×

Χρησιμοποιούμε cookies για να βελτιώσουμε τη λειτουργία του LingQ. Επισκέπτοντας τον ιστότοπο, συμφωνείς στην πολιτική για τα cookies.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - IV (a)

2. Bölüm - IV (a)

IV

Winston, Bay Charrington'ın dükkânının üst katındaki karmakarışık küçük odaya göz gezdirdi. Pencerenin yanı başındaki kocaman yatak yapılmıştı; üstünde eski battaniyeler ve kılıfsız bir yastık duruyordu. Şöminenin üstündeki eski model, kadranı on iki rakamlı saatin tıkırtıları duyuluyordu. Köşede, açılır kapanır masanın üstünde, son gelişinde satın aldığı camdan kâğıt ağırlığı odanın yarı aydınlığında hafifçe parlıyordu.

Şöminenin önünde Bay Charrington'ın getirdiği ezik büzük bir teneke gaz sobası, bir cezve ile iki fincan duruyordu. Winston sobayı yakıp üstüne su koydu. Bir paket içinde Zafer Kahvesi ve birkaç tablet de sakarin getirmişti. Saat yedi yirmiyi gösteriyordu, oysa aslında on dokuz yirmiydi. Julia on dokuz otuzda gelecekti.

Delilik bu, delilik, diye geçiriyordu içinden; bile bile, yok yere, intihar gibi bir delilik. Bir Parti üyesinin işleyebileceği suçlar arasında gizlenmesi en zor olanı buydu. Aslında bu düşünce ilk kez, açılır kapanır masanın üstündeki cam ağırlığa bakarken belirmişti kafasında. Beklediği gibi, Bay Charrington odayı kiraya vermekte hiçbir güçlük çıkarmamıştı. Cebine girecek birkaç dolardan dolayı hiç kuşkusuz memnundu. Kaldı ki, Winston'ın odayı bir aşk macerası yaşamak için kiralamak istediğini öğrendiğinde bile ne bir şaşkınlık belirtisi göstermiş ne de rahatsız edici bir söz söylemişti. Tam tersine, zarif bir edayla kendini nerdeyse görünmez kılarak gözlerini kaçırmış ve ortaya konuşmuştu. Bay Charrington'ın gözünde, özel hayat çok değerliydi. Ara sıra herkes yalnız kalabileceği bir yer olsun isterdi. Ve böyle bir yer buldukları zaman da, bunu bilenlerin en sıradan nezaket kuralı gereği dillerini tutmaları gerekirdi. Dahası, nerdeyse kayıplara karışırken, evin iki girişi olduğunu, yan sokağa açılan arka avludan da girilebileceğini eklemişti.

Pencerenin altında birisi şarkı söylüyordu. Winston, muslin perdenin ardına gizlenerek dışarıya bir göz attı. Haziran güneşinin ısıttığı avluda, kaslı kolları pençe pençe olmuş, bir Norman sütunu kadar oturaklı, heyula gibi bir kadın, belinde çuval bezinden bir önlük, bir çamaşır leğeni ile çamaşır ipi arasında mekik dokuyarak, yukarıdan bebek bezi olduğu anlaşılan beyaz, dört köşe örtüleri mandallıyordu. Mandalları ağzından çıkardığında, kalın, tok bir sesle şarkı söylüyordu:

Beyhude bir hayaldi,

Nisan güneşi gibi geldi geçti,

Bir bakış, bir söz aklımı çeldi,

Gönlümü çaldı, çekti gitti.

Şarkı haftalardır Londra'nın tepesine çökmüştü. Müzik Dairesi'nin alt bölümlerinden birinde proleterler için yayımlanan, tıpkısının aynısı sayısız şarkıdan biriydi. Bu şarkıların sözleri, güfteyazar denen bir aygıt tarafından insan eli değmeden yazılıyordu. Ama kadın öyle güzel söylüyordu ki, o rezil şarkı handiyse kulağa hoş geliyordu. Winston, kadının söylediği şarkıyı ve ayakkabılarının taş avluda çıkardığı sesi, sokaktaki çocukların çığlıklarını, trafiğin uzaklardan gelen uğultusunu bile duyabiliyordu, ama tele-ekran olmadığından odanın içinde çıt çıkmıyordu.

Bir kez daha, delilik bu, delilik, delilik, diye geçirdi içinden. Buraya, yakayı ele vermeden, olsa olsa birkaç hafta gelebilirlerdi. Ama tümüyle kendilerine ait, üstelik bir evin içinde ve yakınlarda gizli bir yere sahip olmanın çekiciliğine dayanamamışlardı. Bir süre kilisenin çan kulesinde buluştuktan sonra bir türlü bir araya gelememişlerdi. Nefret Haftası yaklaşırken çok daha fazla çalışmaya başlamışlardı. Gerçi Nefret Haftası'na daha bir aydan fazla vardı, bitmek tükenmek bilmeyen yoğun hazırlıklar yüzünden herkes fazla mesai yapmak zorunda kalmıştı. En sonunda aynı gün öğleden sonra serbest kalmayı başarmışlar, yeniden ormandaki açıklığa gitmeye karar vermişlerdi. Bir önceki akşam da kısa süreliğine sokakta buluşmuşlardı. Kalabalığın ortasında birbirlerine yaklaştıklarında Winston her zaman olduğu gibi Julia'ya doğru dürüst bakamamış, ama göz ucuyla baktığında onun her zamankinden daha solgun olduğunu fark etmişti.

Julia, rahatça konuşabilecekleri kanısına varınca, "Buluşmamız yattı," diye mırıldanmıştı. "Yarın yani."

"Anlamadım."

"Yarın öğleden sonra. Gelemiyorum."

"Nedenmiş o?"

"Ah, malum neden işte. Bu kez erken başladı."

Winston bir an büyük bir öfkeye kapılmıştı. Julia'yla tanıştığı ay içerisinde ona duyduğu isteğin niteliği değişmişti. Başlangıçta bu istek pek o kadar şehvetli değildi. İlk seferinde inadına sevişmişlerdi. Ama ikinci sevişmeden sonra her şey değişmişti. Saçının kokusu, dudaklarının tadı, teninin dokunumu iliğine işlemiş, aklını başından almıştı. Winston onsuz edemez olmuştu, Julia yalnızca istediği değil, hak kazandığını düşündüğü bir şey olup çıkmıştı. Gelemeyeceğini söylediğinde, aldatıldığı hissine kapılmıştı. Ama tam o anda kalabalık onları birbirine yanaştırınca, elleri buluşuvermişti. Julia, Winston' ın parmaklarının ucunu istekle değil de, sevecenlikle sıkıp bırakmıştı. Winston da, insan bir kadınla yaşadığında bu düş kırıklığı çok olağan, sık sık yinelenen bir şey olsa gerek, diye geçirmişti aklından; birden, Julia'ya karşı daha önce hiç duyumsamadığı bir sevecenlik kaplamıştı yüreğini. İçinden, keşke on yıllık evli bir çift olsaydık, demişti. Keşke onunla sokaklarda şimdiki gibi, ama gönül rahatlığıyla ve korkusuzca yürüyor, havadan sudan konuşuyor, eve bir şeyler alıyor olsaydık, diye geçirmişti gönlünden. En çok da, her buluştuklarında kendilerini ille de sevişmek zorunda hissetmeden birlikte olabilecekleri bir yerleri olmasını istemişti. Bay Charrington'ın odasını kiralamak da, tam o sırada değil, ertesi gün aklına gelmişti. Bu konuyu Julia'ya açtığında, o da umulmadık bir biçimde hemen kabul etmişti. İkisi de bunun çılgınlık olduğunun farkındaydı. Sanki ölümlerine susamışlardı. Winston, şimdi yatağın kenarına oturmuş beklerken, bir kez daha Sevgi Bakanlığı'nın mahzenlerini düşünüyordu. İşin tuhafı, o kaçınılmaz dehşet insanın aklından çıkmıyordu. Ölümden önce yaşamak zorunda oldukları dehşet, iki kere ikinin dört etmesi kadar kesin bir biçimde gelecekte onları bekliyordu. Kaçınılması olanaksız da olsa ertelenebilirdi belki; ama insan zaman zaman, bile isteye yaptıklarıyla süreyi kısaltmayı seçiyordu.

Tam o sırada, merdivenin hızlı hızlı çıkıldığını duymasıyla Julia'nın odadan içeri dalması bir oldu. Bakanlık'ta bazen oradan oraya taşırken gördüğüne benzer, çadır bezinden bir alet çantası vardı elinde. Winston onu kucaklamak için yerinden fırladıysa da, Julia, biraz da elinde alet çantası olduğu için, kollarının arasından sıyrılıverdi.

"Bir saniye," dedi. "Bırak da, neler getirdiğimi göstereyim. O iğrenç Zafer Kahvesi'ni buraya da getirdin, değil mi? Biliyordum. At gitsin, artık gerek kalmadı. Bak."

Diz çöküp çantayı ardına kadar açtı, en üstte birkaç İngilizanahtarıyla bir tornavida duruyordu, onları çıkarıp bir kenara koydu. Çantanın altına özenle yerleştirilmiş kâğıt paketler göründü. Winston'a uzattığı ilk paketin tuhaf ama biraz da bildik bir yumuşaklığı vardı. Dokunulduğunda içeri gömülen ağır, kum gibi bir şeyler vardı içinde.

"Yoksa şeker mi?" diye sordu Winston.

"Hem de gerçek şeker. Sakarin değil, şeker. Bak, bu da ekmek, mis gibi beyaz ekmek, bizim o berbat ekmekten değil. Al sana, küçük bir kavanoz da reçel. Bu teneke kutuda da süt var. Ama asıl sürpriz burada! Bununla gerçekten övünebilirim işte. Beze sarmam gerekti, neden dersen..."

Ama neden beze sardığını açıklamasına gerek kalmadı. Winston'ın çocukluğundan tütüp gelen, ama şimdilerde bile arada sırada, ansızın kapatılan bir kapıdan dışarıya taşan ya da kalabalık bir caddeye gizemli bir biçimde yayılırken bir an duyulup sonra birden yiten o kopkoyu, sımsıcak koku odayı sarmıştı bile.

Winston, "Kahve," diye mırıldandı, "evet, gerçek kahve."

"İç Parti kahvesi," dedi Julia. "Tam bir kilo."

"Bütün bunları nereden buldun?"

"Hepsi İç Parti'nin. O domuzlarda yok yok. Neyse ki, garsonlar, uşaklar ve halktan insanlar onlardan ufak ufak araklıyorlar. Bak, küçük bir paket de çay getirdim."

Winston, Julia'nın yanına çökmüştü. Paketin ucunu yırttı.

"Gerçek çay. Böğürtlen yaprağı değil."

Julia, "Son zamanlarda çay bollaştı," dedi kaygısızca. "Hindistan'ı mı ele geçirdiler, ne? Neyse, boş ver, canım, şimdi sen beni dinle. Bir iki dakika arkanı döner misin? Git, yatağın öbür tarafına otur. Pencereye fazla yaklaşma. Ben söyleyene kadar da sakın arkanı dönme."

Winston, muslin perdeden dalgın dalgın aşağıya baktı. Kolları pençe pençe olmuş kadın avluda çamaşır leğeni ile çamaşır ipi arasında hâlâ mekik dokuyordu. Ağzında tuttuğu iki mandalı aldı ve acıklı bir şarkı tutturdu:

Derler ki zaman her şeyi iyi edermiş,

Zamanla her şey unutulur gidermiş,

Bir de bana sor, o gözyaşları ve kahkahalar,

Bugün hâlâ canımı yakar, yüreğimi dağlar!

Learn languages from TV shows, movies, news, articles and more! Try LingQ for FREE

2. Bölüm - IV (a) Section 2 - IV (a)

IV

Winston, Bay Charrington'ın dükkânının üst katındaki karmakarışık küçük odaya göz gezdirdi. Winston glanced into the little chaotic room above Mr Charrington's shop. Pencerenin yanı başındaki kocaman yatak yapılmıştı; üstünde eski battaniyeler ve kılıfsız bir yastık duruyordu. The great bed by the window had been made; On it lay old blankets and an uncovered pillow. Şöminenin üstündeki eski model, kadranı on iki rakamlı saatin tıkırtıları duyuluyordu. Above the fireplace was the click of an old-fashioned twelve-number clock. Köşede, açılır kapanır masanın üstünde, son gelişinde satın aldığı camdan kâğıt ağırlığı odanın yarı aydınlığında hafifçe parlıyordu. In the corner, on the fold-out table, the glass paperweight he had bought the last time he was here glimmered faintly in the half-light of the room.

Şöminenin önünde Bay Charrington'ın getirdiği ezik büzük bir teneke gaz sobası, bir cezve ile iki fincan duruyordu. In front of the fireplace stood a smashed tin gas stove, a coffee pot and two mugs, which Mr Charrington had brought. Winston sobayı yakıp üstüne su koydu. Winston lit the stove and poured water on it. Bir paket içinde Zafer Kahvesi ve birkaç tablet de sakarin getirmişti. He had brought Victory Coffee in a pack and a few tablets of saccharin. Saat yedi yirmiyi gösteriyordu, oysa aslında on dokuz yirmiydi. The clock was showing seven twenty, when it was actually nineteen twenty. Julia on dokuz otuzda gelecekti. Julia would arrive at nineteen thirty.

Delilik bu, delilik, diye geçiriyordu içinden; bile bile, yok yere, intihar gibi bir delilik. This is madness, madness, he thought; It's insane like suicide on purpose, for no reason. Bir Parti üyesinin işleyebileceği suçlar arasında gizlenmesi en zor olanı buydu. Of all the crimes a Party member could commit, this was the hardest to hide. Aslında bu düşünce ilk kez, açılır kapanır masanın üstündeki cam ağırlığa bakarken belirmişti kafasında. In fact, this thought had first appeared in his mind as he stared at the glass weight on the folding table. Beklediği gibi, Bay Charrington odayı kiraya vermekte hiçbir güçlük çıkarmamıştı. As expected, Mr Charrington had had no trouble renting out the room. Cebine girecek birkaç dolardan dolayı hiç kuşkusuz memnundu. He was no doubt glad to have a few dollars in his pocket. Kaldı ki, Winston'ın odayı bir aşk macerası yaşamak için kiralamak istediğini öğrendiğinde bile ne bir şaşkınlık belirtisi göstermiş ne de rahatsız edici bir söz söylemişti. Moreover, even when he learned that Winston wanted to rent the room for a love affair, he did not show any sign of surprise or utter a disturbing word. Tam tersine, zarif bir edayla kendini nerdeyse görünmez kılarak gözlerini kaçırmış ve ortaya konuşmuştu. On the contrary, he had averted his eyes and spoke into the middle, making himself almost invisible with a graceful air. Bay Charrington'ın gözünde, özel hayat çok değerliydi. In Mr Charrington's eyes, private life was very precious. Ara sıra herkes yalnız kalabileceği bir yer olsun isterdi. Everyone would like a place to be alone once in a while. Ve böyle bir yer buldukları zaman da, bunu bilenlerin en sıradan nezaket kuralı gereği dillerini tutmaları gerekirdi. And when they found such a place, those who knew it would have to hold their tongues as a matter of ordinary courtesy. Dahası, nerdeyse kayıplara karışırken, evin iki girişi olduğunu, yan sokağa açılan arka avludan da girilebileceğini eklemişti. Moreover, while he was almost gone, he added that the house had two entrances and could be entered from the back courtyard, which opened onto a side street.

Pencerenin altında birisi şarkı söylüyordu. Someone was singing under the window. Winston, muslin perdenin ardına gizlenerek dışarıya bir göz attı. Winston hid behind the muslin curtain and glanced outside. Haziran güneşinin ısıttığı avluda, kaslı kolları pençe pençe olmuş, bir Norman sütunu kadar oturaklı, heyula gibi bir kadın, belinde çuval bezinden bir önlük, bir çamaşır leğeni ile çamaşır ipi arasında mekik dokuyarak, yukarıdan bebek bezi olduğu anlaşılan beyaz, dört köşe örtüleri mandallıyordu. In the courtyard warmed by the June sun, a spectral woman with muscular arms clawed and seated as a Norman column, a burlap apron at her waist, shuttled between a washbasin and a clothesline, latching on the white square covers that turned out to be diapers from above. Mandalları ağzından çıkardığında, kalın, tok bir sesle şarkı söylüyordu: When he took the pegs out of his mouth, he was singing in a thick, full voice:

Beyhude bir hayaldi, It was a vain dream,

Nisan güneşi gibi geldi geçti, It came and went like the April sun,

Bir bakış, bir söz aklımı çeldi, One look, one word tempted me,

Gönlümü çaldı, çekti gitti. He stole my heart and left.

Şarkı haftalardır Londra'nın tepesine çökmüştü. The song had swept over London for weeks. Müzik Dairesi'nin alt bölümlerinden birinde proleterler için yayımlanan, tıpkısının aynısı sayısız şarkıdan biriydi. It was one of numerous identical songs released for the proletarians in one of the subdivisions of the Music Department. Bu şarkıların sözleri, güfteyazar denen bir aygıt tarafından insan eli değmeden yazılıyordu. The lyrics of these songs were written by a device called a lyricist without human touch. Ama kadın öyle güzel söylüyordu ki, o rezil şarkı handiyse kulağa hoş geliyordu. But the woman sang so beautifully that the infamous song almost sounded good. Winston, kadının söylediği şarkıyı ve ayakkabılarının taş avluda çıkardığı sesi, sokaktaki çocukların çığlıklarını, trafiğin uzaklardan gelen uğultusunu bile duyabiliyordu, ama tele-ekran olmadığından odanın içinde çıt çıkmıyordu. He could even hear the woman singing and the sound of her shoes in the stone courtyard, the screams of the children in the street, the distant roar of traffic, but there was no telescreen, so there was no sound in the room.

Bir kez daha, delilik bu, delilik, delilik, diye geçirdi içinden. Once again, this is madness, madness, madness, he thought. Buraya, yakayı ele vermeden, olsa olsa birkaç hafta gelebilirlerdi. They could only come here for a few weeks without getting caught. Ama tümüyle kendilerine ait, üstelik bir evin içinde ve yakınlarda gizli bir yere sahip olmanın çekiciliğine dayanamamışlardı. But they couldn't resist the temptation to have a secret place all their own, inside a house and nearby. Bir süre kilisenin çan kulesinde buluştuktan sonra bir türlü bir araya gelememişlerdi. After meeting in the bell tower of the church for a while, they could not come together. Nefret Haftası yaklaşırken çok daha fazla çalışmaya başlamışlardı. As Hate Week approached, they started to work even harder. Gerçi Nefret Haftası'na daha bir aydan fazla vardı, bitmek tükenmek bilmeyen yoğun hazırlıklar yüzünden herkes fazla mesai yapmak zorunda kalmıştı. Although Hate Week was more than a month away, everyone had to work overtime due to the endless preparations. En sonunda aynı gün öğleden sonra serbest kalmayı başarmışlar, yeniden ormandaki açıklığa gitmeye karar vermişlerdi. They finally managed to be free that afternoon and decided to go back to the clearing in the forest. Bir önceki akşam da kısa süreliğine sokakta buluşmuşlardı. They had met briefly on the street the previous evening. Kalabalığın ortasında birbirlerine yaklaştıklarında Winston her zaman olduğu gibi Julia'ya doğru dürüst bakamamış, ama göz ucuyla baktığında onun her zamankinden daha solgun olduğunu fark etmişti. As they approached each other in the middle of the crowd, Winston couldn't get a good look at Julia, as he always did, but out of the corner of his eye, he noticed that she was paler than usual.

Julia, rahatça konuşabilecekleri kanısına varınca, "Buluşmamız yattı," diye mırıldanmıştı. "We're out of date," Julia muttered when she felt they could talk freely. "Yarın yani." "So tomorrow."

"Anlamadım." "I don't understand."

"Yarın öğleden sonra. "Tomorrow afternoon. Gelemiyorum." I can not come."

"Nedenmiş o?" "Why is that?"

"Ah, malum neden işte. "Oh, you know why. Bu kez erken başladı." It started early this time."

Winston bir an büyük bir öfkeye kapılmıştı. Winston was momentarily enraged. Julia'yla tanıştığı ay içerisinde ona duyduğu isteğin niteliği değişmişti. In the month he met Julia, the nature of his desire for her had changed. Başlangıçta bu istek pek o kadar şehvetli değildi. Initially, this request was not so sensual. İlk seferinde inadına sevişmişlerdi. The first time they had made love out of spite. Ama ikinci sevişmeden sonra her şey değişmişti. But after the second sex everything changed. Saçının kokusu, dudaklarının tadı, teninin dokunumu iliğine işlemiş, aklını başından almıştı. The smell of her hair, the taste of her lips, the touch of her skin pierced her marrow, she was blown away. Winston onsuz edemez olmuştu, Julia yalnızca istediği değil, hak kazandığını düşündüğü bir şey olup çıkmıştı. Winston couldn't help it, Julia had become something she thought she deserved, not just what she wanted. Gelemeyeceğini söylediğinde, aldatıldığı hissine kapılmıştı. When he said he couldn't come, he felt cheated. Ama tam o anda kalabalık onları birbirine yanaştırınca, elleri buluşuvermişti. But just at that moment, when the crowd brought them together, their hands met. Julia, Winston' ın parmaklarının ucunu istekle değil de, sevecenlikle sıkıp bırakmıştı. Julia had squeezed the tips of Winston's fingers, not willingly but lovingly. Winston da, insan bir kadınla yaşadığında bu düş kırıklığı çok olağan, sık sık yinelenen bir şey olsa gerek, diye geçirmişti aklından; birden, Julia'ya karşı daha önce hiç duyumsamadığı bir sevecenlik kaplamıştı yüreğini. This disappointment, too, must be a very common thing, a recurring one, Winston had thought, when one lives with a woman; suddenly a tenderness for Julia he had never felt before came over him. İçinden, keşke on yıllık evli bir çift olsaydık, demişti. He wished we were a couple that had been married for ten years. Keşke onunla sokaklarda şimdiki gibi, ama gönül rahatlığıyla ve korkusuzca yürüyor, havadan sudan konuşuyor, eve bir şeyler alıyor olsaydık, diye geçirmişti gönlünden. He wished that we could walk with him on the streets as they are now, but with peace of mind and without fear, talk about the weather and take something home, he wished. En çok da, her buluştuklarında kendilerini ille de sevişmek zorunda hissetmeden birlikte olabilecekleri bir yerleri olmasını istemişti. Most of all, she wanted a place where they could be together without necessarily having to make love every time they met. Bay Charrington'ın odasını kiralamak da, tam o sırada değil, ertesi gün aklına gelmişti. It had occurred to him, not just then, but the next day, to rent Mr Charrington's room. Bu konuyu Julia'ya açtığında, o da umulmadık bir biçimde hemen kabul etmişti. When she brought the subject up to Julia, she unexpectedly agreed. İkisi de bunun çılgınlık olduğunun farkındaydı. They both knew it was crazy. Sanki ölümlerine susamışlardı. It was as if they were thirsting for their death. Winston, şimdi yatağın kenarına oturmuş beklerken, bir kez daha Sevgi Bakanlığı'nın mahzenlerini düşünüyordu. Now, sitting on the edge of the bed and waiting, Winston was thinking once more of the cellars of the Ministry of Love. İşin tuhafı, o kaçınılmaz dehşet insanın aklından çıkmıyordu. Oddly enough, the inevitable horror haunted one's mind. Ölümden önce yaşamak zorunda oldukları dehşet, iki kere ikinin dört etmesi kadar kesin bir biçimde gelecekte onları bekliyordu. The horror they had to experience before death awaited them in the future, as certain as two plus two made four. Kaçınılması olanaksız da olsa ertelenebilirdi belki; ama insan zaman zaman, bile isteye yaptıklarıyla süreyi kısaltmayı seçiyordu. Perhaps it could have been postponed, even if it was unavoidable; but from time to time, people chose to shorten the time by deliberate actions.

Tam o sırada, merdivenin hızlı hızlı çıkıldığını duymasıyla Julia'nın odadan içeri dalması bir oldu. Just then, Julia burst into the room when she heard the stairs being climbed quickly. Bakanlık'ta bazen oradan oraya taşırken gördüğüne benzer, çadır bezinden bir alet çantası vardı elinde. He was holding a tent cloth toolbox, similar to what he sometimes sees carrying it around at the Ministry. Winston onu kucaklamak için yerinden fırladıysa da, Julia, biraz da elinde alet çantası olduğu için, kollarının arasından sıyrılıverdi. Winston jumped up to embrace her, but Julia slipped out of her arms, partly because she was carrying a toolbox.

"Bir saniye," dedi. “Wait a second,” he said. "Bırak da, neler getirdiğimi göstereyim. "Let me show you what I brought. O iğrenç Zafer Kahvesi'ni buraya da getirdin, değil mi? You brought that disgusting Victory Coffee here too, didn't you? Biliyordum. I knew. At gitsin, artık gerek kalmadı. Let the horse go, it's no longer needed. Bak." Look."

Diz çöküp çantayı ardına kadar açtı, en üstte birkaç İngilizanahtarıyla bir tornavida duruyordu, onları çıkarıp bir kenara koydu. He knelt down and opened the bag wide, at the top stood a few wrenches and a screwdriver, took them out and set them aside. Çantanın altına özenle yerleştirilmiş kâğıt paketler göründü. Paper packages appeared neatly placed at the bottom of the bag. Winston'a uzattığı ilk paketin tuhaf ama biraz da bildik bir yumuşaklığı vardı. The first package he handed Winston had a strange but somewhat familiar softness. Dokunulduğunda içeri gömülen ağır, kum gibi bir şeyler vardı içinde. It contained something heavy, sandlike, that sinks in when touched.

"Yoksa şeker mi?" "Or is it sugar?" diye sordu Winston. ' asked Winston.

"Hem de gerçek şeker. "And real sugar. Sakarin değil, şeker. It's not saccharin, it's sugar. Bak, bu da ekmek, mis gibi beyaz ekmek, bizim o berbat ekmekten değil. Look, this is the bread, the fine white bread, not our lousy bread. Al sana, küçük bir kavanoz da reçel. Here's a little jar of jam for you. Bu teneke kutuda da süt var. There is milk in this tin too. Ama asıl sürpriz burada! But the real surprise is here! Bununla gerçekten övünebilirim işte. I can really brag about that. Beze sarmam gerekti, neden dersen..." I had to wrap it in cloth, why do you say..."

Ama neden beze sardığını açıklamasına gerek kalmadı. But he didn't need to explain why he wrapped it in cloth. Winston'ın çocukluğundan tütüp gelen, ama şimdilerde bile arada sırada, ansızın kapatılan bir kapıdan dışarıya taşan ya da kalabalık bir caddeye gizemli bir biçimde yayılırken bir an duyulup sonra birden yiten o kopkoyu, sımsıcak koku odayı sarmıştı bile. The thick, warm scent that had emanated from Winston's childhood, but which, even now, occasionally spilled out through a door that was suddenly shut, or swept away mysteriously into a crowded street, was already in the room, felt for a moment and then gone.

Winston, "Kahve," diye mırıldandı, "evet, gerçek kahve." "Coffee," Winston muttered, "yes, real coffee."

"İç Parti kahvesi," dedi Julia. “Inner Party coffee,” Julia said. "Tam bir kilo." "A whole pound."

"Bütün bunları nereden buldun?" "Where did you find all this?"

"Hepsi İç Parti'nin. "All of the Inner Party. O domuzlarda yok yok. Those pigs don't exist. Neyse ki, garsonlar, uşaklar ve halktan insanlar onlardan ufak ufak araklıyorlar. Luckily, waiters, butlers, and commoners rob them little by little. Bak, küçük bir paket de çay getirdim." Look, I brought a small packet of tea."

Winston, Julia'nın yanına çökmüştü. Winston squatted next to Julia. Paketin ucunu yırttı. He tore the end of the package.

"Gerçek çay. "Real tea. Böğürtlen yaprağı değil." Not blackberry leaves."

Julia, "Son zamanlarda çay bollaştı," dedi kaygısızca. "Tea has been plentiful lately," said Julia carelessly. "Hindistan'ı mı ele geçirdiler, ne? "They've taken over India, what? Neyse, boş ver, canım, şimdi sen beni dinle. Anyway, never mind, dear, now you listen to me. Bir iki dakika arkanı döner misin? Can you turn your back for a minute or two? Git, yatağın öbür tarafına otur. Go sit on the other side of the bed. Pencereye fazla yaklaşma. Don't get too close to the window. Ben söyleyene kadar da sakın arkanı dönme." Don't turn around until I say so."

Winston, muslin perdeden dalgın dalgın aşağıya baktı. Winston looked down absently through the muslin curtain. Kolları pençe pençe olmuş kadın avluda çamaşır leğeni ile çamaşır ipi arasında hâlâ mekik dokuyordu. The woman, her arms clawed in claws, was still huddling in the courtyard between the washbasin and the clothesline. Ağzında tuttuğu iki mandalı aldı ve acıklı bir şarkı tutturdu: He took the two pegs he was holding in his mouth and sang a sad song:

Derler ki zaman her şeyi iyi edermiş, They say time heals all things,

Zamanla her şey unutulur gidermiş, In time, everything was forgotten,

Bir de bana sor, o gözyaşları ve kahkahalar, And ask me, those tears and laughter,

Bugün hâlâ canımı yakar, yüreğimi dağlar! It still hurts me today, it breaks my heart!