×

Χρησιμοποιούμε cookies για να βελτιώσουμε τη λειτουργία του LingQ. Επισκέπτοντας τον ιστότοπο, συμφωνείς στην cookie policy.


image

Beyhan Budak, İNSAN EN FAZLA NE KADAR ACIYA KATLANABİLİR? AUSCHWİTZ TOPLAMA KAMPI

İNSAN EN FAZLA NE KADAR ACIYA KATLANABİLİR? AUSCHWİTZ TOPLAMA KAMPI

Bir gün evinde, ailenle beraber yemeğini yiyorsun.

Eşin yemeğini hazırlamış ve

mutlu bir aile tablon var. Tam o sırada, kapı

olanca şiddetiyle çalmaya, vurulmaya başlıyor.

Zannediyorsun; önemli bir şey mi oldu? Acil bir şey mi oldu?

Kapıyı açtığında içeri Nazi subayları giriyor.

Ve seni, aileni oradan alıp götürüyorlar.

Nereye gideceğini bilmiyorsun.

Hiçbir suçunun olup olmadığını bilmiyorsun.

Ve seni bir trene bindiriyorlar.

Bindiğin trende, her vagonda yaklaşık seksen kişi var.

Ne oturacak yer var, ne ayakta durabilecek bir yer var.

Ne de doğru düzgün nefes alabiliyorsun.

Bilmiyorsun. Eşin nerede bilmiyorsun. Çocukların nerede?

Ailenden kimler kaldı?

Nereye gittiler? Bilmiyorsun.

Ve sonrasında o tren seni,

Avrupa'nın değişik yerlerine, Almaya'ya yakın yerlerde

bir toplama kampına götürüyor.

Ve orada, bu toplama kampına giderken insanlar sana diyorlar ki;

orada çalıştırılacaksınız.

Ve o toplama kamplarından en büyüğü olan

Auschwitz toplama kampındayım şu anda.

Ve onun kapısının önündeyim tam olarak.

Arkamda gördüğünüz kapının üzerinde: "Çalışmak özgür kılar." yazıyor.

Buraya gelen insanların bir çoğu, çalışacağını ve

burada çalışarak bir şekilde mahkum hayatı süreceğini zannediyor ama

belki de tarihin en büyük yalanı diyebiliriz,

arkadaki bu cümleye. "Çalışmak özgür kılar."

Buraya gelen insanların çok azı çalışma şansına sahip olabildi.

Ama geriye kalan insanların bir çoğu öldürüldü.

Bu kampta yaklaşık bir milyon yüz bin insan öldürüldü.

Ya gaz odalarında öldürülüp sonrasında yakılarak,

ya kurşuna dizilerek ya da çok olumsuz~

hayat koşullarında hastalanarak hayatlarını kaybettiler.

Şu anda Auschwitz toplama kampındayız.

Ve ben sana; bir insan en fazla ne kadar acıya katlanabilir,

bu videoda ondan bahsetmek istiyorum.

O trenin vagonuna, seksen kişinin arasına bindiği zaman insan,

kalabalıkta nefes almakta bile zorlanırken

hayata dair umutlar minimuma iniyordu.

Bunu arkamdaki kampta; yani Auschwitz toplama kampında,

uzun bir zaman geçiren ve burada ciddi acılara maruz kalan

Yahudi psikiyatrist Viktor Frankl,

kitabı; ' İnsanın Anlam Arayışı'nda bahsediyor.

Kitapta şöyle bir şeyden bahsediyor:

İnsanlar buraya o trenle geldikleri zaman

ilk başta o umut... trende diplere kadar iniyor.

Sonrasında, tam bu kapıdan içeri girdikleri zaman

çok da iyi durumlu mahkumlar görüyorlar.

Ve zannediyorlar ki o an o diplere inmiş umut...

birazcık yükselmeye, birazcık yeşermeye başlıyor.

'O kadar da kötü olmayabilir.'

Sonrasında bazı kaynaklarda kapıda bir orkestranın olduğu bile söyleniyor.

İnsanlar sanki aslında çok da modern

çok da hayatın güzel geçeceği bir yere gelmiş

izlenimi yaratmak için oradaki mahkumlar

özellikle seçilmiş mahkumlar

kapıdaki o ortam da tamamen bir propaganda amacı olarak kurulmuş bir ortamdı.

Biliyorsundur, zaten Nazi dönemi, propagandasıyla ünlü bir dönem.

Sonrasında, içeri girmeden önce

kapıda uzun kuyruklar oluşuyor ve kapıda bir Nazi subayı

şöyle bir duruşta duruyor

ve seni baştan aşağı süzüyor.

Parmağı havada.

İnsanların bir kısmını sol tarafa bir kısmını sağ tarafa gönderiyor.

Ven sen orada durduğun zaman

o sola, o sağa gitmenin ne anlam ifade ettiğini bilmiyorsun.

Sadece, niye beni süzüyor ve tedirgin bir vaziyettesin.

Bazı insanları süzdükten sonra sol tarafa gönderiyorlar,

Ve insanların neredeyse %90'ı sol tarafa gidiyor,

böyle birazcık daha dinç görünen, daha sağlıklı görünen insanlarsa sağ tarafa giriyor

Tam burada

Viktor Frankl, içeri girdiği zaman, çok yakın bir arkadaşı ile geliyor kampa,

tutuklanarak getiriliyor,

eski tutuklulardan birine soruyor; 'Arkadaşımın durumunu öğrenebilir miyim?' diye.

Ve eski tutuklu iç çekerek soruyor ona: - Arkadaşın sağa mı gitti sola mı gitti?

Viktor Frankl burada diyor ki; sol tarafa gitti.

Arkadaşını ancak diyor; ilerideki, ölülerin yakıldığı, krematoryumu göstererek diyor ki,

o siyah dumanların arasında cennete gidiyor.

Sol tarafa giden insanlar, çalışamayacak durumda olan insanlar,

Bir şekilde gaz odalarına yönlendiriliyorlar.

Burada şöyle bir ayrıntı var:

Oradaki insanlara, sol tarafa gönderilen insanlara

hiçbir şekilde öldürüleceklerine dair bir işaret vermiyorlar.

Sizi yıkanmanız için banyolara götürüyoruz diyorlar ve

ellerine hatta o kocaman banyo gibi olan yerlere

istiflercesine insanları tıkıyorlar ve ellerine birer sabun veriyorlar.

Orada, tepede duş başlıklarına benzer olan şeylerden

bir süre sonra su değil, zehirli gaz salınmaya başlıyor

ve oradaki insanlar çığlık çığlığa ölüyorlar.

İçeri girdikten sonra hayat, çok bambaşka bir hale geliyor.

Gerçek hayatta hepimizin isimleri vardır,

bir şekilde isimlerimizle çağrılırız.

Ve isimler neredeyse ruhlarımıza sirayet etmiştir.

Bedenimizle, ruhumuzla bütünleşmiştir.

Ama sonrasında içeri giren herkese bir numara veriliyor.

Bu numara artık senin isminin yerini alıyor ve artık ismin diye bir şey yok.

Artık sen diye bir şey yok.

Artık kişiliğin diye bir şey yok.

Ne var sadece biliyor musun? O numara var.

O numara vücudunun herhangi bir yerine dövme şeklinde yazılıyor ve bundan sonra

oradaki gardiyanlar, subaylar seni sadece o numarayla tanımaya başlıyorlar.

Sol tarafa gönderilenler ölüme giderken,

sağ taraftakileri de çok güzel bir hayat beklemiyordu açıkçası.

O zamanlar;

bu kamplarda hayatta kalan insanlar, çevrelerdeki fabrikalarda köle gibi çalıştırılıyorlardı.

Çok ağır koşullarda, doğru düzgün yemek verilmeden,

o buz gibi havada, üstlerine incecik bir palto bulabiliyorsa şanslı sayılıyorlardı.

Ve hatta,

o zamanki Alman ekonomisinin ve sanayisinin gelişmesini,

bu zamandaki yoğun çalışmaya,

ve köle gibi çalışmaya bağlayan insanlar mevcut.

Sonrasında şöyle bir durum var yalnız,

insanlar geldikten sonra ailelerinden ayrı düşmüşler,

eşlerinden, annelerinden, babalarından,

hatta çocuklar var burada,

çocuklar da çoğu zaman deneylerde kullanılmıyorsa, çalışamaz durumda oldukları için

onlar da sol tarafa gönderilenler arasında oluyordu.

Burada tek başınasın.

O tek başınalıktan sonra

hasta da olsan,

bir şekilde çalışabilir durumda olmak zorundasın.

Çünkü azıcık zayıf görünmeye başladığın zaman,

çalışamaz,

yani işe yaramaz göründüğün zaman,

tekrar, senin için o gaz odalarına gitme durumu ortaya çıkabiliyordu.

Psikiyatrist Viktor Frankl burada şundan bahsediyor;

çok ağır hastalandığı zamanlarda bile,

ayaklarında ödemler oluştuğu, yürümekte zorlandığı zaman bile,

her zaman dik durmaya çalıştığından bahsediyordu,

çünkü,

ne zaman azıcık eğilse, bükülse ve çalışamaz durumda olsa

o an oradaki gardiyanlar, onu alıp gaz odasına gönderiyorlar.

Düşünsene böyle bir hayatta yaşadığını.

Çok ağır koşullarda çalışıyorsun, doğru düzgün yemek vermiyorlar,

Sabahları yarım litre kahve veriyorlar,

öğlenleri birazcık çorba veriyorlar,

akşamları da bir parça ekmek veriyorlar.

Sadece yemeğin bundan ibaret.

ve azıcık çorbayı fazla almışsan,

çorbanın içinde taneler azıcık fazlaysa, kendini o gün çok mutlu hissediyorsun.

Düşünsene, sadece çorbanın içinde bir kaç tane bezelye tanesi fazla diye.

Ve böyle bir koşulda, bu kadar ağır koşullarda çalışmak için can atıyorsun,

çünkü, azıcık çalışamayacak durumda olsan,

hemen seni gaz odasına gönderecekler.

İşte, böyle bir ortamda, insan acıya ne kadar daha fazla dayanabilir.

Bu kadar ağır koşullara, herkes tabii kolayca dayanamıyor.

Kampın etrafı elektrik telleri ile çevrili.

Burada şöyle oturuyor insanlar bazen.

Kısa, anlık mola anlarında bazen çok sakin görünen bir insanın

birden koşarak

elektrik tellerine sarıldığı ve intihar ettiği

neredeyse bir kaç günde bir olan rutin olaylardan olmaya başlıyor.

Ve ondan sonrasında ne oluyor biliyor musun?

Diğer kalan insanlar, o gidene, intihar edene üzülmek yerine;

Ayakkabısı sağlam mı? Paltosu kalın mı?

Eğer bu mümkünse, onu almak için o ölünün yanına gidiyorlar.

İşte bu kadar ağır koşullar insanı böyle bir noktaya getirebiliyor.

Yalnız, bu kadar ağır koşullarda bile

insanın tutunabileceği tek bir şey var.

Umut.

Ve umudun ne kadar önemli olduğunu gösteren çok güzel bir hikaye anlatmak istiyorum bu kampla ilgili.

Yine, psikiyastrist Viktor Frankl, bir arkadaşından bahsediyor,

eskiden çok ünlü bir müzisyen ve besteci olan bir arkadaşından,

arkadaşı; bir gün rüyasında, şubat ayında gördüğü bir rüyada,

Martın 30'unda serbest kalacağını görüyor.

Ve o andan sonra içini bir neşe kaplıyor.

Diyor ki Martın 30'unda kurtulacağım.

Sonrasında, gel zaman git zaman, zaman çabuk da geçse böyle kötü bir yerde,

Martın 30' u geliyor ve bir gelişme olmuyor.

Kişi, bu bahsettiği kişi, serbest kalmıyor.

Çünkü hala o kamp hayatı devam ediyor.

Ve enteresan bir şekilde bu arkadaşı 31 Mart'ta hastalanarak ölüyor.

İşte, umut bu kadar önemli bir şey.

O anda onu hayatta tutan şey aslında

bir an olsun serbest bırakılma,

bir an olsun normal hayata dönme umudu.

Ama sonrasında, içindeki o cılız umudun ışığı da sönünce

n'apıyor, beden direnmeyi bırakıyor.

ve sonrasında birden ölüm gelmeye başlıyor.

Hepimizin hayatında zorluklar oluyor.

Bir şekilde bu hayatın gerçeği aslında.

Ama çok az insanın hayatında bu kadar ağır şeyler olur.

Ve bir insan sence bu kadar ağır şeylere nasıl dayanabilir?

Evet bir tarafta intihar etmeyi seçenler var,

bir tarafta ölüme gönderilenler var.

ve çok ağır ruhsal bunalımlara giren insanlar var ama

bazı insanlar bu kamp ortamında, bu kadar insanlık dışı ortamda bile

o dik durmayı muhafaza edebiliyorlar.

Nasıl oluyor da bir insan bu kadar acıya katlanabiliyor?

İşte burada bize,

şansımız mı diyelim, aslında onun için şanssızlık diyebiliriz

psikiyatrist Viktor Frankl,

burada bu kadar acıyı yaşarken hep şunu düşünüyor:

Nasıl ayakta kalabilirim?

Diğer insanlar, bazıları kendilerini bırakırken,

Bazıları, buradaki bu olumsuz koşullara rağmen,

nasıl bir şekilde dik durabiliyorlar

ve çökmeden hayatlarına devam edebiliyorlar.

İşte buradan sonra kendisi bir kuram geliştiriyor

Logo terapi diye ve 'İnsanın Anlam Arayışı' kitabında bundan bahsediyor.

İlk olarak bahsetmek istediğim şey bu konuda şu:

Buradaki psikiyatrist zamanında çok hevesli heyecanlı bir genç ve

cebinde bir sürü malı mülkü, mücevheri her şeyi evinde bırakıyor

öncesinde bunların hiç birini yanına almayı bile aklına getirmiyor.

Yanında sadece bir tomar kağıt var.

Ve bu bir tomar kağıtta

yaptığı bilimsel çalışmaların notları var.

Sonrasında, içeri girdiği zaman

bir sürü şeyle, soyunurken, eşyalarını bırakırken,

o bir tomar kağıdı da üstünden alıyorlar ve çöpe atıyorlar.

Sonrasında,

zaman zaman, ortada bir yerde,

Viktor Frankl, bir eski kağıt, bir parça kağıt bulduğu zaman

minik minik anahtar kelimelerle birlikte,

ne yapıyor biliyor musun?

O eski çalışmasının notlarını tekrar derlemeye başlıyor.

Bu kadar ağır koşulda,

doğru düzgün yemek bile olmayan koşulda,

ve her an öldürülme tehlikesi varken

o an, o ufak kağıtlara notlarını alıyor.

Bundan ne çıkartabiliriz?

Aslında hayat senin için, çok ama çok kötü giderken bile

bir tutunduğun dal varsa,

uğraşabileceğin, üretebileceğin bir şey varsa

O acılar, her zaman daha katlanılabilir bir hale geliyor.

Nietzsche'nin bir sözü var,

diyor ki; 'Bir nedeni olan, her nasıla katlanır.'

Aslında hayatımızdaki büyük acılara

dayanmanın temelini özetliyor diyebiliriz.

Viktor Frankl da böyle diyor zaten.

Diyor ki; hayatın bir anlamı, amacı olması lazım.

O acılara bir anlam verdiğimiz zaman acılar katlanılabilir oluyor.

Burada şundan bahsetmiyor kesinlikle,

Hayatımıza zorlama bir şekilde acıyı almamalıyız.

Ama bazen bazı acılar kaçınılmaz olur.

Kaçınılmaz bir acı neticesinde insan ne yapabilir?

Ya ümitsizliğe kapılacak

Ya da o acı içinde büyük resme bakıp,

bunun bir anlamı olmalı,

kendi hayatına o acının anlamını yansıtmak zorunda.

Böyle olduğu zaman o acıyı insan atlatabiliyor ya da kendisine değer olarak katabiliyor.

Peki bu ne olabilir?

İnsanın hayatının anlamı ya da amacı ne olabilir?

İlk başta, insanın kendi amacını bulması lazım.

Bu dini bir amaç olabilir,

bu senin hayatında yer alan başka insanlar olabilir,

ya da senin toplumsal olarak bulunduğun konumla ilgili olabilir.

Çalıştığın meslekle ilgili olabilir.

Kendi dışında,

bir amaç bulursan

bu dünyada o hissettiğin acıdan başka bir anlam olduğunu keşfetmeye başlıyorsun.

Ama zannetme ki bu kolay bir şey,

İnsanın düşünmesi lazım,

sorgulaması lazım, zorlaması lazım.

Kendi amacını ve sonrasında anlamını bulabilmesi için.

İşte anlamı bulduğun zaman,

biliyorsun ki

yaşadığın şey şu andan ibaret değil.

bunun sonrası var, geçmişi var ve senin diğer insanlara katkıların var.

Ve böyle düşündüğün zaman

O acının sana yaşattığı bir fanus içinde kalma halinden çıkıp,

Daha evrensel,

Daha geniş bir noktaya varıyorsun.

İşte böyle olduğu zaman,

insan, buradaki insanlık dışı şeylere bile katlanabiliyor.

Sen kendi hayatında düşün bakalım.

Nelere katlanıyorsun?

Nelere katlanamıyorsun?

Bunun sebepleri ne?

Sen kendi amacını buldun mu?

Hayatının anlamını buldun mu?

Bazı kaynaklarda; burada bu kadar kötü koşullarda yaşayan insanların kendi aralarında şakalaştıkları,

bir şekilde durumun içindeki absürt noktaları bulup,

bunun üzerine dalga geçtikleri

ya da aynada o zayıflayan, eski halinden eser olmayan haline bakıp,

o kendi haliyle dalga geçtikleri anlatılıyor.

Şimdi düşünsene...

Bu kadar kötü şeyler yaşarken gülmek de neyin nesi diyebilirsin.

Ama mizah ve gülmek

acıların içinde bize geçici de olsa,

bir aydınlık hal yaşatabilecek önemli şeylerden birisi.

Nedir bu biliyor musun?

Her yaşanan olayın içinde absürt bir nokta vardır.

Gülünebilecek bir nokta vardır.

Ama sen hayatı çok fazla ciddiye alırsan,

o ciddiyette ve o ağırlıkta yaşarsın bütün sorunları.

Ama bazen... Kendinle

içinde bulunduğun durumla...

ve o saçmalıklarla

hayatın her şeyi ile dalga geçebilirsin.

Dalga geçtiğin zaman, gülecek bir şeyler bulduğun zaman,

ona verdiğin değeri bir nebze olsun azaltıyor.

Ve böyle olunca

birazcık daha farklı olmaya başlıyor.

O an.. Dediğim gibi,

o yükü, sırtındaki o ağır yükü

bir anlığına bile olsa bırakıyor olabilmek

mizah yoluyla

sana her zaman iyi gelecektir.

İnsanlar büyük acılar yaşadıkları zaman,

kendi içlerine dönme eğilimindedir.

Ve insan kendi içine döndüğü zaman,

yaşadığı acının

neredeyse çok daha fazlasını hisseder.

Böyle bir durumda ne diyebiliriz peki?

Zor zamanlar yaşarken,

acılar yaşarken, ne yapabilirsin?

İlişkiler her zaman hayat kurtarıcıdır.

Etrafında konuşabilecek, sohbet edebilecek

bir kişi bile olsa,

bazen bu bir evcil hayvan bile olabilir.

ona bir şey anlattığın zaman,

o bile senin hayatın için, duyguların için kurtarıcı olabilir.

Anlatmak, ilişki kurmak

Ve bir şekilde,

o insanla sohbet edebilmek.

Ama sen içine kapanırsan ne olacak?

Kendi acın,

kendi içinde demlenecek, demlenecek ve acımaya başlayacak.

O acı seni iyice rahatsız edecek.

Etrafındaki insanlarla

ne kadar acı çekersen çek konuşmak zorundasın.

Anlatmak ve paylaşmak zorundasın.

Emin ol, bu en iyi gelecek şeylerden birisi.

İnsan, başına kötü şeyler geldiği zaman 'Neden?' diye sorma eğilimindedir.

Neden benim başıma geldi?

Neden ben böyle şeyler yaşıyorum?

Neden? Neden? Neden?

Ama neden diye sorduğun zaman

işler çok da kolay olmayabiliyor.

Ve insanın içinde bir suçluluk duygusu,

ve içinden çıkılamayacak karmaşık, ağır duygular ortaya çıkabiliyor.

Böyle olduğu zaman,

Neden diye sormanın pek de bir anlamı yok.

Evet, bireysel anlamda yaşadığımızın bir amacını bulabiliriz.

Ama büyük dünyaya baktığımız zaman, evrene baktığımız zaman,

her şeyin de bir nedeni yok.

Sadece kendi bireysel hayatımızda nedenlerimizi bulabiliriz.

Ama toplumsal anlamda; 'Neden ben bu toplama kampına getirildim?'

Sadece yaşadığım yerden dolayı mı?

Konuştuğum dilden dolayı mı?

Ya da ırkımdan, dinimden dolayı mı getirildim?

Bunun bir anlamı var mı?

Evet bu taraftan bakınca yok.

Anlamı bireysel alanda bulacağız.

Ama genel anlamda baktığımız zaman,

Dünyadaki her şeyi sorgularsak çok da hoşumuza giden cevaplar bulamayabiliriz.

-Neden? -Çünkü öyle oldu.

Keşke öyle olmasaydı ama oldu.

Bu konuyu sorgulamak sana daha da kötü hissettirecektir.

İnsan,

kötü zamanlarında rutinlerinden asla şaşmamalı.

Bu ne demek?

Sabah kalkmak,

dişini fırçalamak,

bir şekilde, hijyen olabilir..

giyinmek, kıyafet olabilir, saçını taramak olabilir.

Bunlar önemsiz gibi görünebilir.

Ama insanın, insan olmanın asgari koşulunu rutinler sağlar.

Acı çektiğin zaman

karanlık bulutlar arasında yürüyor gibisindir.

Ve böyle zamanlarda yolunu şaşırman, yolunu kaybetmen çok muhtemel.

Ne olacak peki?

O rutinler,

o karanlık bulutun içinde tutunduğumuz

sağlam bir halata benzer.

Ne olursa olsun

belli bir saatte kalkmak,

belli bir saatte yatmak,

bir şekilde dışarı çıkmak, arkadaşlarınla görüşmek,

hiç zevk almasan dahi,

sana çok ağır gelse de yapman gereken şeyler.

Çünkü rutinler her zaman hayat kurtarır.

Sen şu anda acı hissediyorsun ve canın hiçbir şey yapmak istemiyor olabilir.

Ama emin ol o acı bir süre sonra geçecek.

Çünkü her acı...

bir şekilde insan o noktaya alışıyor.

Şu an yaşadığın acıyı bir düşün bakalım.

Bir ay önce, bir yıl önce ben sana sorsaydım;

Beyhan, bir yıl önce bunları yaşayabileceğini düşünüyor muydun?

Aklına gelir miydi?

Belki de sen diyeceksin ki,

Bin yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

İşte hayat böyle bir şey.

Yaşadığın her şeye

mutlu, iyi ya da kötü her şeye alışıyorsun bir süre sonra.

Hayatın ve insan olmanın bir gerçeği de bu.

Şu dünyada her şeyin elinden alınabilir.

Sevdiklerin elinden alınabilir.

Maddiyatın elinden alınabilir.

Statün elinden alınabilir.

Ve hatta özgürlüğün elinden alınabilir.

Fiziksel özgürlüğün.

Ama

zihnindeki, hayatın amacını ve anlamını bulma çabana kimse dokunamaz.

ve sen hayatın anlamını, amacını bulduktan sonra

Diğer insanların önemi de kalmaz.

Çünkü sen kendi var oluşunu,

kendi duruşunu, ve hayattaki yerini keşfetmiş olursun.

Hiç kimse o zaman sana zarar veremez.

Başta söylediğim gibi Nietzsche'nin sözünü tekrarlamak istiyorum.

Şu hayatta bir nedeni olan, her nasıla katlanabilir.

Beni dinlediğin için teşekkür ediyorum güzel insan.

Kendine iyi davran, görüşmek üzere.


İNSAN EN FAZLA NE KADAR ACIYA KATLANABİLİR? AUSCHWİTZ TOPLAMA KAMPI HOW MUCH PAIN CAN A PERSON ENDURE? AUSCHWITZ CONCENTRATION CAMP

Bir gün evinde, ailenle beraber yemeğini yiyorsun.

Eşin yemeğini hazırlamış ve

mutlu bir aile tablon var. Tam o sırada, kapı

olanca şiddetiyle çalmaya, vurulmaya başlıyor.

Zannediyorsun; önemli bir şey mi oldu? Acil bir şey mi oldu?

Kapıyı açtığında içeri Nazi subayları giriyor.

Ve seni, aileni oradan alıp götürüyorlar.

Nereye gideceğini bilmiyorsun.

Hiçbir suçunun olup olmadığını bilmiyorsun.

Ve seni bir trene bindiriyorlar.

Bindiğin trende, her vagonda yaklaşık seksen kişi var.

Ne oturacak yer var, ne ayakta durabilecek bir yer var.

Ne de doğru düzgün nefes alabiliyorsun.

Bilmiyorsun. Eşin nerede bilmiyorsun. Çocukların nerede?

Ailenden kimler kaldı?

Nereye gittiler? Bilmiyorsun.

Ve sonrasında o tren seni,

Avrupa'nın değişik yerlerine, Almaya'ya yakın yerlerde

bir toplama kampına götürüyor.

Ve orada, bu toplama kampına giderken insanlar sana diyorlar ki;

orada çalıştırılacaksınız.

Ve o toplama kamplarından en büyüğü olan

Auschwitz toplama kampındayım şu anda.

Ve onun kapısının önündeyim tam olarak.

Arkamda gördüğünüz kapının üzerinde: "Çalışmak özgür kılar." yazıyor.

Buraya gelen insanların bir çoğu, çalışacağını ve

burada çalışarak bir şekilde mahkum hayatı süreceğini zannediyor ama

belki de tarihin en büyük yalanı diyebiliriz,

arkadaki bu cümleye. "Çalışmak özgür kılar."

Buraya gelen insanların çok azı çalışma şansına sahip olabildi.

Ama geriye kalan insanların bir çoğu öldürüldü.

Bu kampta yaklaşık bir milyon yüz bin insan öldürüldü.

Ya gaz odalarında öldürülüp sonrasında yakılarak,

ya kurşuna dizilerek ya da çok olumsuz~

hayat koşullarında hastalanarak hayatlarını kaybettiler.

Şu anda Auschwitz toplama kampındayız.

Ve ben sana; bir insan en fazla ne kadar acıya katlanabilir,

bu videoda ondan bahsetmek istiyorum.

O trenin vagonuna, seksen kişinin arasına bindiği zaman insan,

kalabalıkta nefes almakta bile zorlanırken

hayata dair umutlar minimuma iniyordu.

Bunu arkamdaki kampta; yani Auschwitz toplama kampında,

uzun bir zaman geçiren ve burada ciddi acılara maruz kalan

Yahudi psikiyatrist Viktor Frankl,

kitabı; ' İnsanın Anlam Arayışı'nda bahsediyor.

Kitapta şöyle bir şeyden bahsediyor:

İnsanlar buraya o trenle geldikleri zaman

ilk başta o umut... trende diplere kadar iniyor.

Sonrasında, tam bu kapıdan içeri girdikleri zaman

çok da iyi durumlu mahkumlar görüyorlar.

Ve zannediyorlar ki o an o diplere inmiş umut...

birazcık yükselmeye, birazcık yeşermeye başlıyor.

'O kadar da kötü olmayabilir.'

Sonrasında bazı kaynaklarda kapıda bir orkestranın olduğu bile söyleniyor.

İnsanlar sanki aslında çok da modern

çok da hayatın güzel geçeceği bir yere gelmiş

izlenimi yaratmak için oradaki mahkumlar

özellikle seçilmiş mahkumlar

kapıdaki o ortam da tamamen bir propaganda amacı olarak kurulmuş bir ortamdı.

Biliyorsundur, zaten Nazi dönemi, propagandasıyla ünlü bir dönem.

Sonrasında, içeri girmeden önce

kapıda uzun kuyruklar oluşuyor ve kapıda bir Nazi subayı

şöyle bir duruşta duruyor

ve seni baştan aşağı süzüyor.

Parmağı havada.

İnsanların bir kısmını sol tarafa bir kısmını sağ tarafa gönderiyor.

Ven sen orada durduğun zaman

o sola, o sağa gitmenin ne anlam ifade ettiğini bilmiyorsun.

Sadece, niye beni süzüyor ve tedirgin bir vaziyettesin.

Bazı insanları süzdükten sonra sol tarafa gönderiyorlar,

Ve insanların neredeyse %90'ı sol tarafa gidiyor,

böyle birazcık daha dinç görünen, daha sağlıklı görünen insanlarsa sağ tarafa giriyor

Tam burada

Viktor Frankl, içeri girdiği zaman, çok yakın bir arkadaşı ile geliyor kampa,

tutuklanarak getiriliyor,

eski tutuklulardan birine soruyor; 'Arkadaşımın durumunu öğrenebilir miyim?' diye.

Ve eski tutuklu iç çekerek soruyor ona: - Arkadaşın sağa mı gitti sola mı gitti?

Viktor Frankl burada diyor ki; sol tarafa gitti.

Arkadaşını ancak diyor; ilerideki, ölülerin yakıldığı, krematoryumu göstererek diyor ki,

o siyah dumanların arasında cennete gidiyor.

Sol tarafa giden insanlar, çalışamayacak durumda olan insanlar,

Bir şekilde gaz odalarına yönlendiriliyorlar.

Burada şöyle bir ayrıntı var:

Oradaki insanlara, sol tarafa gönderilen insanlara

hiçbir şekilde öldürüleceklerine dair bir işaret vermiyorlar.

Sizi yıkanmanız için banyolara götürüyoruz diyorlar ve

ellerine hatta o kocaman banyo gibi olan yerlere

istiflercesine insanları tıkıyorlar ve ellerine birer sabun veriyorlar.

Orada, tepede duş başlıklarına benzer olan şeylerden

bir süre sonra su değil, zehirli gaz salınmaya başlıyor

ve oradaki insanlar çığlık çığlığa ölüyorlar.

İçeri girdikten sonra hayat, çok bambaşka bir hale geliyor.

Gerçek hayatta hepimizin isimleri vardır,

bir şekilde isimlerimizle çağrılırız.

Ve isimler neredeyse ruhlarımıza sirayet etmiştir.

Bedenimizle, ruhumuzla bütünleşmiştir.

Ama sonrasında içeri giren herkese bir numara veriliyor.

Bu numara artık senin isminin yerini alıyor ve artık ismin diye bir şey yok.

Artık sen diye bir şey yok.

Artık kişiliğin diye bir şey yok.

Ne var sadece biliyor musun? O numara var.

O numara vücudunun herhangi bir yerine dövme şeklinde yazılıyor ve bundan sonra

oradaki gardiyanlar, subaylar seni sadece o numarayla tanımaya başlıyorlar.

Sol tarafa gönderilenler ölüme giderken,

sağ taraftakileri de çok güzel bir hayat beklemiyordu açıkçası.

O zamanlar;

bu kamplarda hayatta kalan insanlar, çevrelerdeki fabrikalarda köle gibi çalıştırılıyorlardı.

Çok ağır koşullarda, doğru düzgün yemek verilmeden,

o buz gibi havada, üstlerine incecik bir palto bulabiliyorsa şanslı sayılıyorlardı.

Ve hatta,

o zamanki Alman ekonomisinin ve sanayisinin gelişmesini,

bu zamandaki yoğun çalışmaya,

ve köle gibi çalışmaya bağlayan insanlar mevcut.

Sonrasında şöyle bir durum var yalnız,

insanlar geldikten sonra ailelerinden ayrı düşmüşler,

eşlerinden, annelerinden, babalarından,

hatta çocuklar var burada,

çocuklar da çoğu zaman deneylerde kullanılmıyorsa, çalışamaz durumda oldukları için

onlar da sol tarafa gönderilenler arasında oluyordu.

Burada tek başınasın.

O tek başınalıktan sonra

hasta da olsan,

bir şekilde çalışabilir durumda olmak zorundasın.

Çünkü azıcık zayıf görünmeye başladığın zaman,

çalışamaz,

yani işe yaramaz göründüğün zaman,

tekrar, senin için o gaz odalarına gitme durumu ortaya çıkabiliyordu.

Psikiyatrist Viktor Frankl burada şundan bahsediyor;

çok ağır hastalandığı zamanlarda bile,

ayaklarında ödemler oluştuğu, yürümekte zorlandığı zaman bile,

her zaman dik durmaya çalıştığından bahsediyordu,

çünkü,

ne zaman azıcık eğilse, bükülse ve çalışamaz durumda olsa

o an oradaki gardiyanlar, onu alıp gaz odasına gönderiyorlar.

Düşünsene böyle bir hayatta yaşadığını.

Çok ağır koşullarda çalışıyorsun, doğru düzgün yemek vermiyorlar,

Sabahları yarım litre kahve veriyorlar,

öğlenleri birazcık çorba veriyorlar,

akşamları da bir parça ekmek veriyorlar.

Sadece yemeğin bundan ibaret.

ve azıcık çorbayı fazla almışsan,

çorbanın içinde taneler azıcık fazlaysa, kendini o gün çok mutlu hissediyorsun.

Düşünsene, sadece çorbanın içinde bir kaç tane bezelye tanesi fazla diye.

Ve böyle bir koşulda, bu kadar ağır koşullarda çalışmak için can atıyorsun,

çünkü, azıcık çalışamayacak durumda olsan,

hemen seni gaz odasına gönderecekler.

İşte, böyle bir ortamda, insan acıya ne kadar daha fazla dayanabilir.

Bu kadar ağır koşullara, herkes tabii kolayca dayanamıyor.

Kampın etrafı elektrik telleri ile çevrili.

Burada şöyle oturuyor insanlar bazen.

Kısa, anlık mola anlarında bazen çok sakin görünen bir insanın

birden koşarak

elektrik tellerine sarıldığı ve intihar ettiği

neredeyse bir kaç günde bir olan rutin olaylardan olmaya başlıyor.

Ve ondan sonrasında ne oluyor biliyor musun?

Diğer kalan insanlar, o gidene, intihar edene üzülmek yerine;

Ayakkabısı sağlam mı? Paltosu kalın mı?

Eğer bu mümkünse, onu almak için o ölünün yanına gidiyorlar.

İşte bu kadar ağır koşullar insanı böyle bir noktaya getirebiliyor.

Yalnız, bu kadar ağır koşullarda bile

insanın tutunabileceği tek bir şey var.

Umut.

Ve umudun ne kadar önemli olduğunu gösteren çok güzel bir hikaye anlatmak istiyorum bu kampla ilgili.

Yine, psikiyastrist Viktor Frankl, bir arkadaşından bahsediyor,

eskiden çok ünlü bir müzisyen ve besteci olan bir arkadaşından,

arkadaşı; bir gün rüyasında, şubat ayında gördüğü bir rüyada,

Martın 30'unda serbest kalacağını görüyor.

Ve o andan sonra içini bir neşe kaplıyor.

Diyor ki Martın 30'unda kurtulacağım.

Sonrasında, gel zaman git zaman, zaman çabuk da geçse böyle kötü bir yerde,

Martın 30' u geliyor ve bir gelişme olmuyor.

Kişi, bu bahsettiği kişi, serbest kalmıyor.

Çünkü hala o kamp hayatı devam ediyor.

Ve enteresan bir şekilde bu arkadaşı 31 Mart'ta hastalanarak ölüyor.

İşte, umut bu kadar önemli bir şey.

O anda onu hayatta tutan şey aslında

bir an olsun serbest bırakılma,

bir an olsun normal hayata dönme umudu.

Ama sonrasında, içindeki o cılız umudun ışığı da sönünce

n'apıyor, beden direnmeyi bırakıyor.

ve sonrasında birden ölüm gelmeye başlıyor.

Hepimizin hayatında zorluklar oluyor.

Bir şekilde bu hayatın gerçeği aslında.

Ama çok az insanın hayatında bu kadar ağır şeyler olur.

Ve bir insan sence bu kadar ağır şeylere nasıl dayanabilir?

Evet bir tarafta intihar etmeyi seçenler var,

bir tarafta ölüme gönderilenler var.

ve çok ağır ruhsal bunalımlara giren insanlar var ama

bazı insanlar bu kamp ortamında, bu kadar insanlık dışı ortamda bile

o dik durmayı muhafaza edebiliyorlar.

Nasıl oluyor da bir insan bu kadar acıya katlanabiliyor?

İşte burada bize,

şansımız mı diyelim, aslında onun için şanssızlık diyebiliriz

psikiyatrist Viktor Frankl,

burada bu kadar acıyı yaşarken hep şunu düşünüyor:

Nasıl ayakta kalabilirim?

Diğer insanlar, bazıları kendilerini bırakırken,

Bazıları, buradaki bu olumsuz koşullara rağmen,

nasıl bir şekilde dik durabiliyorlar

ve çökmeden hayatlarına devam edebiliyorlar.

İşte buradan sonra kendisi bir kuram geliştiriyor

Logo terapi diye ve 'İnsanın Anlam Arayışı' kitabında bundan bahsediyor.

İlk olarak bahsetmek istediğim şey bu konuda şu:

Buradaki psikiyatrist zamanında çok hevesli heyecanlı bir genç ve

cebinde bir sürü malı mülkü, mücevheri her şeyi evinde bırakıyor

öncesinde bunların hiç birini yanına almayı bile aklına getirmiyor.

Yanında sadece bir tomar kağıt var.

Ve bu bir tomar kağıtta

yaptığı bilimsel çalışmaların notları var.

Sonrasında, içeri girdiği zaman

bir sürü şeyle, soyunurken, eşyalarını bırakırken,

o bir tomar kağıdı da üstünden alıyorlar ve çöpe atıyorlar.

Sonrasında,

zaman zaman, ortada bir yerde,

Viktor Frankl, bir eski kağıt, bir parça kağıt bulduğu zaman

minik minik anahtar kelimelerle birlikte,

ne yapıyor biliyor musun?

O eski çalışmasının notlarını tekrar derlemeye başlıyor.

Bu kadar ağır koşulda,

doğru düzgün yemek bile olmayan koşulda,

ve her an öldürülme tehlikesi varken

o an, o ufak kağıtlara notlarını alıyor.

Bundan ne çıkartabiliriz?

Aslında hayat senin için, çok ama çok kötü giderken bile

bir tutunduğun dal varsa,

uğraşabileceğin, üretebileceğin bir şey varsa

O acılar, her zaman daha katlanılabilir bir hale geliyor.

Nietzsche'nin bir sözü var,

diyor ki; 'Bir nedeni olan, her nasıla katlanır.'

Aslında hayatımızdaki büyük acılara

dayanmanın temelini özetliyor diyebiliriz.

Viktor Frankl da böyle diyor zaten.

Diyor ki; hayatın bir anlamı, amacı olması lazım.

O acılara bir anlam verdiğimiz zaman acılar katlanılabilir oluyor.

Burada şundan bahsetmiyor kesinlikle,

Hayatımıza zorlama bir şekilde acıyı almamalıyız.

Ama bazen bazı acılar kaçınılmaz olur.

Kaçınılmaz bir acı neticesinde insan ne yapabilir?

Ya ümitsizliğe kapılacak

Ya da o acı içinde büyük resme bakıp,

bunun bir anlamı olmalı,

kendi hayatına o acının anlamını yansıtmak zorunda.

Böyle olduğu zaman o acıyı insan atlatabiliyor ya da kendisine değer olarak katabiliyor.

Peki bu ne olabilir?

İnsanın hayatının anlamı ya da amacı ne olabilir?

İlk başta, insanın kendi amacını bulması lazım.

Bu dini bir amaç olabilir,

bu senin hayatında yer alan başka insanlar olabilir,

ya da senin toplumsal olarak bulunduğun konumla ilgili olabilir.

Çalıştığın meslekle ilgili olabilir.

Kendi dışında,

bir amaç bulursan

bu dünyada o hissettiğin acıdan başka bir anlam olduğunu keşfetmeye başlıyorsun.

Ama zannetme ki bu kolay bir şey,

İnsanın düşünmesi lazım,

sorgulaması lazım, zorlaması lazım.

Kendi amacını ve sonrasında anlamını bulabilmesi için.

İşte anlamı bulduğun zaman,

biliyorsun ki

yaşadığın şey şu andan ibaret değil.

bunun sonrası var, geçmişi var ve senin diğer insanlara katkıların var.

Ve böyle düşündüğün zaman

O acının sana yaşattığı bir fanus içinde kalma halinden çıkıp,

Daha evrensel,

Daha geniş bir noktaya varıyorsun.

İşte böyle olduğu zaman,

insan, buradaki insanlık dışı şeylere bile katlanabiliyor.

Sen kendi hayatında düşün bakalım.

Nelere katlanıyorsun?

Nelere katlanamıyorsun?

Bunun sebepleri ne?

Sen kendi amacını buldun mu?

Hayatının anlamını buldun mu?

Bazı kaynaklarda; burada bu kadar kötü koşullarda yaşayan insanların kendi aralarında şakalaştıkları,

bir şekilde durumun içindeki absürt noktaları bulup,

bunun üzerine dalga geçtikleri

ya da aynada o zayıflayan, eski halinden eser olmayan haline bakıp,

o kendi haliyle dalga geçtikleri anlatılıyor.

Şimdi düşünsene...

Bu kadar kötü şeyler yaşarken gülmek de neyin nesi diyebilirsin.

Ama mizah ve gülmek

acıların içinde bize geçici de olsa,

bir aydınlık hal yaşatabilecek önemli şeylerden birisi.

Nedir bu biliyor musun?

Her yaşanan olayın içinde absürt bir nokta vardır.

Gülünebilecek bir nokta vardır.

Ama sen hayatı çok fazla ciddiye alırsan,

o ciddiyette ve o ağırlıkta yaşarsın bütün sorunları.

Ama bazen... Kendinle

içinde bulunduğun durumla...

ve o saçmalıklarla

hayatın her şeyi ile dalga geçebilirsin.

Dalga geçtiğin zaman, gülecek bir şeyler bulduğun zaman,

ona verdiğin değeri bir nebze olsun azaltıyor.

Ve böyle olunca

birazcık daha farklı olmaya başlıyor.

O an.. Dediğim gibi,

o yükü, sırtındaki o ağır yükü

bir anlığına bile olsa bırakıyor olabilmek

mizah yoluyla

sana her zaman iyi gelecektir.

İnsanlar büyük acılar yaşadıkları zaman,

kendi içlerine dönme eğilimindedir.

Ve insan kendi içine döndüğü zaman,

yaşadığı acının

neredeyse çok daha fazlasını hisseder.

Böyle bir durumda ne diyebiliriz peki?

Zor zamanlar yaşarken,

acılar yaşarken, ne yapabilirsin?

İlişkiler her zaman hayat kurtarıcıdır.

Etrafında konuşabilecek, sohbet edebilecek

bir kişi bile olsa,

bazen bu bir evcil hayvan bile olabilir.

ona bir şey anlattığın zaman,

o bile senin hayatın için, duyguların için kurtarıcı olabilir.

Anlatmak, ilişki kurmak

Ve bir şekilde,

o insanla sohbet edebilmek.

Ama sen içine kapanırsan ne olacak?

Kendi acın,

kendi içinde demlenecek, demlenecek ve acımaya başlayacak.

O acı seni iyice rahatsız edecek.

Etrafındaki insanlarla

ne kadar acı çekersen çek konuşmak zorundasın.

Anlatmak ve paylaşmak zorundasın.

Emin ol, bu en iyi gelecek şeylerden birisi.

İnsan, başına kötü şeyler geldiği zaman 'Neden?' diye sorma eğilimindedir.

Neden benim başıma geldi?

Neden ben böyle şeyler yaşıyorum?

Neden? Neden? Neden?

Ama neden diye sorduğun zaman

işler çok da kolay olmayabiliyor.

Ve insanın içinde bir suçluluk duygusu,

ve içinden çıkılamayacak karmaşık, ağır duygular ortaya çıkabiliyor.

Böyle olduğu zaman,

Neden diye sormanın pek de bir anlamı yok.

Evet, bireysel anlamda yaşadığımızın bir amacını bulabiliriz.

Ama büyük dünyaya baktığımız zaman, evrene baktığımız zaman,

her şeyin de bir nedeni yok.

Sadece kendi bireysel hayatımızda nedenlerimizi bulabiliriz.

Ama toplumsal anlamda; 'Neden ben bu toplama kampına getirildim?'

Sadece yaşadığım yerden dolayı mı?

Konuştuğum dilden dolayı mı?

Ya da ırkımdan, dinimden dolayı mı getirildim?

Bunun bir anlamı var mı?

Evet bu taraftan bakınca yok.

Anlamı bireysel alanda bulacağız.

Ama genel anlamda baktığımız zaman,

Dünyadaki her şeyi sorgularsak çok da hoşumuza giden cevaplar bulamayabiliriz.

-Neden? -Çünkü öyle oldu.

Keşke öyle olmasaydı ama oldu.

Bu konuyu sorgulamak sana daha da kötü hissettirecektir.

İnsan,

kötü zamanlarında rutinlerinden asla şaşmamalı.

Bu ne demek?

Sabah kalkmak,

dişini fırçalamak,

bir şekilde, hijyen olabilir..

giyinmek, kıyafet olabilir, saçını taramak olabilir.

Bunlar önemsiz gibi görünebilir.

Ama insanın, insan olmanın asgari koşulunu rutinler sağlar.

Acı çektiğin zaman

karanlık bulutlar arasında yürüyor gibisindir.

Ve böyle zamanlarda yolunu şaşırman, yolunu kaybetmen çok muhtemel.

Ne olacak peki?

O rutinler,

o karanlık bulutun içinde tutunduğumuz

sağlam bir halata benzer.

Ne olursa olsun

belli bir saatte kalkmak,

belli bir saatte yatmak,

bir şekilde dışarı çıkmak, arkadaşlarınla görüşmek,

hiç zevk almasan dahi,

sana çok ağır gelse de yapman gereken şeyler.

Çünkü rutinler her zaman hayat kurtarır.

Sen şu anda acı hissediyorsun ve canın hiçbir şey yapmak istemiyor olabilir.

Ama emin ol o acı bir süre sonra geçecek.

Çünkü her acı...

bir şekilde insan o noktaya alışıyor.

Şu an yaşadığın acıyı bir düşün bakalım.

Bir ay önce, bir yıl önce ben sana sorsaydım;

Beyhan, bir yıl önce bunları yaşayabileceğini düşünüyor muydun?

Aklına gelir miydi?

Belki de sen diyeceksin ki,

Bin yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

İşte hayat böyle bir şey.

Yaşadığın her şeye

mutlu, iyi ya da kötü her şeye alışıyorsun bir süre sonra.

Hayatın ve insan olmanın bir gerçeği de bu.

Şu dünyada her şeyin elinden alınabilir.

Sevdiklerin elinden alınabilir.

Maddiyatın elinden alınabilir.

Statün elinden alınabilir.

Ve hatta özgürlüğün elinden alınabilir.

Fiziksel özgürlüğün.

Ama

zihnindeki, hayatın amacını ve anlamını bulma çabana kimse dokunamaz.

ve sen hayatın anlamını, amacını bulduktan sonra

Diğer insanların önemi de kalmaz.

Çünkü sen kendi var oluşunu,

kendi duruşunu, ve hayattaki yerini keşfetmiş olursun.

Hiç kimse o zaman sana zarar veremez.

Başta söylediğim gibi Nietzsche'nin sözünü tekrarlamak istiyorum.

Şu hayatta bir nedeni olan, her nasıla katlanabilir.

Beni dinlediğin için teşekkür ediyorum güzel insan.

Kendine iyi davran, görüşmek üzere.