3. Bölüm - II (c)
Winston, bir an, öyleyse bana neden işkence yapıyorlar ki, diye geçirdi aklından. O'Brien, Winston aklından geçeni yüksek sesle söylemiş gibi, birden durdu. Gözlerini kısarak o kocaman, çirkin yüzüyle Winston'ın tepesine dikildi.
"Seni önünde sonunda yok edeceğimize göre, söyleyeceğin ya da yapacağın hiçbir şeyin bir şey değiştirmeyeceğini düşünüyorsun," dedi. "O zaman da, seni neden önce sorgulamaya kalktığımızı merak ediyorsun. Aklından geçen bu, öyle değil mi?"
"Evet," dedi Winston.
O'Brien hafifçe gülümsedi. "Sen çürük malsın, Winston. Temizlenmesi gereken bir lekesin. Demin, bizim geçmişteki zorbalardan farklı olduğumuzu söylemedim mi sana? Biz zoraki boyun eğilmesinden de, kölece boyun eğilmesinden de hoşlanmayız. Bize özgür iradenle teslim olmalısın. Biz, sapkınları bize direniyor diye yok etmeyiz; direndikleri sürece asla yok etmeyiz. İnançlarından döndürür, kafalarının içini ele geçirip yeniden biçimlendiririz. İçlerindeki tüm kötülükleri, tüm yanılgıları silip atar, lafta değil, canıgönülden saflarımıza katılmalarını sağlarız. Öldürmeden önce bizden biri yaparız. Ne kadar gizli ve güçsüz olursa olsun hiçbir yanlış düşüncenin bu dünyada barınmasına katlanamayız. Ölüm anında bile herhangi bir sapmaya izin veremeyiz. Eskiden sapkın diri diri yakılmaya giderken bile sapkınlığından vazgeçmez, vazgeçmek şöyle dursun, övünerek ilan edermiş sapkınlığını. Rusya'daki temizlik hareketlerinin kurbanları bile kurşuna dizilmeye giderken asi düşüncelerini kafalarının içinde korurlarmış. Oysa biz beyni tuzla buz etmeden önce kusursuz bir hale getiririz. Eski despotluklar, 'Şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın' diye buyuruyordu. Totaliterler, Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın' diye dayatıyorlardı. Biz ise, insanlara, 'Sen aslında şusun, aslında şöyle düşünüyorsun, şuna inanıyorsun' diye bastırıyoruz. Buraya getirdiğimiz hiç kimse bize karşı koyamaz. Herkes pirüpak edilir. Hani şu masum olduklarına inandığın üç alçak hain vardı ya, Jones, Aaronson ve Rutherford, sonunda onları bile yola getirdik. Sorgulamalarına ben de katılmıştım. Yavaş yavaş çözüldüklerini, yalvarıp yakardıklarını, ağlayıp sızladıklarını gördüm; üstelik acıdan ya da korkudan değil, sırf pişmanlıktan. Onlarla işimiz bittiğinde birer insan müsveddesine dönmüşlerdi. Yaptıklarına üzülüyor ve Büyük Birader'e sevgi duyuyorlardı, hepsi o kadar. Onu ne kadar çok sevdiklerini görmek insanın yüreğine işliyordu. Zihinleri tertemiz olmuşken ölebilmek için, bir an önce kurşuna dizelim diye yalvarıyorlardı."
Konuşurken kendinden geçiyordu. Hâlâ cezbede gibiydi, yüzündeki çılgınca coşku silinmiş değildi. Winston, rol yapmıyor, diye geçirdi içinden, ikiyüzlü değil, söylediği her sözü inanarak söylüyor. Winston'a en ağır gelen, kendi düşünsel zayıflığının ayırdında olmasıydı. O'Brien'ın iri ama kalıplı gövdesi odanın içinde gidip geliyor, bir görünüyor, bir kayboluyordu. O'Brien, kendisinden her bakımdan büyük biriydi. Kendisinin bilip bileceği tüm düşünceleri çoktan öğrenmiş, incelemiş ve yadsımıştı. Zihni, Winston'ın zihnini kapsıyordu. Peki, o zaman, O'Brien nasıl deli olabilirdi ki? Deli olan, kendisi olsa gerekti. O'Brien, tepesinde durup Winston'a baktı. Sesi yine dikleşmişti.
"Yelkenleri suya indirerek paçayı kurtaracağını sanıyorsan yanılıyorsun, Winston. Yoldan çıkanlar hiçbir zaman bağışlanmaz. Yaşamana izin versek bile, bizden asla kurtulamazsın. Bu işin sonu yok. Şimdiden bilesin. Seni öyle bir ezeceğiz ki, geri dönüşün olmayacak. Başına öyle işler gelecek ki, bin yıl yaşasan düzelemeyeceksin. Bir daha asla normal bir insanın duyumsadıklarını duyumsayamayacaksın. Yüreğindeki her şey ölmüş olacak. Bundan sonra sevgi nedir, dostluk nedir bilmeyeceksin; ne yaşama sevinci ne gülüp eğlenmek ne merak ne cesaret ne de dürüstlük, hepsinden yoksun kalacaksın. Bomboş bir adam olacaksın. Sıkıp içini boşalttıktan sonra, içine kendimizi dolduracağız."
Sözünü bitirdikten sonra beyaz önlüklü adama işaret etti. Winston, başının arkasına büyükçe bir aygıtın yerleştirildiğini fark etti. O'Brien yatağın yanı başına oturduğu için, yüzü Winston'ın yüzüyle aynı hizadaydı.
Winston'ın başının üzerinden, beyaz önlüklü adama, "Üç bin," dedi.
Winston'ın şakalarına hafif nemli birer ped yerleştirildi. Winston, yeniden canının yanacağını sanarak sindi. O'Brien, Winston'ın elini tutarak sevecenlikle güven verdi.
"Bu sefer canın yanmayacak," dedi. "Gözlerini gözlerimden ayırma."
Tam o sırada, müthiş bir patlama oldu ya da patlamaya benzer bir şey, çünkü herhangi bir ses çıkıp çıkmadığı belli değildi. Kesin olan bir şey varsa, o da kör edici bir ışığın çaktığıydı. Winston'ın canı yanmamış, ama yüzükoyun dönmüştü. Daha önce sırtüstü yatarken, her nasılsa yüzükoyun döndürülmüştü sanki. Müthiş ama acısız bir darbe onu yere sermişti. Bu arada kafasının içinde de bir şey olmuştu. Gözleri yeniden görmeye başladığında, kim olduğunu ve nerede olduğunu anımsadı ve kendisine bakan yüzü tanıdı; ama beyninden bir parça alınmış gibi, bir yerlerde büyük bir boşluk vardı.
"Çok uzun sürmeyecek," dedi O'Brien. "Gözlerimin içine bak. Okyanusya hangi ülkeyle savaşıyor?"
Winston şöyle bir düşündü. Okyanusya'dan ne kast edildiğini ve kendisinin Okyanusya'nın bir yurttaşı olduğunu biliyordu. Avrasya ile Doğuasya'yı da anımsıyordu; ama kimin kiminle savaştığını bilmiyordu. Aslında, bir savaş olduğunun bile ayırdında değildi.
"Anımsamıyorum."
"Okyanusya, Doğuasya'yla savaşıyor. Şimdi anımsadın mı?"
"Evet."
"Okyanusya en başından beri Doğuasya'yla savaşta. Senin yaşamının, Parti'nin, tarihin başlangıcından bu yana savaş, hep aynı savaş aralıksız sürüyor Bunu anımsıyor musun?"
"Evet."
"On bir yıl önce, vatana ihanetten ölüme mahkûm edilen üç adam hakkında bir efsane uydurdun. Onların masum olduğunu kanıtlayan bir kâğıt parçası gördüğünü sandın. Oysa böyle bir kâğıt hiç olmadı. Onu sen uydurdun, sonra da kendini buna inandırdın. Şimdi de onu ilk uydurduğun anı anımsa bakalım. Anımsıyor musun?"
"Evet."
"Şimdi bak, elimin parmaklarını görüyor musun? Beş parmak gördün. Bunu anımsıyor musun?"
"Evet."
O'Brien sol elinin parmaklarını kaldırmış, ama başparmağını kapatmıştı.
"Beş parmak var. Beş parmağı görüyor musun?"
"Evet."
Ve bir an için, zihni yerine gelinceye kadar, gerçekten de beş parmak gördü. Tastamam beş parmaktı gördüğü. Sonra her şey yeniden normale döndü, eski korku, nefret ve şaşkınlık doludizgin geri geldi. Ama bir an –ne kadar olduğunu bilmiyordu, belki otuz saniye– kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık bir biçimde görmüştü; O'Brien'ın her yeni uyarısı beynindeki boşluğun bir bölümünü doldurmuş ve mutlak gerçek olup çıkmıştı; öyle ki, gerekirse iki kere iki beş edebildiği gibi üç de edebilirdi. O'Brien daha elini indirmeden her şey silinip gitmişti; gerçi yeniden göremiyordu, ama anımsayabiliyordu, tıpkı bir insanın çok eskiden, bambaşka biriyken yaşadığı bir olayı olanca canlılığıyla anımsaması gibi.
"Gördün mü," dedi O'Brien, "pekâlâ olabiliyormuş işte."
"Evet," dedi Winston.
O'Brien, bu kadarını yeterli bulmuşçasına, yerinden kalktı. Winston, sol tarafındaki beyaz önlüklü adamın bir ampulü kırıp içindeki sıvıyı şırıngaya çektiğini gördü. O'Brien gülümseyerek Winston'a döndü. Hep yaptığı gibi, gözlüğünü burnunun üstünde geriye itti.
"Güncende yazdıklarını anımsıyor musun?" dedi. "Hiç değilse seni anlayan ve konuşulabilecek biri olduğum için, benim dost ya da düşman olmamın bir önemi olmadığını yazmıştın. Haklıydın. Seninle konuşmaktan zevk alıyorum. Kafan bana uyuyor. Kafan benimkine benziyor, ama sen biraz kaçıksın. Sorgu sona ermeden, istersen birkaç soru sorabilirsin bana."
"Ne istersem sorabilir miyim?"
"Ne istersen." O sırada Winston'ın gözlerinin kadrana kaydığını gördü. "Merak etme, kapalı. İlk sorunu sor bakalım."
"Julia'ya ne yaptınız?" dedi Winston.
O'Brien bir kez daha gülümsedi. "Julia sana ihanet etti, Winston. Hem de anında, hiç duraksamadan. Doğrusu, bu kadar çabuk taraf değiştiren birini çok az gördüm. Görsen tanıyamazsın. Asiliğinden, düzenbazlığından, çılgınlığından ve bozgunculuğundan eser kalmadı, hepsinden arındırıldı. Ders kitaplarına geçecek kadar kusursuz bir biçimde döndürüldü."
"İşkence yaptınız mı ona?"
O'Brien bu soruyu yanıtsız bıraktı. "Başka soru?" dedi.
"Büyük Birader diye biri var mı?"
"Tabii ki var. Parti var. Büyük Birader, Parti'nin cisme bürünmüş halidir."
"Peki, ama benim var olduğum gibi mi var?"
"Sen yoksun ki," dedi O'Brien.
Winston bir kez daha umarsızlığa kapıldı. Var olmadığını kanıtlayan savları biliyor, en azından kestirebiliyordu, ama bunların hepsi çok saçmaydı, kelime oyunundan başka bir şey değildi. "Sen yoksun ki" açıklaması mantık açısından tam bir saçmalık değil miydi? Ama bunu söylemenin ne yararı vardı ki? O'Brien'ın, o yanıtlanması olanaksız, çılgınca savlarla kendisini yerle bir edeceğini düşünerek irkildi.
"Bence varım," dedi yorgun bir sesle. "Kim olduğumun farkındayım. Doğdum, öleceğim. Kollarım ve bacaklarım var. Boşlukta bir yer kaplıyorum. Başka hiçbir somut nesne benimle aynı anda aynı yeri kaplayamaz. Peki, Büyük Birader'in de bu anlamda var olduğu söylenebilir mi?"
"Hiç önemli değil. Büyük Birader var."
"Peki, Büyük Birader bir gün ölecek mi?"
"Tabii ki ölmeyecek. Nasıl ölebilir ki? Başka soru?"
"Kardeşlik diye bir örgüt var mı?"
"Bunu asla öğrenemeyeceksin, Winston. Seninle işimiz bittiğinde seni salıversek de, doksan yaşına kadar da yaşasan, bu sorunun yanıtının Evet mi, yoksa Hayır mı olduğunu asla öğrenemeyeceksin. Ömrün boyunca kafanda, çözülmemiş bir bilmece olarak kalacak."
Winston yattığı yerde hiç sesini çıkarmadı. Göğsü biraz daha hızlı inip kalkmaya başlamıştı. İlk aklına gelen soruyu hâlâ sormamıştı. Sormak zorundaydı, ama bir türlü soramıyordu. O'Brien'ın yüzünden, bu işi eğlenceli bulduğu anlaşılıyordu. Gözlüğünün camlarından bile alaycı bir parıltı yansıyor gibiydi. Winston ansızın, biliyor, dedi içinden, ne soracağımı biliyor! Ve aklından geçen soruyu soruverdi:
"101 Numaralı Oda'da ne var?"
O'Brien'ın yüz ifadesinde hiçbir değişiklik olmadı. Donuk bir sesle yanıtladı:
"101 Numaralı Oda'da ne olduğunu biliyorsun, Winston. 101 Numaralı Oda'da ne olduğunu herkes bilir."
Beyaz önlüklü adama parmağıyla işaret etti. Anlaşılan, oturum sona ermişti. Winston'ın koluna bir iğne saplandı. O anda uykuya daldı.