3. Bölüm - VI (a)
Chapter 3 - VI (a)
VI
VI
Kestane Ağacı Kahvesi'nde nerdeyse in cin top oynuyordu.
Almost gin was playing ball at Chestnut Tree Cafe.
Pencereden içeri vuran gün ışığı, tozlu masaları sapsarı aydınlatıyordu.
The sunlight pouring in through the window illuminated the dusty tables yellow.
Kimselerin olmadığı, saat on beş sularıydı.
It was about fifteen o'clock, when there was no one.
Tele+ekranlardan cızırtılı bir müzik sesi geliyordu.
A sizzling music sound was coming from the tele+screens.
Winston her zamanki köşesinde oturmuş, önündeki boş kadehe dalıp gitmişti.
Winston sat in his usual corner, staring at the empty glass in front of him.
Arada sırada başını kaldırıp, karşı duvardan kendisini izleyen kocaman yüze bakıyordu.
Every now and then he looked up at the huge face that was watching him from the opposite wall.
Altında, BÜYÜK BİRADER'İN GÖZÜ ÜSTÜNDE yazıyordu.
Below it was written BIG BROTHER'S EYES.
Garsonlardan biri çağrılmadan gelip Winston'ın kadehine ağzına kadar Zafer Cini doldurdu, bir başka şişeyi sallaya sallaya da mantarının ucundaki emzikten birkaç damla damlattı.
One of the waiters came without being summoned, pouring Victory Gin into Winston's glass to the brim, shaking another bottle or dripping a few drops from the spout at the end of the cork.
Karanfil rayihalı sakarin, Kestane Ağacı Kahvesi'nin spesiyalitesiydi.
Clove-scented saccharine was the specialty of Chestnut Tree Brown.
Winston'ın kulağı tele+ekrandaydı.
Winston's ear was on the tele+screen.
O sırada yalnızca müzik çalıyordu, ama her an Barış Bakanlığı'nın özel haber bülteni okunabilirdi.
Only music was playing at the time, but the Ministry of Peace's special newsletter could be read at any time.
Afrika cephesinden gelen son haberler hiç de iç açıcı değildi.
The latest news from the African front was not encouraging at all.
Sabahtan akşama kadar, orada neler olduğunu merak edip durmuştu.
From morning to night he had wondered what was going on there.
Bir Avrasya ordusu (Okyanusya, Avrasya'yla savaştaydı: Okyanusya, Avrasya'yla her zaman savaşta olmuştu) güneye doğru yıldırım hızıyla ilerliyordu.
A Eurasian army (Oceania was at war with Eurasia: Oceania had always been at war with Eurasia) was advancing south at lightning speed.
Öğle haberlerinde belirli bir bölgeden söz edilmemişti, ama Kongo Irmağı'nın ağzı daha şimdiden savaş yerine dönmüş olsa gerekti.
No particular area was mentioned in the noon news, but the mouth of the Congo River must have already turned into a battleground.
Brazzaville ve Leopoldville tehlikedeydi.
Brazzaville and Leopoldville were in danger.
Bunun ne anlama geldiğini anlamak için haritaya bakmak gerekmiyordu.
It wasn't necessary to look at the map to understand what that meant.
Sorun yalnızca Orta Afrika'nın kaybedilmesi değildi: Okyanusya toprakları koca savaşta ilk kez kaybedilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
The problem was not only the loss of Central Africa: the territory of Oceania was in danger of being lost for the first time in the great war.
Yüreğinde, korkudan çok, belirsiz bir heyecan alevlenip söndü.
A vague excitement flared up in his heart rather than fear.
Savaşı düşünmekten vazgeçti.
He stopped thinking about war.
Son günlerde kafasını belirli bir konuya uzun süre veremiyordu.
He had not been able to concentrate on a particular subject for a long time lately.
Kadehini kaldırıp başına dikti.
He raised his glass and poured it over his head.
Her cin içişinde olduğu gibi içi ürperdi, hafifçe geğirdi.
He shuddered and belched slightly, as he does with every gin drink.
Berbat bir şeydi.
It was a good thing.
Karanfille sakarinin kendi iğrençliği yetmiyormuş gibi, ikisi bir araya geldiğinde bile cinin yağlı, ağır kokusunu bastıramıyordu.
As if the clove and saccharine's own disgust wasn't enough, even when the two were combined, she couldn't suppress the greasy, heavy scent of gin.
En kötüsü de, cinin, gece gündüz içine sinmiş olan kokusunun, zihninde o şeylerin kokusuna karışmış olmasıydı.
The worst part was that the smell of the jinn, which had permeated him day and night, mixed with the smell of those things in his mind.
Onların adını, düşünürken bile anmadığı gibi, elinden geldiğince gözlerinin önüne getirmemeye çalışıyordu.
He didn't even mention their name while he was thinking about it, and he tried not to think of them as best he could.
Onlar sanki pek ayırdında olmadığı şeylerdi, yüzünün yakınında dolanan, burnundan içeri dolan bir kokuydular.
It was as if they were things he wasn't quite aware of, a smell that swept near his face, wafted through his nose.
Cinin yukarı bastırmasıyla, morarmış dudakları arasından geğirdi.
He burped between his bruised lips as the genie pressed upwards.
Salıverildiğinden bu yana hem şişmanlamış hem de rengi yerine gelmişti.
Since his release, he had grown fat and regained his color.
Rengi yerine gelmiş de ne söz, yüzünün hatları dolgunlaşmış, burnu ve yanakları kan kırmızı, çıplak başı pespembe olmuştu.
Not to mention, his color was restored, the features of his face were fuller, his nose and cheeks were blood red, and his bare head was pink.
Yine çağrılmadan gelen bir garson, bir satranç tahtası ile, satranç probleminin bulunduğu sayfası açılmış olarak o günkü Times gazetesini getirdi.
Again, a waiter, who came without being called, brought the Times newspaper of the day with a chessboard and the page with the chess problem opened.
Winston'ın kadehinin boşalmış olduğunu görünce de, cin şişesini getirip kadehi doldurdu.
Seeing that Winston's glass was empty, he brought the gin bottle and filled it.
Winston'ın garsonlardan bir şey istemesine gerek kalmıyordu.
Winston did not need to ask the waiters for anything.
Alışkanlıklarını biliyorlardı.
They knew their habits.
Satranç tahtası her zaman hazırdı, köşedeki masa her zaman ona ayrılıyordu; kahve tıklım tıklım dolu olsa bile, kimse ona yakın oturmak istemediğinden, masası boş oluyordu.
The chessboard was always ready, the table in the corner was always reserved for him; Even if the coffee was packed, his table was empty because no one wanted to sit near him.
Kaç kadeh içtiğinin hesabını bile tutmuyordu.
He didn't even keep track of how many glasses he had drunk.
Zaman zaman, hesap dedikleri kirli bir kâğıt parçası getiriyorlardı, ama Winston kendisinden hep az para aldıkları kanısındaydı.
From time to time they brought a dirty piece of paper, which they called an account, but Winston was of the opinion that they were always underpaid.
Gerçi hesabı şişirseler de hiçbir şey fark etmezdi.
Even if they inflated the account, it wouldn't have mattered.
Artık cebi para görüyordu.
Now he had money in his pocket.
Artık bir işi bile vardı; eski işinden daha yüksek bir ücret aldığı, üstelik hiç yorucu olmayan bir işe yerleştirilmişti.
He even had a job now; He had been placed in a job that paid a higher wage than his previous job, and was not tiring at all.
Tele+ekrandan gelen müzik kesildi, yerini bir ses aldı.
The music from the Tele+screen stopped, replaced by a sound.
Winston başını kaldırıp dinlemeye hazırlandı.
Winston looked up and prepared to listen.
Ama cephedeki son durumla ilgili bir haber değildi.
But it wasn't news about the latest situation on the front.
Varlık Bakanlığından yapılan kısa bir açıklamaydı.
It was a brief statement from the Ministry of Wealth.
Anlaşılan, son üç ay içinde Onuncu Üç Yıllık Plan'daki ayakkabı bağı üretim hedefi yüzde doksan sekiz oranında aşılmıştı.
Apparently, in the last three months, the shoelace production target in the Tenth Three-Year Plan had been exceeded by ninety-eight percent.
Gazetedeki satranç problemine bakarak taşları yerleştirdi.
He placed the pieces, looking at the chess problem in the newspaper.
Atların kullanıldığı, ustaca bir oyun sonuydu.
It was a masterful endgame using horses.
"Beyaz oynar ve iki hamlede mat eder."
"White plays and checkmate in two moves."
Winston, Büyük Birader'in portresine baktı.
Winston looked at the portrait of Big Brother.
Gizemli bir kadercilikle, beyaz her zaman kazanır, diye geçirdi içinden.
With mysterious fatalism, white always wins, he thought.
Her zaman, istisnasız, böyleydi.
It was always like that, without exception.
Şimdiye kadar hiçbir satranç probleminde siyahın kazandığı görülmemişti.
Black has never won in any chess problem before.
Bu, İyi'nin Kötü'ye karşı sonsuza dek sürüp gidecek zaferini simgelemiyor muydu?
Didn't this symbolize the eternal victory of Good over Evil?
Posterdeki kocaman yüz, dingin bir buyurganlıkla ona bakıyordu.
The huge face in the poster was staring at him with calm imperiousness.
Beyaz her zaman kazanır.
White always wins.
Tele+ekrandaki ses bir an durduktan sonra farklı, çok daha ciddi bir tona bürünerek ekledi: "Saat on beş otuzda yapılacak çok önemli bir açıklamayı beklemeniz için sizi uyarıyoruz.
The voice on the Tele+screen paused for a moment, then took on a different, much more serious tone, adding: "We warn you to wait for a very important announcement to be made at fifteen thirty.
On beş otuzda!
Fifteen thirty!
Can alıcı önemde bir haber bu.
This is crucial news.
Sakın kaçırmayın.
Do not miss out.
On beş otuzda!"
Fifteen thirty!"
Müzik çangır çungur yeniden başladı.
The music started up again.
Winston'ın yüreği yerinden oynadı.
Winston's heart fluttered.
Cepheden gelecek haberden söz ediliyordu; içinden gelen bir ses, haberin kötü olduğunu söylüyordu.
There was talk of news from the front; An inner voice said the news was bad.
Bütün gün canı canına sığmamış, Afrika'da büyük bir bozguna uğranılacağı düşüncesini kafasından bir türlü atamamıştı.
He couldn't get over his head all day long, and he couldn't get over the thought of a great defeat in Africa.
Avrasya ordusunun, o güne kadar hiç gedik vermemiş cepheye karınca sürüsü gibi doluştuğunu, Afrika'nın burnuna doğru indiğini görür gibi olmuştu.
It was as if he saw the Eurasian army swarming like a swarm of ants to the front, which had never breached before, descending towards the nose of Africa.
Bir yolunu bulup neden arkadan kuşatmıyorlardı onları?
Why didn't they find a way and surround them from behind?
Batı Afrika kıyılarının görünümü bütün ayrıntılarıyla gözlerinin önündeydi.
The view of the West African coast was before his eyes in every detail.
Beyaz atı alıp tahtanın üstünde bir hamle yaptı.
He took the white knight and made a move on the board.
Oynanması gereken yer burasıydı işte.
This is where it was supposed to be played.
Siyah ordunun güneye doğru hızla ilerlediğini görürken, birden arkada gizlice toplanmış, onların karadan ve denizden tüm bağlantılarını kesen bir başka güç daha gördü.
As he saw the black army rapidly advancing south, he suddenly saw another force lurking behind him, cutting off all contact by land and sea.
Salt hayalinde canlandırarak bu öteki gücü var ettiğini düşündü.
He thought that he had brought this other power into existence just by visualizing it.
Ama hemen harekete geçmek gerekiyordu.
But it was necessary to act immediately.
Eğer Afrika'nın tümünün denetimini ele geçirebilirlerse, Ümit Burnu'nda havaalanları ve denizaltı üsleri kurabilirlerse, Okyanusya ikiye bölünecekti.
If they could take control of all of Africa, if they could establish airports and submarine bases at the Cape of Good Hope, Oceania would be split in two.
Bunun nasıl bir sonuç vereceği belliydi: yenilgi, bozgun, dünyanın yeniden paylaşılması, Partinin yok olması!
The outcome was clear: defeat, defeat, redistribution of the world, destruction of the Party!
İçi içini yiyordu.
He was eating inside.
Karmakarışık duygular içindeydi, ama karmakarışık demek doğru değildi belki de; hangisinin en altta olduğunu bilemediği kat kat duygular yüreğinde çarpışmaktaydı.
He had mixed feelings, but maybe it wasn't right to say confused; Layers of emotions were colliding in his heart, which he did not know which was the lowest.
Kasılması geçti.
The contraction has passed.
Beyaz atı yeniden eski yerine koydu, ama kendini bu satranç problemine verebilecek durumda değildi.
He put the white knight back in its place, but was not in a position to devote himself to this chess problem.
Kafasında yeniden birtakım düşünceler dolanıyordu.
Again, thoughts were running through his head.
Farkında olmadan, masanın üstündeki toz tabakasında parmağını gezdirdi:
Unwittingly, he ran his finger across the layer of dust on the table:
2x2 = 5
2x2 = 5
"İçine giremezler," demişti Julia.
"They can't get in," Julia had said.
Ama adamın içine de girebiliyorlardı işte.
But they could also get inside the man.
O'Brien, "Burada başına gelenler sonsuza dek sürecek," demişti.
"What happened to you here will last forever," O'Brien had said.
Doğruydu.
It was true.
Bazı şeyler geri gelmiyordu, insan bir daha geriye dönemiyordu.
Some things did not come back, one could not go back.
İnsanın içinde bir şeyler ölüyor, yanıp kül oluyordu.
Something inside a person was dying, burning down.
Julia'yı görmüştü, dahası onunla konuşmuştu bile.
He had seen Julia, and had even spoken to her.
Artık bir tehlike yoktu bunda.
There was no longer any danger in it.
Artık yaptıklarıyla nerdeyse hiç ilgilenmediklerini seziyordu.
He sensed that they were hardly interested in what they were doing anymore.
İsteseler bir kez daha buluşabilirlerdi.
They could meet again if they wanted to.
Aslında bir rastlantı sonucu, berbat, buz gibi bir mart günü parkta karşılaşmışlardı.
In fact, they had met by chance in the park on a lousy, icy March day.
Toprak kaskatı kesilmiş, çimenler kuruyup solmuştu, rüzgârla savrulmak umuduyla boy vermiş birkaç çiğdem dışında ortalıkta tek bir filiz görünmüyordu.
The ground was stiff, the grass was dry and wilted, and not a sprout could be seen except for a few crocuses that had sprung up in hopes of being blown away by the wind.
Winston, elleri buz kesmiş, gözleri yaşarmış, hızlı hızlı yürürken birden onu görmüştü; aralarında on metre bile yoktu.
Winston saw her, his hands icy, tears in his eyes, as he walked briskly; There was not even ten meters between them.
O saat, Julia'nın değişmiş, örselenmiş olduğunu fark etmişti.
That hour had realized that Julia had changed, had been traumatized.
Tam geçip gidiyorlardı ki, Winston dönmüş ve isteksizce de olsa Julia'nın ardından yürümeye başlamıştı.
Just as they were passing by, Winston had turned and reluctantly began to follow Julia.
Hiçbir tehlike olmadığının farkındaydı, kimsenin onlarla ilgileneceği yoktu.
He knew there was no danger, there was no one to take care of them.
Julia hiçbir şey söylememiş, önce Winston'dan kurtulmak istercesine çimenlere yönelmiş, ama sonra yanında yürümesine sesini çıkarmamıştı.
Julia didn't say anything, at first she headed for the grass as if to get rid of Winston, but then she didn't let him walk beside her.
Çok geçmeden kendilerini, gizlenmeye de, rüzgârdan korunmaya da yaramayan, yapraksız, bodur ağaçların arasında bulmuşlardı.
Soon they found themselves among leafless, stunted trees that were neither concealed nor sheltered from the wind.
İkisi de durmuştu.
Both had stopped.
Acı bir soğuk vardı.
There was a bitter cold.
İyice seyrelmiş çiçekler, incecik dallar arasında ıslık çalan rüzgârda titriyordu.
The sparse flowers trembled in the whistling wind among the thin branches.
Winston kolunu Julia'nın beline dolamıştı.
Winston had his arm around Julia's waist.
Ortalıkta tele+ekran görünmüyordu, ama gizli mikrofonlar olabilirdi; üstelik görübilirlerdi de.
There was no tele+screen, but there might have been hidden microphones; moreover, they could see.
Ama ne fark ederdi ki, hiçbir şeyin önemi yoktu.
But what did it matter, nothing mattered.
Yere uzanabilir, canları isterse şey yapabilirlerdi.
They could lie on the ground and do whatever they wanted.
Winston, aklından geçen karşısında dehşete düşmüştü.
Winston was horrified by what he had in mind.
Julia, kolunu belini dolamasına en küçük bir tepki göstermemiş, kolundan sıyrılmaya bile çalışmamıştı.
Julia didn't react in the slightest to his arm wrapping around her waist, she didn't even try to get away from him.
Winston onda neyin değiştiğini artık anlamıştı.
Winston now understood what had changed in him.
Yüzü daha bir solgundu; yüzünde, alnından şakağına kadar uzanan, saçlarının gizleyemediği bir yara izi göze çarpıyordu; ama asıl değişiklik bu değildi.
His face was even paler; there was a scar on his face that stretched from his forehead to his temple, which his hair could not hide; but that wasn't the real change.
Beli kalınlaşmış, tuhaf bir biçimde sertleşmişti.
His waist was thickened, strangely stiff.
Winston, tam o sırada, tepkili bomba atıldıktan sonra yıkıntıların altından çekip çıkarmaya çalıştığı cesedi anımsamış, cesedin yalnızca korkunç ağırlığı karşısında değil, kaskatı kesilmiş olması karşısında da şaşkınlığa kapılmıştı.
Just then, Winston remembered the corpse he had been trying to pull from the rubble after the detonation had been dropped, astonished not only by the dreadful weight of the corpse, but also by the rigidity of the corpse.
Julia' nın bedenine dokunduğunda da aynı şeyi hissetmişti.
He felt the same thing when he touched Julia's body.
Teninin eskisinden çok farklı olabileceğini geçirmişti aklından.
It occurred to him that his skin might be very different from before.
Onu öpmeye kalkışmamıştı, konuşmamışlardı da.
He hadn't tried to kiss her, nor had they spoken.
Çimenlerin üstünde yürürlerken, Julia ilk kez dönüp yüzüne bakmıştı.
As they walked across the grass, Julia turned to face him for the first time.
Bir anlık ama aşağılayıcı ve hoşnutsuz bir bakıştı bu.
It was a momentary but contemptuous and displeased look.
Bu hoşnutsuzluk sırf geçmişte olup bitenlerden mi kaynaklanıyordu, yoksa yüzünün şişliğinin ve gözlerinin rüzgârda sulanmasının da etkisi var mıydı bunda, Winston anlayamamıştı.
Whether this discontent was simply the result of what had happened in the past, or whether the swelling of his face and the watering of his eyes in the wind had contributed to this, Winston could not tell.
Yan yana ama çok da yakın olmayan iki demir iskemleye oturmuşlardı.
They were sitting on two iron chairs, side by side but not too close.
Winston, Julia'nın bir şeyler söyleyeceğini sezmişti.
Winston sensed that Julia was going to say something.
Julia ayağındaki kaba ayakkabıyla yerdeki ince bir dalı ezdiğinde, Winston onun ayaklarının kalınlaşmış olduğunu fark etmişti.
When Julia smashed a thin branch in the ground with her rough shoe, Winston noticed that her feet were thickened.
Julia, birden, "Sana ihanet ettim," deyivermişti.
"I betrayed you," Julia had said suddenly.
"Sana ihanet ettim," demişti Winston da.
"I betrayed you," Winston had said too.
Julia, Winston'a bir kez daha hoşnutsuzlukla bakmıştı.
Once again, Julia looked at Winston with displeasure.
"Bazen," demişti, "seni aklının ucundan bile geçmeyecek öyle bir şeyle tehdit ediyorlar ki, dayanamıyorsun.
"Sometimes," he said, "they threaten you with something you can't even think of that you can't stand.
O zaman, 'Bana yapmayın, başkasına yapın, bilmemkime yapın,' deyiveriyorsun.
Then you say, 'Don't do it to me, do it to someone else, do it to someone else'.
Sonradan, bunun yalnızca bir numara olduğuna, sırf onları durdurmak için söylediğine, aslında öyle düşünmediğine inandırabilirsin kendini.
Later on, you might convince yourself that it was just a trick, that you said it just to stop them, that you didn't really think so.
Ama öyle değil işte.
But it's not like that.
O sırada bile isteye öyle söylüyorsun.
Even at that time, you say so on purpose.
Kendini kurtarmanın başka bir yolu olmadığını düşünüyorsun, kendini kurtarmaya can atıyorsun.
You think there is no other way to save yourself, you yearn to save yourself.
Ötekinin başına gelmesini bal gibi istiyorsun.
You want it to happen to the other like honey.
Ne acılar çekeceğini umursamıyorsun.
You don't care how much you suffer.
Yalnızca kendini düşünüyorsun."
You only think about yourself."
"Yalnızca kendini düşünüyorsun," diye tekrarlamıştı Winston.
"You only think of yourself," Winston repeated.
"Sonra da, ötekine karşı eskiden duyduklarını duyamıyorsun artık."
"And then you can no longer hear what you used to hear about the other."
"Haklısın," demişti Winston, "duyamıyorsun."
"You're right," Winston had said, "you can't hear."
Söylenecek fazla bir şey kalmamış gibiydi.
It seemed like there wasn't much left to say.
İncecik tulumları rüzgârda bedenlerine sürtünüyordu.
Their thin overalls brushed against their bodies in the wind.
Birden, öyle suskun oturmanın utancını duymuştu ikisi de; üstelik hava hiç kıpırdamadan oturulmayacak kadar soğuktu.
Suddenly, they both felt the embarrassment of sitting so silent; besides, it was too cold to sit still.
Julia metroyu kaçırmaması gerektiğini mırıldanarak ayağa kalkmıştı.
Julia had gotten up, muttering that she shouldn't miss the subway.
"Görüşelim," demişti Winston.
"See you later," Winston had said.
"Evet," demişti Julia da, "görüşelim."
"Yes," said Julia, "let's talk."