçerisi daha şimdiden tıklım tıklım ve çok gürültülüydü. Tezgâhtaki ocaktan etli türlünün dumanları tütüyor, ama kekremsi kokusu Zafer Cini'nin keskin kokusunu pek bastıramıyordu. Salonun dibindeki, duvara oyulmuş bardan on sente küçük bir kadeh cin alınabiliyordu.

Winston'ın arkasından, "İşte aradığım adam," diye bir ses geldi. Arkasına döndü. Araştırma Dairesi'nde görevli arkadaşı Syme'dı. "Arkadaşı" demek pek doğru değildi belki de. Bugünlerde arkadaş yok, yoldaş vardı: Ama bazı yoldaşların dostluğu daha keyifliydi. Syme bir filolog, bir Yenisöylem uzmanıydı. Yenisöylem Sözlüğü'nün On Birinci Baskısı'nı hazırlamakta olan dev ekipteki uzmanlardan biriydi. Ufak tefek, Winston'dan da kısa boylu, siyah saçlı, iri, patlak gözlü bir adamdı; biraz mahzun, biraz alaycı bakışlarını yüzünüzden ayırmadan konuşurdu. "Jiletin var mı diye soracaktım," dedi. Winston, suçluca bir telaşla, "Hiç yok!" dedi.

"Sormadığım yer kalmadı. Artık hiçbir yerde jilet yok." Herkes jilet peşindeydi. Aslında Winston'ın bir kenara ayırdığı kullanılmamış iki jileti vardı. Aylardır jiletin köküne kıran girmişti sanki. Parti dükkânlarının sağlayamadığı şeyler o kadar çoktu ki. Bu bazen düğme oluyordu, bazen örgü yünü, bazen ayakkabı bağı; şimdi de jilet bulunmuyordu işte. Ancak "serbest" piyasada uzun aramalardan sonra el altından birkaç tane bulunabiliyordu. "Tam altı haftadır aynı jileti kullanıyorum," diye bir yalan kıvırdı Winston. Kuyruk azıcık daha ilerledi. Durduklarında, Winston dönüp bir kez daha Syme'a baktı. İkisi de tezgâhın kenarındaki yığından yağlı birer metal tepsi aldı.

"Dün mahkûmların asılışını seyretmeye gittin mi?" dedi Syme.

Winston, umursamaz bir sesle, "İşim vardı," dedi. "Filmini görürüm herhalde." "Aynı şey değil," dedi Syme. Alaycı bakışları Winston'ın yüzünde geziniyordu. Gözleri, "Seni tanıyorum. Ciğerini okuyorum senin. O mahkûmların asılışını seyretmeye neden gitmediğini çok iyi biliyorum," der gibiydi. Syme, kafaca, kötücül bir bağnazdı. Düşman köylerine yapılan helikopter baskınları, düşünce-suçlularının yargılanmaları ve itiraflarını, Sevgi Bakanlığı'nın mahzenlerindeki idamları konuşmaktan iblisçe bir zevk alırdı. Syme'la konuşabilmek için, onu bu tür konulardan uzak tutmak, onu mümkünse çok iyi bildiği ve ilginç şeyler anlattığı Yenisöylem'in teknik ayrıntılarına çekmek gerekirdi. Winston, iri siyah gözlerin delici bakışlarından kaçınmak için başını hafifçe yana çevirdi.

Syme, o günden söz açarak, "İyi bir idamdı," dedi. "Bana sorarsan, ayaklarını birbirine bağlamaları işin tadını kaçırıyor. Oysa bacakların havada tepinip durmasını seyretmek o kadar zevkli ki. Hele, sonunda dil dışarıya sarkıp masmavi, hatta mosmor kesilmiyor mu! En hoşuma giden ayrıntı o işte." Beyaz önlüklü proleter, elinde kepçe, "Sıradaki, lütfen!" diye bağırdı.

Winston ile Syme, tepsilerini ızgaranın altına sürdüler. Tepsilere çabucak öğle tabldotu boşaltıldı: bir madeni kapta koyu pembe renkte etli türlü, irice bir parça ekmek, bir küçük dilim peynir, kulplu bardakta sütsüz Zafer Kahvesi ve bir tablet tatlandırıcı.

Syme, "Şurada, tele-ekranın altında bir masa var," dedi. "Oturmadan birer cin alalım." Kulpsuz porselen fincanlarda verilen cinlerini aldılar. Salondaki kalabalığın arasından güçlükle geçerek tepsilerini madeni masaya bıraktılar; masanın bir köşesinde, kusmuğa benzeyen iğrenç bir türlü artığı kalmıştı. Winston cin fincanını alıp ağzına götürdü, bir an cesaretini topladıktan sonra, yağlı bir tadı olan içkiyi tiksinerek bir dikişte içti. Gözlerinden yaşlar geldi; uzun uzun gözlerini kırpıştırdıktan sonra birden acıktığını fark etti. Sulu ve yumuşak bir etli bulamacı andıran türlüyü kaşıklamaya başladı. Kaplarındaki türlüyü bitirinceye kadar ikisi de konuşmadı. Winston'ın soluna düşen, hemen arkasındaki masada oturan biri, salonunun gürültüsünü delip geçen ördek vaklamasına benzer bir sesle hızlı hızlı, noktasız virgülsüz konuşmaktaydı. Winston, gürültüyü bastırmak için sesini yükselterek, "Sözlük nasıl gidiyor?" diye sordu.

"Yavaş gidiyor," dedi Syme. "Sıfatlara geldim. Büyüleyici." Yenisöylem'den söz açılınca canlanıvermişti. Yemek kabını yana itti, zarif ellerini uzatıp ekmeğini ve peynirini aldı, bağırmadan konuşabilmek için masanın üzerine eğildi.

"On Birinci Baskı, nihai baskı," dedi. "Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda, senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz. On Birinci Baskı'da, 2050 yılından önce eskiyecek tek bir sözcük bile bulunmayacak." Ekmeğinden aç kurt gibi birkaç lokma aldıktan sonra, konuşmasını bilgiççe bir tutkuyla sürdürdü. İnce esmer yüzü cezbeye gelmiş, alaycı bakışı kaybolmuş, kendinden geçmişti.

"Sözcükleri yok etmek harika bir şey. Hiç kuşkusuz, asıl fazlalık fiiller ve sıfatlarda, ama atılabilecek yüzlerce isim de var. Yalnızca eşanlamlılar değil, karşıt anlamlılar da söz konusu. Bir sözcüğün karşıt anlamlısına ne gerek var ki? Kaldı ki, her sözcük karşıtını kendi içinde barındırır. Örneğin, 'iyi' sözcüğü. 'İyi' sözcüğü varken, 'kötü' sözcüğüne neden gerek duyalım ki? 'İyideğil' dersin, olur biter; hatta daha da iyi olur, çünkü 'iyideğil' 'iyi'nin tam karşıtı, 'kötü' ise tam karşıtı değil. Ya da 'iyi'nin yerine daha güçlü bir sözcük istiyorsan, 'mükemmel' ve 'fevkalade' gibi belirsiz ve yararsız sözcük kullanmanın ne anlamı var? 'Artıiyi' aynı anlamı karşılıyor; ya da, daha da güçlü bir sözcük istiyorsan, 'çifteartıiyi' diyebilirsin. Kuşkusuz, bu sözcükleri daha şimdiden kullanıyoruz; ama Yenisöylem son biçimini aldığında bunlardan başka hiçbir sözcük kullanılmayacak. Sonunda, iyilik ve kötülük kavramları yalnızca altı sözcükle karşılanıyor olacak; aslına bakarsan, tek bir sözcükle. Bilmem, işin güzelliğini görebiliyor musun, Winston?" Bir an durdu ve sonradan aklına gelmişçesine ekledi: "Tabii ki B.B. 'nin fikriydi bütün bunlar." Büyük Birader'in adı geçer geçmez Winston'ın yüzünde zoraki bir coşku belirdiyse de, Syme ondaki gönülsüzlüğü fark etmekte gecikmedi. Nerdeyse üzülmüş gibi, "Yenisöylem'in önemini kavradığını sanmıyorum, Winston," dedi. "Yazarken bile Eskisöylem'de düşünüyorsun hâlâ. Zaman zaman Times'a yazdığın yazılardan bazılarını okudum. Hiç de fena sayılmazlar, ama hepsi çeviri. Tüm belirsizliğine, o gereksiz ince anlam ayrımlarına karşın Eskisöylem'den bir türlü kopamıyorsun. Sözcüklerin yok edilmesinin güzelliğini kavrayamıyorsun. Yenisöylem'in dünyada sözdağarcığı her yıl biraz daha küçülen tek dil olduğunu biliyor musun?" Winston kuşkusuz biliyordu. Karşılık vermeyi göze alamadığı için, sevimli görüneceğini umarak gülümsemekle yetindi. Syme esmer ekmekten bir ısırık daha aldı, çabucak çiğneyip yuttuktan sonra yeniden söze girdi:

"Yenisöylem'in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek. On Birinci Baskıda bu hedefe şimdiden yaklaştık sayılır. Ne ki, bu işlem bizler öldükten çok sonra da sürecek elbette. Sözcükler her yıl biraz daha azalacak, bilinç alanı her yıl biraz daha daralacak. Kuşkusuz, şu anda bile düşüncesuçu işlemenin bir nedeni ya da gerekçesi olamaz. Bu bir özdenetim, gerçeklik denetimi sorunu. Ama bir gün gelecek, buna da gerek kalmayacak. Dil yetkin bir duruma geldiğinde Devrim tamamlanmış olacak. Yenisöylem İngsos'tur, İngsos da Yenisöylem'dir," diye ekledi gizemli bir hoşnutlukla. "En geç 2050 yılına kadar, şu andaki konuşmamızı anlayabilecek tek bir kişinin kalmayacağını hiç düşündün mü, Winston?" Winston, çekinerek, "Şeyler dışında..." diye söze girdiyse de vazgeçti. Tam, "Proleterler dışında," diyecekti ki, Partiye körü körüne bağlılığa uygun düşmeyeceğini düşünerek kendini tuttu. Ne var ki, Syme, onun dilinin ucuna kadar geleni sezmişti.

"Proleterleri insandan sayma," dedi hiç umursamadan. "2050 yılına gelindiğinde –olasılıkla daha da önce– Eskisöylem'le ilgili tüm gerçek bilgiler silinip gitmiş olacak. Tüm eski edebiyat ortadan kalkmış olacak. Chaucer, Shakespeare, Milton, Byron, hepsi yalnızca Yenisöylem' deki biçimleriyle var olacaklar; yalnızca başka bir şeye dönüşmekle kalmayacaklar, aslında kendilerinin karşıtı bir şeye dönüşecekler. Parti edebiyatı bile değişecek. Sloganlar bile değişecek. Özgürlük kavramı ortadan kaldırıldıktan sonra 'özgürlük köleliktir' diye bir slogan kalabilir mi? Düşünce ortamı tümden farklı olacak. Aslına bakarsan, bugün anladığımız anlamda bir düşünce olmayacak. Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir." Winston, birden, yürekten inanarak, çok sürmez, Syme'ı buharlaştırırlar, diye geçirdi aklından. Çok zeki. Her şeyi çok açık seçik görüyor ve sözünü sakınmıyor. Parti böylelerinden hoşlanmaz. Bir gün ortadan kaybolacak. Görünen köy kılavuz istemez.

Learn languages from TV shows, movies, news, articles and more! Try LingQ for FREE

1. Bölüm - V (a) |V| Part 1 - V (a)

Yerin epeyce altındaki yüksek tavanlı kantinde ağır ağır ilerliyordu. He was moving slowly in the high-ceilinged canteen, well below the ground. İçerisi daha şimdiden tıklım tıklım ve çok gürültülüydü. |||||||it was noisy It was already packed and very noisy inside. Tezgâhtaki ocaktan etli türlünün dumanları tütüyor, ama kekremsi kokusu Zafer Cini'nin keskin kokusunu pek bastıramıyordu. |||||||bittere Note||||||| ||meat||smoke|||sour|||||smell||wasn't overpowering The smoke of the meaty kind was steaming from the stove on the counter, but its acrid smell could not quite suppress the strong smell of the Victory Gini. Salonun dibindeki, duvara oyulmuş bardan on sente küçük bir kadeh cin alınabiliyordu. |||in die Wand eingelassen|||Cent||||| ||||bar|||||||could be bought A small glass of gin could be bought for a dime from the carved-in-the-wall bar at the bottom of the hall.

Winston'ın arkasından, "İşte aradığım adam," diye bir ses geldi. |||searching for||||| "Here's the man I've been looking for," came a voice from behind Winston. Arkasına döndü. He turned back. Araştırma Dairesi'nde görevli arkadaşı Syme'dı. ||||was Syme His friend in the Research Department was Syme. "Arkadaşı" demek pek doğru değildi belki de. Maybe it wasn't quite right to say "friend". Bugünlerde arkadaş yok, yoldaş vardı: Ama bazı yoldaşların dostluğu daha keyifliydi. |||||||your comrades||| There are no friends these days, there are comrades: But the friendship of some comrades was more enjoyable. Syme bir filolog, bir Yenisöylem uzmanıydı. ||Philolog||| Syme||||| Syme was a philologist, a Newspeak expert. Yenisöylem Sözlüğü'nün On Birinci Baskısı'nı hazırlamakta olan dev ekipteki uzmanlardan biriydi. |||||||großes|im Team|| ||||||||in the team|experts| He was one of the experts in the huge team that was preparing the Eleventh Edition of the Newspeak Dictionary. Ufak tefek, Winston'dan da kısa boylu, siyah saçlı, iri, patlak gözlü bir adamdı; biraz mahzun, biraz alaycı bakışlarını yüzünüzden ayırmadan konuşurdu. ||||||||||||||traurig|||||| ||||||||||eyed|||||||his gaze|your face|without separating| He was a small man, shorter than Winston, with dark hair and large, bulging eyes; he would talk without taking his slightly sad, a little sarcastic gaze from your face. "Jiletin var mı diye soracaktım," dedi. ||||I was going to ask| "I was going to ask if you had a razor," he said. Winston, suçluca bir telaşla, "Hiç yok!" |guiltily|||| "No way!" Winston said with a guilty screech. dedi.

"Sormadığım yer kalmadı. I didn't ask|| "There is no place left for me to ask. Artık hiçbir yerde jilet yok." There are no razors anywhere anymore." Herkes jilet peşindeydi. ||was after Everyone was chasing razors. Aslında Winston'ın bir kenara ayırdığı kullanılmamış iki jileti vardı. |||||unused||| In fact, Winston had two unused razors that he had set aside. Aylardır jiletin köküne kıran girmişti sanki. |||eingedrungen||als ob ||root||| It was as if the razor had been broken into the root of the razor for months. Parti dükkânlarının sağlayamadığı şeyler o kadar çoktu ki. ||||||were| There was so much that the party shops couldn't provide. Bu bazen düğme oluyordu, bazen örgü yünü, bazen ayakkabı bağı; şimdi de jilet bulunmuyordu işte. ||||||||||now|||wasn't available| Sometimes it was button, sometimes knitting wool, sometimes shoelace; there was no razor now. Ancak "serbest" piyasada uzun aramalardan sonra el altından birkaç tane bulunabiliyordu. ||||||||||could be found However, after long searches on the "free" market, a few were found underhand. "Tam altı haftadır aynı jileti kullanıyorum," diye bir yalan kıvırdı Winston. |||||I am using||||| "I've been using the same razor for six weeks," Winston lied. Kuyruk azıcık daha ilerledi. the tail||| The queue moved a little further. Durduklarında, Winston dönüp bir kez daha Syme'a baktı. when they stopped||||||| When they stopped, Winston turned and looked once more at Syme. İkisi de tezgâhın kenarındaki yığından yağlı birer metal tepsi aldı. ||of the counter||the pile|||metal|tray| They both took a greasy metal tray from the stack on the edge of the counter.

"Dün mahkûmların asılışını seyretmeye gittin mi?" |den Gefangenen|||| ||||you went| "Did you go yesterday to watch the hanging of the prisoners?" dedi Syme. said Syme.

Winston, umursamaz bir sesle, "İşim vardı," dedi. ||||I had something to do|| "I was busy," said Winston indifferently. "Filmini görürüm herhalde." |I will see| "I guess I'll see the movie." "Aynı şey değil," dedi Syme. "It's not the same thing," said Syme. Alaycı bakışları Winston'ın yüzünde geziniyordu. ||||were wandering His mocking gaze hovered over Winston's face. Gözleri, "Seni tanıyorum. ||I know His eyes said, "I know you. Ciğerini okuyorum senin. I am reading your liver.|| I'm reading your liver. O mahkûmların asılışını seyretmeye neden gitmediğini çok iyi biliyorum," der gibiydi. |||||not going||||| I know very well why you didn't go to watch those prisoners hanged," he seemed to say. Syme, kafaca, kötücül bir bağnazdı. ||||bigot ||||bigot Syme was a sinister bigot. Düşman köylerine yapılan helikopter baskınları, düşünce-suçlularının yargılanmaları ve itiraflarını, Sevgi Bakanlığı'nın mahzenlerindeki idamları konuşmaktan iblisçe bir zevk alırdı. ||||||||||||den Keller|||teuflisch||| ||||raids|||||||||||devilish|||he took He took a demonic delight to talk about helicopter raids on enemy villages, trials and confessions of thought-criminals, executions in the crypts of the Ministry of Love. Syme'la konuşabilmek için, onu bu tür konulardan uzak tutmak, onu mümkünse çok iyi bildiği ve ilginç şeyler anlattığı Yenisöylem'in teknik ayrıntılarına çekmek gerekirdi. |to be able to speak|||||||||if possible|||||||it tells|||details|| In order to be able to talk to Syme, it was necessary to keep him away from such topics, to draw him, if possible, into the technical details of Newspeak, which he knew very well and told interesting things. Winston, iri siyah gözlerin delici bakışlarından kaçınmak için başını hafifçe yana çevirdi. Winston turned his head slightly to avoid the piercing gaze of the large black eyes.

Syme, o günden söz açarak, "İyi bir idamdı," dedi. ||that day|||||| “It was a good execution,” Syme said, speaking of the day. "Bana sorarsan, ayaklarını birbirine bağlamaları işin tadını kaçırıyor. ||your feet|||||ruins “If you ask me, it's a disgrace to have their feet tied together. Oysa bacakların havada tepinip durmasını seyretmek o kadar zevkli ki. |||kicking|||||fun| However, it is so enjoyable to watch the legs kick in the air. Hele, sonunda dil dışarıya sarkıp masmavi, hatta mosmor kesilmiyor mu! ||||||||bleibt nicht| just||||||||it doesn't stop| Especially, doesn't the tongue hang out and turn blue or even purple at the end! En hoşuma giden ayrıntı o işte." |I like|||| That's the detail I like the most." Beyaz önlüklü proleter, elinde kepçe, "Sıradaki, lütfen!" ||Proletarier|||| |aproned||||| Proletarian in white coat, ladle in hand, "Next, please!" diye bağırdı.

Winston ile Syme, tepsilerini ızgaranın altına sürdüler. |||their trays||| Winston and Syme slid their trays under the grate. Tepsilere çabucak öğle tabldotu boşaltıldı: bir madeni kapta koyu pembe renkte etli türlü, irice bir parça ekmek, bir küçük dilim peynir, kulplu bardakta sütsüz Zafer Kahvesi ve bir tablet tatlandırıcı. |||Tischplatte||||||||||großes Stück|||||||||||||||| to the trays|||||||||||||a large|||||||||in a cup|without milk|||||tablet| Lunch trays were quickly emptied into the trays: a dark pink meatloaf, a large piece of bread in a metal bowl, a small slice of cheese, a milk-free Victory Coffee in a glass with a handle, and a tablet of sweetener.

Syme, "Şurada, tele-ekranın altında bir masa var," dedi. |"over there"||||||| "There's a table over there under the telescreen," Syme said. "Oturmadan birer cin alalım." without sitting||| "Let's get a gin before we sit down." Kulpsuz porselen fincanlarda verilen cinlerini aldılar. |porcelain||||they took They took their gin, which was given in handleless porcelain cups. Salondaki kalabalığın arasından güçlükle geçerek tepsilerini madeni masaya bıraktılar; masanın bir köşesinde, kusmuğa benzeyen iğrenç bir türlü artığı kalmıştı. |of the crowd|||||||||||vomit|||||leftover| They hurried through the crowd in the hall and placed their trays on the metal table; In one corner of the table there was a disgusting vomit-like residue. Winston cin fincanını alıp ağzına götürdü, bir an cesaretini topladıktan sonra, yağlı bir tadı olan içkiyi tiksinerek bir dikişte içti. ||cup|||took||||||||||the drink|||one gulp|drank Winston picked up the gin cup, brought it to his mouth, gathered his courage for a moment, and drank the greasy-tasting drink in one gulp, disgusted. Gözlerinden yaşlar geldi; uzun uzun gözlerini kırpıştırdıktan sonra birden acıktığını fark etti. |||||eyes|||||| Tears came from his eyes; After blinking for a long time, he realized that he was suddenly hungry. Sulu ve yumuşak bir etli bulamacı andıran türlüyü kaşıklamaya başladı. ||soft||||||spooning| He began spooning what looked like a juicy and tender meat slurry. Kaplarındaki türlüyü bitirinceye kadar ikisi de konuşmadı. |Gemüse||||| |the variety|||||spoke Neither spoke until they had finished the stuffing in their bowls. Winston'ın soluna düşen, hemen arkasındaki masada oturan biri, salonunun gürültüsünü delip geçen ördek vaklamasına benzer bir sesle hızlı hızlı, noktasız virgülsüz konuşmaktaydı. |||||||||||||quaken|||||||komma- und punktlos| |to his left||||||||||||quacking|||||||without commas| A seat at the table directly behind him, to Winston's left, was speaking quickly, punctually, with a voice like a duck quack that pierced the noise of the hall. Winston, gürültüyü bastırmak için sesini yükselterek, "Sözlük nasıl gidiyor?" |||||raising||| "How's the dictionary going?" Winston asked, raising his voice to drown out the noise. diye sordu. she asked.

"Yavaş gidiyor," dedi Syme. "It's going slow," said Syme. "Sıfatlara geldim. zu den Adjektiven| to the adjectives| "I came to adjectives. Büyüleyici." Faszinierend fascinating Fascinating." Yenisöylem'den söz açılınca canlanıvermişti. |||lebendig geworden |||he had suddenly come to life He was enlivened when the word of Newspeak was spoken. Yemek kabını yana itti, zarif ellerini uzatıp ekmeğini ve peynirini aldı, bağırmadan konuşabilmek için masanın üzerine eğildi. ||||||reaching out|||||without shouting||||| He pushed the bowl of food to the side, stretched out his graceful hands, took his bread and cheese, and leaned over the table so he could talk without shouting.

"On Birinci Baskı, nihai baskı," dedi. |||endgültige|| “The Eleventh Edition, the final edition,” he said. "Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. |||we give|||||||||form “We give the language its final form, the form it will take when there is no one left who speaks another language. Sözlüğü tamamladığımızda, senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. |||deine Artgenossen||||| |when we finish||||||| Once we've finished the dictionary, people like you will have to relearn the language. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. ||||||||||||you think It seems to me that you think our main job is to invent new words. Oysa ilgisi yok! |he is not interested| However, it has nothing to do with it! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. |||||dozens of them||| We destroy words; every day we eliminate dozens, hundreds of them. Dili en aza indiriyoruz. |||we reduce We minimize language. On Birinci Baskı'da, 2050 yılından önce eskiyecek tek bir sözcük bile bulunmayacak." ||in the first edition|||||||| There will not be a single word in the Eleventh Edition that will become obsolete before the year 2050." Ekmeğinden aç kurt gibi birkaç lokma aldıktan sonra, konuşmasını bilgiççe bir tutkuyla sürdürdü. |||||||||belehrend||| ||wolf|||||||knowingly||| After taking a few bites of his bread like a hungry wolf, he continued his speech with pedantic passion. İnce esmer yüzü cezbeye gelmiş, alaycı bakışı kaybolmuş, kendinden geçmişti. |||anziehend|||||| ||||come||||| His slender dark face was captivated, his mocking look lost, he was ecstatic.

"Sözcükleri yok etmek harika bir şey. “Destroying words is a wonderful thing. Hiç kuşkusuz, asıl fazlalık fiiller ve sıfatlarda, ama atılabilecek yüzlerce isim de var. ||||Verben|||||||| ||||verbs|||||||| Undoubtedly, the main surplus is in verbs and adjectives, but there are hundreds of nouns that can be omitted. Yalnızca eşanlamlılar değil, karşıt anlamlılar da söz konusu. |Synonyme|||||| ||||antonyms||| There are not only synonyms, but also antonyms. Bir sözcüğün karşıt anlamlısına ne gerek var ki? |||antonym|||| What need does a word have for its antonym? Kaldı ki, her sözcük karşıtını kendi içinde barındırır. |||||||contains Moreover, every word contains its opposite. Örneğin, 'iyi' sözcüğü. For example, the word 'good'. 'İyi' sözcüğü varken, 'kötü' sözcüğüne neden gerek duyalım ki? |||||||we need| Why do we need the word 'bad' when we have the word 'good'? 'İyideğil' dersin, olur biter; hatta daha da iyi olur, çünkü 'iyideğil' 'iyi'nin tam karşıtı, 'kötü' ise tam karşıtı değil. |||||||||||of good||||||| You say 'it's not good', it's okay; it would be even better, because 'not good' is not the opposite of 'good' and 'bad' isn't exactly the opposite. Ya da 'iyi'nin yerine daha güçlü bir sözcük istiyorsan, 'mükemmel' ve 'fevkalade' gibi belirsiz ve yararsız sözcük kullanmanın ne anlamı var? |||||||||||außerordentlich||||||||| ||of good|||||||perfect||||||||using||| Or, what's the point of using vague and useless words like 'excellent' and 'excellent' if you want a stronger word for 'good'? 'Artıiyi' aynı anlamı karşılıyor; ya da, daha da güçlü bir sözcük istiyorsan, 'çifteartıiyi' diyebilirsin. Plus one||||||||||||doppelt plus eins| Plus|||||||||||||you can say 'Plus good' has the same meaning; or, if you want an even stronger word, you can say 'double-plus'. Kuşkusuz, bu sözcükleri daha şimdiden kullanıyoruz; ama Yenisöylem son biçimini aldığında bunlardan başka hiçbir sözcük kullanılmayacak. |||||||||||||||will not be used Of course, we are already using these words; but when Newspeak takes its final form, no other words will be used. Sonunda, iyilik ve kötülük kavramları yalnızca altı sözcükle karşılanıyor olacak; aslına bakarsan, tek bir sözcükle. |goodness|||||||are represented|||if you look at it||| In the end, the concepts of good and evil will be met with only six words; In fact, in one word. Bilmem, işin güzelliğini görebiliyor musun, Winston?" ||beauty||| I don't know, can you see the beauty of it, Winston?" Bir an durdu ve sonradan aklına gelmişçesine ekledi: "Tabii ki B.B. ||||||as if it had come||||| He paused for a moment and then, as if remembering, added: "Of course BB 'nin fikriydi bütün bunlar." |idea|| It was all his idea." Büyük Birader'in adı geçer geçmez Winston'ın yüzünde zoraki bir coşku belirdiyse de, Syme ondaki gönülsüzlüğü fark etmekte gecikmedi. |||||||gezwungen|||||||||| ||||as soon as|||||||||that|||to notice|was delayed A forced enthusiasm appeared on Winston's face as soon as Big Brother's name was mentioned, but Syme was quick to notice his reluctance. Nerdeyse üzülmüş gibi, "Yenisöylem'in önemini kavradığını sanmıyorum, Winston," dedi. |upset||||||| "I don't think you understand the significance of Newspeak, Winston," he said, almost as if sadly. "Yazarken bile Eskisöylem'de düşünüyorsun hâlâ. |||you are thinking| “Even as you write, you still think in Oldspeak. Zaman zaman Times'a yazdığın yazılardan bazılarını okudum. |||||some of them| I have read some of your articles for the Times from time to time. Hiç de fena sayılmazlar, ama hepsi çeviri. ||||||Übersetzung |||they are not considered||| They're not bad at all, but they're all translations. Tüm belirsizliğine, o gereksiz ince anlam ayrımlarına karşın Eskisöylem'den bir türlü kopamıyorsun. |its uncertainty||||||||||you can't break away In spite of all its ambiguity and those unnecessary fine distinctions of meaning, you just can't break away from Oldspeak. Sözcüklerin yok edilmesinin güzelliğini kavrayamıyorsun. the words|||| You fail to grasp the beauty of the destruction of words. Yenisöylem'in dünyada sözdağarcığı her yıl biraz daha küçülen tek dil olduğunu biliyor musun?" |||||||shrinking||||| Do you know that Newspeak is the only language in the world whose vocabulary is getting smaller every year?" Winston kuşkusuz biliyordu. Winston certainly knew. Karşılık vermeyi göze alamadığı için, sevimli görüneceğini umarak gülümsemekle yetindi. ||||||seemed|||contented She couldn't afford to reciprocate, so she just smiled, hoping it would look cute. Syme esmer ekmekten bir ısırık daha aldı, çabucak çiğneyip yuttuktan sonra yeniden söze girdi: ||||||||chewing||||| Syme took another bite of the brown bread, chewed and swallowed quickly, then spoke again:

"Yenisöylem'in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? ||||Horizont der Gedanken|||| |||||narrowing||| "Don't you understand that the whole point of Newspeak is to narrow the horizons of thought? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. |thought crime||||we will make||||||||| In the end we will make thoughtcrime completely impossible, because there will be no words left to express it. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek. |||||||defined||||||||||||will be expressed Every concept that may be needed will be expressed in a single word whose meaning has been precisely defined, all connotations have been destroyed and forgotten. On Birinci Baskıda bu hedefe şimdiden yaklaştık sayılır. ||||||approached|is considered In the Eleventh Edition, we are already close to that goal. Ne ki, bu işlem bizler öldükten çok sonra da sürecek elbette. |||||after we die||||| However, this process will continue long after we die, of course. Sözcükler her yıl biraz daha azalacak, bilinç alanı her yıl biraz daha daralacak. |||||||Bewusstseinsbereich||||| ||||||||||||will narrow The words will become less and less every year, the field of consciousness will narrow a little more every year. Kuşkusuz, şu anda bile düşüncesuçu işlemenin bir nedeni ya da gerekçesi olamaz. |||||committing|||||| Of course, even now there can be no reason or justification for committing a thoughtcrime. Bu bir özdenetim, gerçeklik denetimi sorunu. ||Selbstkontrolle||| ||self-control||| It's a self-control, reality-checking issue. Ama bir gün gelecek, buna da gerek kalmayacak. But there will come a day when that will no longer be necessary. Dil yetkin bir duruma geldiğinde Devrim tamamlanmış olacak. |||||Revolution (1)|| |proficient|||||| The Revolution will be complete when the language becomes competent. Yenisöylem İngsos'tur, İngsos da Yenisöylem'dir," diye ekledi gizemli bir hoşnutlukla. ||||it is Yenisöylem||||| Newspeak is Ingsoc, and Ingsoc is Newspeak," he added with mysterious satisfaction. "En geç 2050 yılına kadar, şu andaki konuşmamızı anlayabilecek tek bir kişinin kalmayacağını hiç düşündün mü, Winston?" |||||||understanding||||||you thought|| "Have you ever thought, Winston, that by 2050 at the latest, there won't be a single person left who can understand our current conversation?" Winston, çekinerek, "Şeyler dışında..." diye söze girdiyse de vazgeçti. ||||||he started|| "Except for things..." Winston began timidly, but gave up. Tam, "Proleterler dışında," diyecekti ki, Partiye körü körüne bağlılığa uygun düşmeyeceğini düşünerek kendini tuttu. ||||||||Bindung||||| |Proletarians||||||||||||held back "Except for the proletarians," was just about to say, and he restrained himself, thinking that blind allegiance to the Party would not fit. Ne var ki, Syme, onun dilinin ucuna kadar geleni sezmişti. ||||||tip of||| However, Syme had sensed what was on the tip of her tongue.

"Proleterleri insandan sayma," dedi hiç umursamadan. |as a human|||| "Don't count the proletarians as people," he said carelessly. "2050 yılına gelindiğinde –olasılıkla daha da önce– Eskisöylem'le ilgili tüm gerçek bilgiler silinip gitmiş olacak. ||||||OldSayings||||||| “By 2050—possibly even earlier—all true knowledge of Oldspeak will have been wiped out. Tüm eski edebiyat ortadan kalkmış olacak. ||literature||| All old literature will have disappeared. Chaucer, Shakespeare, Milton, Byron, hepsi yalnızca Yenisöylem' deki biçimleriyle var olacaklar; yalnızca başka bir şeye dönüşmekle kalmayacaklar, aslında kendilerinin karşıtı bir şeye dönüşecekler. Chaucer||||||||with their forms|||||||becoming|they will not only|||||| Chaucer, Shakespeare, Milton, Byron, they will all exist only in their form in Newspeak; not only will they transform into something else, they will actually become the opposite of themselves. Parti edebiyatı bile değişecek. |||will change Even party literature will change. Sloganlar bile değişecek. ||will change Even the slogans will change. Özgürlük kavramı ortadan kaldırıldıktan sonra 'özgürlük köleliktir' diye bir slogan kalabilir mi? ||||||||||can remain| After the concept of freedom is abolished, can there be a slogan that says 'freedom is slavery'? Düşünce ortamı tümden farklı olacak. The thinking environment will be completely different. Aslına bakarsan, bugün anladığımız anlamda bir düşünce olmayacak. |||we understand|||| As a matter of fact, it will not be a thought in the sense we understand it today. Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. |not thinking||||| Commitment means not thinking, not needing to think. Bağlılık bilinçsizliktir." |is unconsciousness Attachment is unconsciousness." Winston, birden, yürekten inanarak, çok sürmez, Syme'ı buharlaştırırlar, diye geçirdi aklından. |||||||verdampfen sie||| ||||||Syme|||| It won't take long, they'll evaporate Syme, Winston thought suddenly, deeply convinced. Çok zeki. Very smart. Her şeyi çok açık seçik görüyor ve sözünü sakınmıyor. |||||||his word| He sees everything very clearly and does not keep his word. Parti böylelerinden hoşlanmaz. ||doesn't like The party doesn't like that. Bir gün ortadan kaybolacak. |||will disappear It will disappear one day. Görünen köy kılavuz istemez. ||der Wegweiser| ||guide| The visible village does not want a guide.