2. Bölüm - III (a)
Abschnitt 2 - III (a)
Section 2 - III (a)
III
"Buraya bir kere daha gelebiliriz," dedi Julia.
"We can come here one more time," said Julia.
"Saklı yerleri iki kez kullanmanın genellikle pek sakıncası olmaz.
"It's usually okay to use hidden places twice.
Ama bir iki ay sonra tabii."
But after a month or two, of course."
Uyanır uyanmaz hali tavrı değişmişti.
As soon as he awoke, his demeanor had changed.
Yeniden eski temkinliliğini takınıp işteki ciddiliğine bürünmüş, giysilerini giyip kırmızı kuşağı beline bağlamış, dönüş yolculuğunun ayrıntılarını kurmaya başlamıştı.
He had regained his former prudence and seriousness at work, putting on his clothes, tying the red belt around his waist, and starting to set up the details of his return journey.
Bu işi ona bırakmak Winston'a son derece doğal geliyordu.
It seemed perfectly natural to Winston to leave the job to him.
Hiç kuşkusuz, Winston'da hiç olmayan bir pratik zekâsı vardı Julia'nın; belli ki, çıktığı sayısız toplu doğa yürüyüşü, Londra dolaylarındaki kırları avcunun içi gibi bilmesini sağlamıştı.
There was no doubt that Julia had a practical mind that Winston did not have; Evidently, his numerous group treks had made him know the countryside around London like the back of his hand.
Dönüş için tarif ettiği yol geldiği yoldan çok farklıydı; Winston bambaşka bir istasyonda buldu kendini.
The route he described for the return was very different from the way he had come; Winston found himself in a completely different station.
"Asla geldiğin yoldan dönme," dedi Julia, çok önemli bir kuralı açıklıyormuşçasına.
“Never go back the way you came,” Julia said, as if explaining a very important rule.
Önce kendisi yola çıkacak, Winston yarım saat bekledikten sonra onun arkasından gidecekti.
He would set out first, and Winston would wait half an hour, then follow him.
Julia, dört akşam sonra iş çıkışı buluşabilecekleri bir yer söyledi.
Julia suggested a place where they could meet after work four evenings later.
Yoksul mahallelerden birinde, genellikle kalabalık ve gürültülü bir pazarın kurulduğu bir sokaktı burası.
It was a street in one of the poorer neighborhoods, where there was usually a crowded and noisy market.
Ayakkabı bağcığı, dikiş ipliği gibi şeyler arıyormuş gibi tezgâhların arasında dolanıyor olacaktı.
He would be wandering around the stalls as if searching for shoelaces and sewing thread.
Durum elverişliyse, Winston'ı görünce burnunu siler gibi yapacaktı; yoksa Winston'ın onu tanımazdan gelerek geçip gitmesi gerekiyordu.
If the situation was favourable, he would pretend to wipe his nose when he saw Winston; otherwise Winston would have to ignore him and pass by.
Ama talihleri yaver giderse, kalabalığın içinde on beş dakika kadar görüşebilirler, yeniden ne zaman buluşacaklarını belirleyebilirlerdi.
But if they were lucky, they could meet in the crowd for about fifteen minutes, deciding when to meet again.
Julia, Winston'a, neler yapması gerektiğini ezberlettikten sonra, "Artık gitmeliyim," dedi.
"I must go now," Julia said to Winston, after she had memorized what she had to do.
"Akşam yedi buçukta dönmüş olmak zorundayım.
"I have to be back at half past seven in the evening.
Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nde iki saatlik bir işim var, broşür falan dağıtacağım.
I have a two-hour job at the Youth Anti-Sex League, handing out flyers or something.
Kepazelik işte!
It's blasphemy!
Şöyle bir silkelesene üstümü.
Just shake me off.
Saçımda çalı malı kalmasın.
Don't leave a bush in my hair.
Tamam mı?
Okay?
Öyleyse hoşça kal, sevgilim, yolun açık olsun .''
So goodbye, darling, have a good way."
Winston'ı kucaklayıp dudaklarına yapıştı, sonra birden körpe ağaçların arasına daldı, ormanda sessizce kayboldu.
He hugged Winston and pressed it to his lips, then suddenly darted into the young trees and disappeared silently into the woods.
Winston kızın soyadını da, nerede oturduğunu da hâlâ öğrenebilmiş değildi.
Winston still hadn't learned her last name or where she lived.
Ama ne fark ederdi ki, evde buluşmaları ya da yazışmaları hiç de mümkün görünmüyordu.
But what did it matter, meeting or correspondence at home did not seem possible at all.
Sonuçta, ormandaki o açıklığa bir daha hiç gitmediler.
After all, they never went back to that clearing in the forest.
Mayıs ayı boyunca yalnızca bir kez sevişme olanağı buldular.
They only had the opportunity to make love once during the month of May.
O da, Julia'nın bildiği bir başka gizli yerde; otuz yıl kadar önce bir atom bombasının düştüğü, nerdeyse tümden terk edilmiş bir kırsal bölgedeki yıkık bir kilisenin çan kulesinde.
And that, in another secret place Julia knows; in the bell tower of a ruined church in an almost deserted countryside where an atomic bomb fell some thirty years ago.
Burası, eğer ulaşabilirseniz, güvenli bir sığınaktı, ama oraya giden yol çok tehlikeliydi.
This was a safe haven, if you could reach it, but the road to it was very dangerous.
Geri kalan günlerde ancak sokaklarda, her akşam başka bir yerde, o da en fazla yarım saat bir araya gelebildiler.
For the rest of the days, they could only get together in the streets, in a different place every evening, for a maximum of half an hour.
Sokaklarda konuşmak ise o kadar kolay değildi.
Talking in the streets was not that easy.
Kalabalık yollarda birbirlerine yanaşmadan ve hiç bakmadan yürürlerken, bir deniz fenerinin yanıp sönen ışığı gibi, tuhaf, kesintili bir konuşma geçiyordu aralarında; Parti üniformalı birini görünce ya da bir tele-ekranın varlığını sezince hemen susuyorlar, yarım kalan bir cümleye dakikalar sonra yeniden dönüyorlar, önceden kararlaştırdıkları noktada birbirlerinden ansızın ayrıldıktan sonra ertesi gün konuşmayı kaldığı yerden sürdürüyorlardı.
As they walked along the crowded roads without approaching or looking at each other, a strange, interrupted conversation passed between them, like the flashing light of a lighthouse; When they saw someone in a party uniform or sensed the presence of a telescreen, they immediately fell silent, returned to an unfinished sentence minutes later, and resumed their conversation the next day, after suddenly breaking up at the agreed point.
Julia, "taksit taksit konuşma" dediği böylesi görüşmelere çok alışkındı anlaşılan.
Julia was apparently very used to such meetings, which she called "talking in installments."
Dudaklarını oynatmadan konuşmayı da şaşırtıcı ölçüde iyi beceriyordu.
He was also surprisingly good at speaking without moving his lips.
Nerdeyse bir aydır süren bu akşam buluşmalarında yalnızca bir kez öpüşebilmişlerdi.
They had only kissed once in this evening meeting, which had lasted almost a month.
Ara sokaklardan birinde hiç konuşmadan yürürlerken (ana caddeden uzaktaysalar Julia suspus oluyordu), kulakları sağır eden bir gümbürtü kopmuş, yer sarsılmış, gök kapkara kesilmiş, Winston yara bere içinde, dehşete kapılarak kendini yerde bulmuştu.
||||||||||leise|||||||||||||||||||||
As they walked along one of the side streets without speaking (Julia was silent if they were far from the main street), there was a deafening roar, the ground shaking, the sky turning black, and Winston fell to the ground, scarred and terrified.
Herhalde yakınlarda bir yere bir tepkili bomba düşmüştü.
A rocket bomb must have fallen somewhere nearby.
Birden yanı başında Julia'nın yüzünü görmüştü: Kızın yüzü bembeyaz kesilmiş, beti benzi kireç gibi olmuştu.
Suddenly he saw Julia's face beside him: the girl's face was white, and her complexion was chalky.
Dudakları bile bembeyazdı.
Even his lips were white.
Ölü gibiydi!
He looked dead!
Ancak onu kucakladığında, kanlı canlı, sıcacık bir yüzü öptüğünü fark etmişti.
It was only when he hugged her that he realized he was kissing a bloody, warm face.
Ama Winston'ın dudaklarına pudramsı bir şeyler gelmişti.
But there was something powdery on Winston's lips.
İkisinin de yüzü sıvayla kaplıydı.
Both of their faces were covered with plaster.
Kimi akşamlar buluşma yerine geldiklerinde, köşe başında bir devriye belirdiği ya da tepelerinde bir helikopter dolandığı için hiç belli etmeden geçip gittikleri oluyordu.
Some evenings, when they came to the meeting place, they would pass without notice because a patrol appeared around the corner or because a helicopter was hovering over them.
Bazen de, büyük bir tehlike olmasa bile, buluşmak için vakit bulmakta zorlanıyorlardı.
Sometimes they had a hard time finding time to meet, even if there was no great danger.
Winston haftada altmış saat, Julia daha da fazla çalışıyordu; izin günleri işin yoğunluğuna göre değişiyor ve çoğu kez çakışmıyordu.
Winston worked sixty hours a week, Julia even more; Leave days varied according to the intensity of the work and often did not coincide.
Kaldı ki, Julia'nın tümüyle serbest olduğu bir akşam yok gibiydi.
Besides, there didn't seem to be an evening when Julia was completely free.
Zamanının çok büyük bir bölümünü konferanslar ve gösterilere ayırıyordu; Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nin broşürlerini dağıtıyor, Nefret Haftası için flamalar hazırlıyor, tutumluluk kampanyası için para topluyor, daha pek çok etkinliğe katılıyordu.
He devoted most of his time to lectures and demonstrations; She was distributing flyers for the Youth Against Sex League, creating banners for Hate Week, raising money for the thrift campaign, and participating in many other events.
Julia'ya bakılırsa, bütün bunlar işe yarıyordu, asıl yaptığını örtbas ediyordu.
According to Julia, all this was working, covering up what she was really doing.
Küçük kurallara uyarsan, büyük kuralları çiğneyebilirdin.
If you followed the little rules, you could break the big rules.
Julia, Winston'ı, ateşli Parti üyelerinin gönüllü olarak yaptıkları gibi, hiç değilse bir akşamını savaş gereçleri üretimine ayırmaya bile razı etmişti.
||||||||||||||Kriegsmaterial|||||
Julia had even persuaded Winston to devote at least one evening to the manufacture of war paraphernalia, as ardent Party members voluntarily do.
Winston, artık haftanın bir akşamı, yürek törpüleyici çekiç seslerinin tele-ekranlardan yükselen müzik seslerine karıştığı, esintili ve loş bir atölyede içine baygınlıklar çökerek dört saat geçiriyor, bomba fünyesi olabilecek küçük metal parçalarını birbirine vidalıyordu.
|||||||||||||||||||||||||||Zündschnur||||||
One evening a week now, Winston was spending four hours stunned in a breezy and dim workshop, where the heart-rending pounding of hammers mingled with the music of telescreens, screwing together small pieces of metal that could have been a bomb detonator.
Kilisenin kulesinde buluştuklarında, yolda ikide bir kesilen konuşmanın boşluklarını doldurdular.
When they met in the church tower, they filled in the gaps in the conversation that was interrupted on the way.
Cehennem gibi bir öğleden sonraydı.
It was a hellish afternoon.
Çanların yukarısındaki küçük, dört köşe odanın içinde kavurucu ve boğucu bir hava vardı, güvercin pisliği kokusu burnunun direğini kırıyordu insanın.
The air was scorching and suffocating in the small square room above the bells, the smell of pigeon droppings breaking your nose.
Tozlu, çalı çırpı kaplı yere oturup saatlerce konuştular; arada sırada ikisinden biri kalkıyor ve gelen var mı diye dar yarıklardan aşağıya bakıyordu.
They sat on the dusty brushwood floor and talked for hours; Every now and then one of the two would get up and look down the narrow slits to see if anyone was coming.
Julia yirmi altı yaşındaydı.
Julia was twenty-six years old.
Otuz kızla birlikte bir yurtta kalıyor ("Bıktım şu karı kokusundan!
He lives in a dormitory with thirty girls ("I'm sick of the smell of snow!
Nefret ediyorum karı milletinden!"
I hate the wife nation!"
diyordu ikide bir) ve Winston'ın tahmin ettiği gibi, Kurmaca Dairesi'ndeki roman yazma makinelerinden birinde çalışıyordu.
he was saying twice) and, as Winston had guessed, was working on one of the novel-writing machines in the Fiction Department.
İşinden memnundu; güçlü ve becerikli bir elektrik motorunu çalıştırıyor ve bakımını sağlıyordu.
He was satisfied with his job; He was running and maintaining a powerful and capable electric motor.
"Zeki" sayılmazdı, ama ellerini kullanmayı seviyor, makinelerle uğraşmaktan hoşlanıyordu.
He wasn't considered "intelligent," but he liked to use his hands and tinkered with machines.
Tasarlama Kurulu'nun yayımladığı genel yönergeden Yeniden Yazma Takımı'nın yaptığı son düzeltmelere kadar, bir romanın nasıl oluşturulduğunu ezbere biliyordu.
He knew by heart how to compose a novel, from the general guidelines issued by the Drafting Board to the final revisions made by the Rewrite Team.
Ama ortaya çıkan ürün onu hiç ilgilendirmiyordu.
|||Produkt|||
But the resulting product did not interest him at all.
"Okumayı pek umursamadığını" söylüyordu.
He said he "didn't really care about reading".
Kitap, onun gözünde, tıpkı reçel ya da ayakkabı bağı gibi, üretilmesi gereken bir metaydı, o kadar.
|||||||||||||Ware||
For him, the book was just a commodity to be produced, just like jam or shoelaces.
Altmışların başlarından öncesine uzanan bir tek anısı bile yoktu, kendisine Devrimden önceki günlerden sık sık söz eden büyükbabasını anımsıyordu yalnızca, o da Julia sekiz yaşındayken ortadan kaybolmuştu.
He had no recollections dating back to the early sixties, only his grandfather, who had told him often about the days before the Revolution, who had disappeared when Julia was eight years old.
Okulda hokey takımının kaptanlığını yapmış, iki yıl üst üste cimnastik kupasını kazanmıştı.
He was the captain of the hockey team at school and won the gymnastics cup two years in a row.
Casuslar'da bölük komutanlığı görevini üstlenmiş, Seks Karşıtı Gençlik Birliği'ne katılmadan önce Gençlik Birliği'nin bir kolunda sekreterlik yapmıştı.
She was a company commander in the Spies, and before joining the Youth Anti-Sex League, she was a secretary in a branch of the Youth League.
Her zaman kusursuz bir kişilik sergilemişti.
He had always displayed an impeccable personality.
O kadar ki, Kurmaca Dairesi'nin proleterlere dağıtılmak üzere bayağı pornografik kitaplar üreten altbölümü Pornoböl'de bile görevlendirilmişti (şaşmaz bir saygınlık belirtisiydi bu).
So much so that he was even appointed (an unfailing mark of prestige), the subdivision of the Fiction Department that produces vulgar pornographic books for distribution to the proletarians.
Pornoböl'e, orada çalışanlar arasında Pislik Yuvası dendiğini söylüyordu.
He said that Pornobol was called the Filth Nest among those who worked there.
Orada çalıştığı bir yıl boyunca, proleter gençlerin yasaları çiğnediklerini sanarak gizli gizli satın aldıkları, mühürlenmiş paketlerde dağıtılan Sapıklık Öyküleri ya da Kızlar Okulunda Bir Gece gibi kitapçıkların hazırlanmasına katkıda bulunmuştu.
During his year working there, he had contributed to the preparation of booklets such as Stories of Perversion or A Night at the Girls' School, distributed in sealed packages, which proletarian youths thought they were breaking the law.
Winston, merakını yenemeyerek, "O kitaplarda neler anlatılıyor?"
Winston couldn't help but wonder, "What are those books about?"
diye sordu.
"Ne anlatılacak, bir sürü rezillik işte.
"What to talk about, it's a lot of shame.
Aslında çok sıkıcıdırlar.
They are actually very boring.
Hepi topu altı konu vardır, onların etrafında olayları değiştirip dururlar.
There are six subjects in all, they keep changing events around them.
Ben yalnızca makinelerin başındaydım.
I was just in charge of the machines.
Yeniden Yazma Takımı'nda hiç bulunmadım.
I've never been on the Rewrite Team.
Edebiyatım pek kuvvetli değil, sevgilim, bu kadarına bile yetmez."
My literature is not very strong, darling, not even that much."
Winston, daire başkanı dışında Pornoböl'de çalışanların hepsinin kız olduğunu duyunca çok şaşırdı.
Winston was shocked to hear that all the employees at Pornopol, except for the head of department, were girls.
Erkeklerin cinsel içgüdülerini kadınlar kadar denetleyemedikleri, o yüzden de kitapçıklarda anlatılan adiliklerle kolayca baştan çıkabilecekleri düşünülüyordu.
It was thought that men could not control their sexual instincts as much as women, so they could easily be seduced by the meanness described in the booklets.
Julia, "Orada evli kadınların bulunmasını bile istemezler," diye ekledi.
“They don't even want married women to be there,” Julia added.
"Kızları ise çok masum sanırlar.
"They think girls are very innocent.
Oysa ben hiç de masum sayılmam mesela."
Whereas I, for example, am not innocent at all."