2. Bölüm - IV (b)
Part 2 - IV (b)
Belli ki, içler acısı şarkıyı baştan sona ezbere biliyordu.
He obviously knew the deplorable song from beginning to end by heart.
Güzelim yaz havasında hoş bir ezgiyle yükselen sesi sanki mutlu bir karasevdayla yüklüydü.
Her voice, which rose with a pleasant melody in the beautiful summer air, seemed to be loaded with a happy infatuation.
Şu haziran akşamı hiç bitmese, leğendeki çamaşırlar hiç tükenmese, orada yıllarca bebek bezlerini mandallayıp ipe sapa gelmez şarkılar söyleyip dursa, dünyanın en mutlu insanı olacaktı sanki.
If that June evening never ended, if the laundry in the tub never ran out, if he had been latching diapers for years and singing incongruous songs, he would have been the happiest person in the world.
Ama Winston, birden, o güne kadar bir tek Parti üyesinin bile kendi başına ve içinden gelerek şarkı söylediğini duymamış olmasının ne kadar tuhaf olduğunu fark etti.
But Winston suddenly realized how strange it was that he had never heard a single Party member sing spontaneously and spontaneously.
Bir Parti üyesinin şarkı söylemesi herhalde hem bir yozluk hem de kendi kendine konuşmak kadar tehlikeli bir gariplik olarak görülürdü.
For a Party member to sing would probably be seen as both a depravity and an oddity as dangerous as talking to oneself.
Kim bilir, belki de, insanlar ancak açlık başlarına vurduğu zaman şarkı söylüyorlardı.
Who knows, maybe people only sang when hunger hit them.
"Artık dönebilirsin," dedi Julia.
"You can go back now," said Julia.
Winston arkasına dönünce onu bir an tanıyamadı.
When Winston turned around, he did not recognize her for a moment.
Aslında Julia'yı çırılçıplak görmeyi bekliyordu.
In fact, he expected to see Julia naked.
Ama çıplak değildi.
But she was not naked.
Gördüğü değişiklik çok daha şaşırtıcıydı.
The change he saw was even more surprising.
Makyaj yapmıştı.
She was wearing makeup.
Demek, proleter mahallesinde bir dükkâna girip bir sürü makyaj malzemesi almıştı.
So, she went into a shop in the proletarian quarter and bought a lot of make-up.
Dudaklarını kıpkırmızı boyamış, yanaklarına allık sürmüş, burnunu pudralamıştı; gözlerinin altına bile, daha parlak gösteren bir şey sürmüştü.
She had painted her lips crimson, blushed her cheeks, powdered her nose; even under his eyes, he wore something that made it look brighter.
Gerçi makyaj pek ustaca yapılmamıştı, ama Winston'ın bu konuda üstün bir beğenisi olduğu da söylenemezdi.
Although the make-up was not very skillful, Winston could not be said to have a superior taste in it.
Şimdiye kadar Partili bir kadını makyajlı olarak ne görmüş ne de hayal etmişti.
Until now, he had neither seen nor dreamed of a Party woman with make-up.
Julia'nın görünüşündeki değişim şaşırtıcıydı.
The change in Julia's appearance was surprising.
Doğru yerleri azıcık renklendirmek onu daha da güzelleştirmekle kalmamış, çok daha kadınsı kılmıştı.
A little color in the right places not only made it even more beautiful, it made it much more feminine.
Ayrıca, kısacık saçları ve tulumuyla bir oğlan çocuğunu andırması, onu daha da dişi kılıyordu.
Also, the fact that she resembled a boy with her short hair and overalls made her even more feminine.
Winston, Julia'yı kollarına aldığında, burnuna ucuz bir menekşe parfümünün kokusu çarptı.
When Winston took Julia in his arms, the scent of cheap violet perfume hit his nose.
Bodrum katındaki mutfağın loş ışığını ve o kadının tek bir diş kalmamış ağzını anımsadı.
He remembered the dim light of the basement kitchen and the woman's mouth with not a single tooth left.
Julia da aynı parfümü sürmüştü, ama o anda bir önemi yoktu.
Julia had put on the same perfume, but it didn't matter at the time.
"Demek parfüm de sürdün!"
"So you put on perfume too!"
dedi.
said.
"Evet, canım, parfüm de sürdüm.
"Yes, dear, I also put on perfume.
Bir dahaki gelişimde ne yapacağım biliyor musun?
You know what I'll do next time I come?
Bir yerden gerçek bir kadın elbisesi bulup şu rezil pantolonun yerine onu giyeceğim.
I'm going to find a real women's dress somewhere and wear it instead of those lousy trousers.
Ayrıca ipek çoraplar ve yüksek topuklu ayakkabılar giyeceğim!
I will also wear silk stockings and high heels!
Bu odadan içeri girdiğimde, Partili bir yoldaş değil, bir kadın olacağım."
When I enter this room, I will be a woman, not a Party comrade."
Üstlerindekileri çıkarıp fırlattıkları gibi, koskocaman maun karyolaya attılar kendilerini.
They threw themselves on the huge mahogany bed as they took off their clothes and threw them away.
Winston, Julia'nın önünde ilk kez çırılçıplak soyunuyordu.
It was the first time Winston had undressed naked in front of Julia.
Şimdiye kadar bembeyaz ve çelimsiz gövdesinden, baldırlarındaki varisli damarlardan, ayak bileğinin üzerindeki soluk çıbandan o kadar utanmıştı ki.
By now she had been so embarrassed by her white and frail torso, the varicose veins on her calves, the pale boil on her ankle.
Yatakta çarşaf yoktu, ama üstlerine örttükleri eski battaniye yumuşaktı; karyolanın çok geniş ve yaylı olması ikisini de çok şaşırtmıştı.
There were no sheets on the bed, but the old blanket they had draped over them was soft; The fact that the bed was so wide and springy surprised both of them.
Julia, "Tahtakurusundan geçilmiyordur herhalde, ama kimin umurunda," dedi.
“You can't possibly get through bedbugs, but who cares,” Julia said.
Çift kişilik karyolalara, proleterlerin evleri dışında, artık pek rastlanmıyordu.
Double beds were no longer to be found, except in the homes of the proletarians.
Winston'ın, çocukluğunda böyle karyolalarda yattığı olmuştu; Julia ise anımsadığı kadarıyla böyle bir karyolada hiç yatmamıştı.
Winston had slept on cots like this as a child; Julia, on the other hand, had never slept on a cot like this, as far as she could remember.
Çok geçmeden uykuya daldılar.
They soon fell asleep.
Winston uyandığında saat dokuza geliyordu.
It was nine o'clock when Winston awoke.
Hiç kıpırdamadı, çünkü Julia'nın başı kolunun üstündeydi.
He didn't move, for Julia's head was on his arm.
Makyajının Winston'ın yüzüne ve yastığa bulaşmış olmasına karşın, yüzünde kalan hafif allık gamzesinin güzelliğini ortaya çıkarıyordu.
Even though her make-up was smeared on Winston's face and the pillow, the slight blush that remained on her face brought out the beauty of her dimple.
Batmakta olan güneşin sarı ışınları karyolanın ayakucuna vuruyor, cezvedeki suyun fokurdadığı ocağı aydınlatıyordu.
The yellow rays of the setting sun were hitting the foot of the bed, illuminating the hearth where the water in the coffee pot was bubbling.
Avludaki kadın şarkıyı kesmişti, ama uzaktan uzağa sokaktaki çocukların bağırtıları geliyordu.
The woman in the courtyard had stopped singing, but in the distance came the shouts of children in the street.
Winston, artık belleklerden silinmiş olan geçmişte, bir kadınla bir erkeğin serin bir yaz akşamı yatakta böyle çırılçıplak yatmaları, kendilerini kalkmak zorunda hissetmeden diledikleri zaman sevişmeleri, akıllarına geleni konuşmaları, orada öylece uzanıp dışarıdan gelen dingin sesleri dinlemeleri olağan bir şey miydi, diye geçirdi aklından.
In the now-forgotten past, Winston wondered, was it normal for a man and a woman to lie naked in bed like this on a cool summer evening, making love whenever they wished without having to get up, talking whatever they wanted, lying there and listening to the quiet sounds coming from outside?
Bütün bunların olağan karşılandığı bir dönem asla yaşanmış olamazdı.
There could never have been a period when all these were considered normal.
Tam o sırada uyanan Julia dirseği üstünde doğrulup gaz sobasına baktı.
Just then, waking up, Julia sat up on her elbow and stared at the gas stove.
"Suyun yarısı buhar olup uçtu," dedi.
“Half the water evaporated and evaporated,” he said.
"Şimdi kalkar, kahveyi yaparım.
"I'll get up now and make the coffee.
Bir saatimiz var.
We have an hour.
Senin apartmanda ışıkları kaçta kesiyorlar?"
What time do they turn off the lights in your apartment?"
"Yirmi üç otuzda."
"Twenty-three thirty."
"Yurtta yirmi üçte kesiyorlar.
"They cut it at twenty-thirds in the dormitory.
Ama içeriye daha erken girmek zorundasın, çünkü... Hişt!
But you have to get in earlier, because... Hush!
Defol, iğrenç yaratık!"
Get out, you disgusting creature!”
Birden yataktan aşağıya eğildi, yerden kaptığı bir ayakkabıyı, o sabah İki Dakika Nefret sırasında Goldstein'a sözlüğü nasıl fırlattıysa, tıpkı bir oğlan çocuğu gibi odanın köşesine fırlatıverdi.
Suddenly he bent down from the bed, snatching a shoe from the floor and threw it into the corner of the room, like a boy had threw the dictionary at Goldstein during the Two Minutes Hate that morning.
Winston, şaşkınlık içinde, "Neydi o?"
"What was that?" Winston asked in surprise.
diye sordu.
she asked.
"Sıçan.
"Rat.
Ahşap kaplamanın arasından çirkin burnunu çıkardığını gördüm.
I saw him stick his ugly nose through the wood trim.
Orada bir delik var.
There is a hole there.
Neyse, ödü bokuna karıştı."
Anyway, he got scared in his shit."
"Sıçan ha!"
"Rat huh!"
diye mırıldandı Winston.
muttered Winston.
"Bu odada!"
"In this room!"
Julia, yeniden yatağa uzanırken, "Ohoo, her yerde cirit atıyorlar," dedi umursamaz bir sesle.
"Oh, they're all over the place," said Julia indifferently, as she lay back on the bed.
"Bizim yurdun mutfağında bile yakaladık.
"We even caught it in the kitchen of our dorm.
Londra'nın bazı mahalleleri kum gibi sıçan kaynıyor.
Some parts of London are swarming with rats like sand.
Biliyor musun, çocuklara saldırıyorlar.
You know, they attack children.
Evet, resmen çocukların üstüne atlıyorlar.
Yep, they're literally jumping on the kids.
Öyle sokaklar var ki, kadınlar bebeklerini iki dakika yalnız bırakamıyorlar.
There are such streets that women cannot leave their babies alone for two minutes.
Hani şu iri, kahverengi olanlar var ya, onlar işte.
You know those big brown ones, that's them.
En fecisi de bu yaratıkların hep..."
Worst of all, these creatures always…”
Winston, gözleri sımsıkı kapalı, "Yeter, uzatma!"
"Enough, don't go!" Winston said, eyes tightly closed.
dedi.
"Bir tanem!
"My love!
Sapsarı kesildin.
You're pale.
Ne oldu?
What happened?
Miden mi bulandı yoksa?"
Are you nauseous or not?"
"Sıçandan daha korkunç bir şey yoktur bu dünyada!"
"There is nothing more terrible than a rat in this world!"
Julia ona iyice sokuldu, bedeninin sıcaklığıyla güven vermek için kolları ve bacaklarıyla sarıp sarmaladı Winston'ı.
Julia snuggled close to him, wrapping Winston with her arms and legs to reassure him with the warmth of her body.
Winston gözlerini hemen açmadı.
Winston did not open his eyes immediately.
Yaşamı boyunca zaman zaman gördüğü bir karabasanı bir kez daha görür gibi olmuştu.
It was as if he was seeing once again a nightmare he had seen from time to time throughout his life.
Hiç değişmiyordu.
It never changed.
Karanlık bir duvarın önünde duruyordu; duvarın öbür yanında dayanılmaz bir şey, görmeyi göze alamayacağı bir şey vardı.
He was standing in front of a dark wall; On the other side of the wall was something unbearable, something he could not afford to see.
Rüyasında, aslında karanlık duvarın ardında ne olduğunu bildiği için hep kendi kendini kandırdığı duygusuna kapılıyordu O şeyi, beyninin bir parçasını kopartıp çıkarıyormuşçasına korkunç bir çabayla tutup ortaya çıkarabilecekti sanki.
In his dreams, he always had the feeling that he was deceiving himself, knowing what was actually behind the dark wall.
Ama her seferinde, o şeyin ne olduğunu anlayamadan uyanıyordu; gel gör ki, lafını ağzına tıkadığında Julia'nın söylemekte olduğu şeyle bir bağlantısı vardı.
But each time he woke up without realizing what that thing was; but it had something to do with what Julia was saying when she hung up.
"Kusura bakma," dedi; "bir şey yok.
"Sorry," he said; "there is nothing.
Sıçanlardan nefret ederim de."
And I hate rats."
"Merak etme, bir tanem, o iğrenç yaratıklar buraya asla giremeyecek.
"Don't worry sweetie, those disgusting creatures will never get in here.
Gitmeden kalın bir bezle tıkarım deliği.
I'll plug the hole with a thick cloth before I go.
Bir dahaki gelişimizde de alçıyla sıvayıp kapatırım orayı."
Next time we come, I'll plaster it up and seal it up."
Winston'ın kapıldığı ürkü biraz olsun yatışmıştı.
Winston's fright had subsided a little.
Biraz da utanarak doğruldu, yatağın başucuna yaslandı.
A little embarrassed, he straightened up and leaned against the head of the bed.
Julia kalkıp tulumunu giydi, kahveyi yaptı.
Julia got up, put on her overalls, and made the coffee.
Cezveden yükselen koku o denli yoğun ve çekiciydi ki, kimse fark edip kuşkulanmasın diye pencereyi kapatmak zorunda kaldılar.
The smell rising from the coffee pot was so intense and attractive that they had to close the window so that no one would notice and suspect.
Kahvenin tadına bir diyecek yoktu, ama gerçek şekerle yapılmış kahvenin köpüğü olağanüstüydü, yıllardır şeker yerine sakarin kullanan Winston'ın nerdeyse unuttuğu bir şeydi bu.
The coffee tasted good, but the froth of real sugar coffee was phenomenal, something Winston, who had been using saccharin for years, had almost forgotten.
Julia, bir eli cebinde, bir elinde reçelli ekmek, odanın içinde geziniyor, kitaplığa öylesine göz gezdiriyor, açılır kapanır masanın neresinin onarılacağını gösteriyor, rahat olup olmadığını anlamak için kendini eski kanapeye bırakıyor, on iki rakamlı tuhaf saati muzip bakışlarla inceliyordu.
Julia, one hand in her pocket and bread with jam in the other, was walking around the room, glancing casually at the bookshelf, showing where to repair the folding table, dropping herself on the old sofa to see if it was comfortable, examining the odd twelve-number clock with a mischievous look.
Cam ağırlığı, ışıkta daha iyi görebilmek için yatağın yanına getirdi.
He brought the glass weight to the side of the bed so he could see better in the light.
Winston onu Julia'nın elinden aldı, iri bir yağmur damlasını andıran cama bir kez daha büyülenerek baktı.
Winston took it from Julia's hand, gazing once more fascinated at the glass like a large raindrop.
"Sence nedir bu?"
"What do you think this is?"
dedi Julia.
said Julia.
"Bence hiçbir şey değil... Diyeceğim, bir işe yaradığını sanmıyorum.
"I don't think it's anything... I'll say, I don't think it's working.
O yüzden hoşuma gidiyor ya.
That's why I like it.
Tarihin, değiştirmeyi unuttukları küçücük bir parçası.
A tiny piece of history that they forgot to change.
Yüz yıl önceden bir bildiri, okumasını bilene kuşkusuz."
A statement a hundred years ago, no doubt to anyone who knows how to read it."
"Ya şuradaki resim" –karşı duvardaki gravürü gösterdi– "o da yüz yıllık var mıdır?"
"And that picture over there"—he pointed to the engraving on the opposite wall—"is it a hundred years old, too?"
"Daha fazla.
İki yüz yıllık falan olabilir.
It could be two hundred years or something.
Kim bilir.
Who knows.
Bugünlerde hiçbir şeyin yaşı anlaşılmıyor ki."
Nothing gets old these days."
Julia gidip yakından baktı.
Julia went and took a closer look.
Resmin hemen altındaki deliğe ayağıyla vurarak, "O pis hayvan burnunu buradan çıkardı işte," dedi.
"That's where that filthy beast got his nose out," he said, tapping the hole just below the picture with his foot.
"Burası neresi dersin?
"What do you think this place is?
Daha önce gördüm sanki."
It's like I've seen it before."
"Bir kilise ya da bir zamanlar kiliseymiş.
"A church, or once was a church.
St.
Clement Kilisesi'ymiş adı."
St. Clement's Church."
Aklına, Bay Charrington'ın öğrettiği çocuk şarkısının sözleri geldi ve burnunun direği sızlayarak ekledi: "'Portakal var, limon var' diye çalar çanları St.
He thought of the words to the children's song Mr. Charrington had taught him, and he added with a stinging nose: "'There are oranges, there are lemons,' the bells are ringing in St.
Clement'in!"
Julia onun kaldığı yerden alıp devam edince, ağzı açık kaldı:
Her mouth fell open as Julia picked up where she left off and continued:
"Nerde benim üç çeyreğim" diye çalar çanları St.
"Where are my three quarters," the bells of St.
Martin'in,
Martin's,
"Ödesene şu borcunu" diye çalar çanları Old Bailey'nin...
"Pay your debt" bells ringing the Old Bailey's...
"Sonrası nasıldı, hatırlamıyorum.
"I don't remember what it was like afterwards.
Ama sonu aklımda, şöyle bitiyordu: 'Al şu mumu, doğru yatağına, yoksa yersin baltayı kafana!'"
But the end, in my mind, was like this: 'Take that candle, right to your bed, or you'll eat the ax on your head!'"
Şarkı birbirini bütünleyen dizelerle sürüp gidiyordu.
The song continued with the lines that complemented each other.
Ama "... diye çalar çanları Old Bailey'nin" sözlerinin ardından gelen bir dize daha olmalıydı.
But there had to be another line after the words "... the Old Bailey chimes".
Belki biraz zorlasalar Bay Charrington anımsayıverirdi.
Perhaps Mr Charrington would have remembered if they had pushed a little harder.
Winston, "Kim öğretti bunu sana?"
Winston, "Who taught you that?"
diye sordu.
"Dedem.
"My grandfather.
Küçükken hep söylerdi bana.
He always told me when I was little.
Ben sekiz yaşındayken buharlaştırıldı, senin anlayacağın ortadan kayboldu," diye yanıtladı Julia.
It evaporated when I was eight years old, you know, disappeared,” Julia replied.
Sonra da hiç ilgisi yokken, "Limonun ne olduğunu hep merak etmişimdir," diye ekledi.
"I've always wondered what a lemon is," he added, uninterestedly.
"Portakal gördüm ama.
"But I saw oranges.
Kalın kabuklu, sarı, yuvarlak bir meyve işte."
It's a yellow, round fruit with a thick skin."
"Ben limonu hatırlıyorum," dedi Winston.
"I remember the lemon," said Winston.
"Ellili yıllarda çok vardı.
“There was a lot in the fifties.
O kadar ekşiydi ki, koklamak bile dişlerini kamaştırırdı"
It was so sour that even smelling it made your teeth dazzle."
"Bahse girerim, resmin arkası tahtakurusundan geçilmiyordur," dedi Julia.
“I bet you can't get bedbugs on the back of the painting,” Julia said.
"Bir gün indireyim de, bir güzel temizleyeyim.
"I'll take it down one day and clean it well.
Artık çıksak iyi olacak sanırım.
I think we'd better get out now.
Şu makyajı sileyim.
Let me remove that makeup.
Of, sıkıldım!
I'm bored!
Sonra da senin yüzündeki dudak boyalarını çıkarırım."
And then I'll remove the lip crayons from your face."
Winston yatakta biraz daha kaldı.
Winston stayed in bed a little longer.
Oda kararmaktaydı.
The room was getting dark.
Işığa doğru döndü, yattığı yerden cam kâğıt ağırlığını seyre daldı.
He turned toward the light, laying down, contemplating the glass paperweight.
İnsanın ondan gözünü alamamasının nedeni, içindeki mercan parçasından çok, bütünüyle camın içerisiydi.
The reason why one couldn't take one's eyes off it was the whole glass, rather than the coral inside.
Dipsiz bir kuyu gibi olmasına karşın, handiyse hava kadar saydamdı.
Although it was like a bottomless pit, it was almost as transparent as air.
Sanki camın yüzeyi gökkubbeydi de, altında tekmil havaküresiyle küçük bir dünya vardı.
It was as if the surface of the glass was the dome of the sky, and under it was a small world with all its atmosphere.
Winston'a, bu küçük dünyanın içine girebilirmiş, dahası maun karyola, açılır kapanır masa, saat, çelik gravür ve kâğıt ağırlığının kendisi de bu dünyanın içindeymiş gibi geliyordu.
It seemed to Winston that he could enter this little world, and moreover, the mahogany bed, the convertible table, the clock, the steel engraving, and the paperweight itself were in this world.
Kâğıt ağırlığı Winston'ın içinde bulunduğu odaydı, mercan parçası da Julia'nın ve kendisinin kristalin tam ortasına sonsuza dek yerleşmiş yaşamları.
The paperweight was the room Winston was in, and the piece of coral was the lives of Julia and herself, forever settled in the very center of the crystal.