×

We use cookies to help make LingQ better. By visiting the site, you agree to our cookie policy.

image

Book - 1984 - George Orwell, 3. Bölüm - II (a)

3. Bölüm - II (a)

II

Kamp yatağını andıran, ama yerden biraz daha yüksekte duran bir şeyin üstünde, sımsıkı bağlanmış, yatıyordu. Yüzüne, eskisinden daha güçlü bir ışık vuruyordu. Bir yanında O'Brien duruyor, dikkatle ona bakıyordu. Öbür yanında duran beyaz önlüklü adamın elinde bir şırınga vardı.

Gözlerini açtıktan sonra bile çevresindekileri ancak yavaş yavaş algılayabiliyordu. Bu odaya sanki bambaşka bir dünyadan, çok daha derinlerdeki bir sualtı dünyasından yüzerek çıkıyordu. Ne kadardır orada, derinlerde olduğunu bilmiyordu. Tutuklandığı andan beri karanlık ya da aydınlık görmemişti. Kaldı ki, anımsadıklarının da bir sürekliliği yoktu. Bilincinin, uykudaki bilincinin bile zaman zaman kapandığı ve kapkara bir boşluktan sonra yeniden açıldığı olmuştu. Ama bu boşluklar günlerce ya da haftalarca mı sürmüştü, yoksa yalnızca birkaç saniye mi, bunu bilmek olanaksızdı.

Karabasan, dirseğine indirilen o ilk darbeyle başlamıştı. Sonradan, tüm olup bitenin, başlangıçta tutukluların hemen hepsine uygulanan sıradan bir sorgulama olduğunu kavrayacaktı. Herkesin önünde sonunda itiraf etmek zorunda kalacağı, casusluk, sabotaj ve benzerleri gibi bir sürü suç vardı. İtiraf bir formalite olmasına karşın, işkence gerçekti. Kaç kez dayak yemişti, dayaklar ne kadar sürmüştü, anımsayamıyordu. Hep siyah üniformalı beş altı adam oluyordu başında. Bazen yumruk atarak, bazen coplarla, bazen demir çubuklarla dövüyorlar, bazen de postallarıyla tekmeliyorlardı. Kim bilir kaç kez umarsız bir hayvan gibi yerlerde yuvarlanmış, tekmelerden sakınabilmek için bitmek bilmeyen boşuna bir çabayla debelenip durmuş, ama her seferinde kaburgalarına, karnına, dirseklerine, baldırlarına, kasığına, hayalarına, kuyruksokumuna daha fazla tekme yemekten kurtulamamıştı. Kimi zaman bu iş o denli uzun sürüyordu ki, bilincini yitirmeyi becerememesi, muhafızların attığı dayaktan çok daha acımasız, korkunç ve dayanılmaz geliyordu. Bazen sinirleri öyle boşanıyordu ki, daha dayak başlamadan yalvar yakar oluyor, muhafızın kalkan yumruğunu görür görmez, işlediği işlemediği bir sürü suçu itiraf ediveriyordu. Kimi zaman, ilkin hiçbir şey itiraf etmemeye karar veriyor, o zaman ağzından tek bir sözcüğü bile söke söke almak zorunda kalıyorlardı; kimi zaman da, kendince bir uzlaşma yolu arayarak, "İtiraf edeceğim, ama hemen değil. Acı dayanılmaz olana kadar direnmeliyim. Üç tekme daha atsınlar, sonra iki tekme daha, o zaman ne istiyorlarsa söylerim," diyordu kendi kendine. Bazen ayakta duramaz hale gelinceye kadar dövdükten sonra hücrenin taş zeminine patates çuvalı gibi fırlatıp atıyorlar, kendine gelmesi için birkaç saat bekleyip yeniden götürüyor, yeniden dayağa başlıyorlardı. Toparlanıp kendine gelmesi için daha uzun süreler gerektiği de oluyordu. Ama çoğu zaman uykuda ya da baygın geçen bu süreleri belli belirsiz anımsıyordu. Duvara iliştirilmiş tahtadan bir ranzası, teneke lavabosu olan bir hücreyi, sıcak çorba, ekmek ve bazen kahveden oluşan yemekleri anımsıyordu. Sakalını kazıyıp saçını kesmeye gelen suratsız berberi, nabzını ölçüp reflekslerini kontrol eden, gözkapaklarını kaldırıp gözlerine bakan, sert parmaklarıyla kırık kemiklerini yoklayan, uyutmak için koluna iğne vuran ekşi suratlı, sevimsiz, beyaz önlüklü adamları anımsıyordu.

Dayaklar giderek seyrekleşmiş; daha çok, yanıtları yeterli bulunmazsa her an geri gönderilebileceğine ilişkin bir gözdağına, bir korkutmacaya dönüşmüştü. Sorgucuları artık siyah üniformalı kaba saba adamlar değil, ufak tefek, tombul Partili entelektüellerdi; bu parlak gözlüklü, aceleci adamlar, Winston'ın üzerinde –emin değildi, ama yanılmıyorsa– aralıksız on on iki saat nöbetleşe çalışıyorlardı. Bunlar, hiç dinmeyen hafif bir acı duymasına özen göstermekle birlikte, yalnızca bu acıyla yerinmiyorlardı. Tokat atıyorlar, kulaklarını büküyorlar, saçını çekiyorlar, tek ayak üstünde durduruyorlar, işemesine izin vermiyorlar, yüzüne parlak ışıklar tutarak gözlerinden yaşlar boşanmasını sağlıyorlardı; bütün bunların tek amacı, onu aşağılamak, düşünme ve akıl yürütme gücünü yok etmekti. Asıl silahları, saatlerce süren acımasız sorgulamalardı: Tuzağa düşürerek yalanını yakalıyorlar, söylediği her şeyden başka bir anlam çıkarıyorlar, ne zaman yalan söylese ve çelişkiye düşse tepesine çöküyorlardı; ta ki, ruhu karardığı ve utancından yerin dibine geçtiği için hüngür hüngür ağlamaya başlayıncaya kadar. Bazen bir sorgu sırasında beş altı kere ağladığı bile oluyordu. Çoğu zaman bağırıp çağırarak sövgüler yağdırıyorlar, her duraksamasında yeniden muhafızların ellerine teslim etmekle tehdit ediyorlardı; ama bazen de tutumları birden değişiyor, ona yoldaş diye seslenerek İngsos ve Büyük Birader adına yalvarıyorlar; üzgün bir sesle, Parti'ye bağlılığının, verdiği zararları gidermek istemesini sağlayacak kadar sürüp sürmediğini soruyorlardı. Saatlerce süren sorgulamadan sonra sinirleri boşandığı için, bu kadarı bile gözyaşlarına boğulmasına yetiyordu. Sonunda, muhafızların postalları ve yumruklarından çok, başının etini yiyip duran bu adamlar kırmıştı direncini. Artık ne istense söylüyor, önüne konulan her kâğıdı imzalıyordu. Artık yeniden tepesine binmelerine meydan vermeden, kendisinden neyi itiraf etmesini istediklerini öğrenip bir an önce itiraf etmekten başka bir şey düşünmüyordu. Parti'nin önde gelen üyelerinin öldürülmesinden, bozgunculuk tohumları eken broşürlerin dağıtılmasından, devletin parasını zimmetine geçirmekten, askeri sırların satılmasından sorumlu olduğunu, pek çok sabotaj eylemine katıldığını itiraf etmişti. Ta 1968'den beri Doğuasya hükümetine para karşılığında casusluk yaptığını itiraf etmişti. Dindar, kapitalizm hayranı ve cinsel sapık olduğunu itiraf etmişti. Karısının hayatta olduğunu kendisi bildiği gibi, kendisini sorgulayanların da bilmeleri gerekiyordu, ama karısını öldürdüğünü de itiraf etmişti. Goldstein'la yıllardır temasta olduğunu, hemen hemen bütün tanıdıklarının katıldıkları bir yeraltı örgütüne üye olduğunu itiraf etmişti. Her şeyi itiraf etmek ve herkesi işin içine katmak daha kolaydı. Üstelik, bir bakıma hepsi doğruydu. Parti'ye düşman olduğu doğruydu ve Parti'nin gözünde, düşünce ile eylem arasında en küçük bir ayrım yoktu.

Anımsadığı daha başka şeyler de vardı. Zihninde birbirinden kopuk, bulanık görüntüler halinde geziniyorlardı.

Bir çift gözden başka bir şey göremediği için karanlık mı, aydınlık mı olduğunu anlayamadığı bir hücredeydi. Yakınlarda bir yerden bir aletin yavaş ve düzenli tıkırtıları duyuluyordu. Gözler gittikçe büyüyor ve parlaklaşıyordu. Birden oturduğu yerden havalanıp sürükleniyor, bir çift göz onu içine çekip yutuveriyordu.

Göz alıcı ışıklar altında, kadranlarla kuşatılmış bir koltuğa kayışlarla bağlanmıştı. Beyaz önlüklü bir adam kadranlardaki rakamları okuyordu. Dışarıdan postal sesleri geliyordu. Kapı gıcırdayarak açılıyor, yüzü balmumundan bir maskı andıran subay, ardında iki muhafızla içeri giriyordu.

"101 Numaralı Oda'ya," diyordu subay.

Beyaz önlüklü adam dönüp bakmıyordu. Winston'a da bakmıyor, gözlerini kadranlardan ayırmıyordu.

Bir kilometre genişliğinde, ışıl ışıl aydınlatılmış, uçsuz bucaksız bir koridorda, bir yandan kahkahalar atarak, bir yandan da bağıra çağıra itiraflarda bulunarak düşe kalka ilerliyordu. Her şeyi, işkence altında gizlemeyi başardığı şeyleri bile itiraf ediyordu. Tüm bir yaşamöyküsünü, zaten bilen insanlara anlatıyordu. Muhafızlar, öteki sorgucular, beyaz önlüklüler, O'Brien, Julia, Bay Charrington da onunla birlikteydiler, koridorda hep birlikte kahkahalar patlatarak düşe kalka ilerliyorlardı. Gelecekte saklı duran o korkunç şey her nasılsa atlanmış, olmamıştı. Her şey yolundaydı, acılar son bulmuştu, yaşamı son ayrıntısına kadar gözler önüne serilmiş, anlaşılmış, bağışlanmıştı.

Tahta yatakta doğruldu, O'Brien'ın sesini duyar gibi olmuştu. Tüm sorgu boyunca, O'Brien'ı hiç görmemiş olmasına karşın, onun hep yanı başında olduğunu hissetmişti. Her şeyi yöneten O'Brien'dı. Muhafızları Winston'ın üzerine salan da, onu öldürmelerini önleyen de oydu. Winston'ın ne zaman acı içinde haykıracağına, ne zaman dinlenmesine izin verileceğine, ne zaman yemek yiyeceğine, ne zaman uyuyacağına, koluna ne zaman uyuşturucu enjekte edileceğine karar veren oydu. Soruları soran da, yanıtları telkin eden de oydu. O hem işkence eden hem de koruyandı; hem sorgucu hem de dosttu. Uyutulduğu sırada mı, kendiliğinden uyurken mi, yoksa uyanıkken mi, anımsamıyordu, ama bir keresinde bir ses, "Merak etme, Winston; benim korumam altındasın," diye fısıldamıştı. "Yedi yıl boyunca izledim seni. Artık dönüm noktası geldi. Seni kurtaracağım, seni kusursuz kılacağım." O'Brien'ın sesi olup olmadığını kestiremiyordu; ama yedi yıl önce, rüyasında ona, "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," diyen sesle aynı sesti.

Sorgulamanın sona erdiğini anımsamıyordu. Arada bir süre her şey kararmış, ardından şimdi bulunduğu hücre ya da oda yavaş yavaş çevresinde belirginleşmişti. Sırtüstü, dümdüz yatıyor, hiç kıpırdayamıyordu. Bedeninin belli başlı noktaları, yattığı yere perçinlenmiş gibiydi. Başının arkası bile bir biçimde tutturulmuştu. O'Brien, tepesine dikilmiş, ciddi, hatta biraz da üzgün, ona bakmaktaydı. Aşağıdan bakıldığında, gözlerinin altındaki torbalar ve yanaklarından çenesine kadar inen derin çizgiler, yüzünü kaba ve yorgun gösteriyordu. Winston'ın sandığından yaşlıydı; kırk sekiz elli yaşlarında olmalıydı. Üstünde rakamların bulunduğu bir kadranın kolunu tutuyordu.

"Sana demiştim," dedi O'Brien, "bir daha ancak burada buluşuruz diye."

"Evet," dedi Winston.

O'Brien'ın elini hafifçe oynatışı dışında hiçbir uyarı gelmeden, bedenini bir acı dalgası kapladı. Olup biteni göremediği için ürkütücü bir acıydı, bunun kendisini öldürebileceğini hissediyordu. Kaldı ki, gerçekten böyle bir şey yapılıyor muydu, bu acı elektrik vererek mi sağlanıyordu, ayırdında değildi; ama bedeni paramparça oluyor, eklemleri yavaş yavaş birbirinden ayrılıyordu. Acıdan alnı tere batmıştı, ama belkemiğinin kopmak üzere olduğunu duyumsaması onu çok daha fazla korkutuyordu. Mümkün olduğu kadar sesini çıkarmamaya çalışarak dişlerini sıktı, burnundan derin bir nefes aldı.

O'Brien, gözlerini yüzünden ayırmadan, "Korkuyorsun," dedi, "birazdan bir yerinin kopacağından korkuyorsun. Özellikle de belkemiğinin kopacağından. Omurlarının birbirinden ayrıldığını, omurlarındaki sıvının aktığını görür gibi oluyorsun. Aklından geçen bu, öyle değil mı, Winston?"

Winston yanıt vermedi. O'Brien kadranın kolunu geri çekti. Acı, geldiği gibi gidiverdi.

"Kırktaydı," dedi O'Brien. "Bu kadrandaki rakamların yüze kadar çıktığını görebilirsin. Bu konuşmamız boyunca lütfen aklından çıkarma: Sana istediğim anda, istediğim kadar acı verebilirim. Bana yalan söylediğin, kaçamaklı yanıtlar vermeye kalktığın, hatta her zamanki zekâ düzeyinin altına düştüğün anda acıdan çığlığı basarsın. Anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı," dedi Winston.

O'Brien biraz yumuşamış gibiydi. Gözlüğünü düzeltirken düşünceli görünüyordu, odanın içinde şöyle bir gidip geldi. Kibar ve sabırlı bir sesle konuşuyordu. Cezalandırmaktan çok, açıklamak ve inandırmak isteyen bir hekim, öğretmen, hatta rahip gibiydi.

"Senin için kendimi paralıyorum, Winston," dedi. "Çünkü sen buna değersin. Sorununun ne olduğunu çok iyi biliyorsun. Aslında yıllardır biliyordun, ama bilmezlikten gelmek için elinden geleni yaptın. Ussal dengesizlik var sende. Bellek yetersizliği çekiyorsun. Gerçek olayları anımsayamadığın gibi, hiç olmamış olayları anımsadığına inandırıyorsun kendini. Neyse ki bunun tedavisi var. Bugüne kadar kendini iyileştirmek için hiçbir çaba harcamadın, çünkü iyileşmek istemiyordun. Azıcık istemen yeterliydi, ama buna hazır değildin. Şimdi bile, hastalığına bir erdemmiş gibi dört elle sarılıyorsun. Örneğin, söyler misin: Okyanusya şu anda hangi devletle savaşıyor?"

"Ben tutuklandığımda, Okyanusya Doğuasya'yla savaşıyordu."

"Doğuasya'yla. Tamam. Zaten Okyanusya her zaman Doğuasya'yla savaş halindedir, öyle değil mi?"

Winston nefesini tuttu. Konuşmak için ağzını açtı, ama bir şey demedi. Gözlerini kadrandan ayıramıyordu.

"Lütfen gerçeği söyle, Winston. Senin gerçeğini. Ne anımsıyorsan onu söyle."

"Tutuklanmadan daha bir hafta öncesine kadar Doğuasya'yla hiç savaşmadığımızı anımsıyorum. Onlar bizim müttefikimizdiler. Avrasya'yla savaş halindeydik. O da dört yıl sürmüştü. Ondan önce..."

O'Brien eliyle işaret ederek Winston'ı susturdu.

"Başka bir örnek vereyim," dedi. "Birkaç yıl önce çok ciddi bir yanılgıya kapılmıştın. Bir zamanlar Parti üyesi olan üç kişinin, her şeyi itiraf ettikten sonra vatana ihanet ve sabotajdan idam edilen Jones, Aaronson ve Rutherford'un kendilerine yüklenen suçları işlemediklerini sanıyordun. İtiraflarının düzmece olduğunu su götürmez bir biçimde kanıtlayan bir belge bulduğunu sanıyordun. Gördüğünü sandığın o fotoğraf bir sanrıydı. Gerçekten elinde tuttuğunu sanmıştın. Şöyle bir fotoğraftı."

O'Brien'ın parmakları arasında ince uzun bir gazete parçası belirmişti. Gazete parçası beş saniye kadar Winston'ın görüş alanında kaldı. Fotoğrafı açık seçik görebilmişti. Hem de o fotoğraftı. On bir yıl önce rastlantıyla eline geçtiğinde hemen yok ettiği fotoğraftı; Jones, Aaronson ve Rutherford'u New York'taki bir Parti toplantısında gösteren fotoğrafın bir kopyası. Bir an gözlerinin önünde belirmiş, sonra gözden kaybolmuştu. Ama görmüştü işte, gözleriyle görmüştü! Yattığı yerden acıyla doğrulmaya kalkıştı, ama boşuna. Doğrulmak şöyle dursun, azıcık kıpırdamak bile olanaksızdı. O an kadranı bile unutmuştu. Tek istediği, fotoğrafı yeniden parmakları arasında tutabilmek, hiç değilse bir kez daha görebilmekti.

"Var işte!" diye bağırdı.

O'Brien, "Hayır, yok," dedi.

Odanın karşı duvarındaki bellek deliğine gidip kapağını kaldırdı. İnce kâğıt parçası sıcak hava akımında döne döne gitti, derinlerde bir yerde alevlerin arasında yok oldu. O'Brien dönüp geldi.

"Kül oldu," dedi. "Kül olduğunu bile anlamak olanaksız. Toz. Artık yok. Hiçbir zaman da olmadı."

"Ama vardı! Hâlâ da var! Belleğimizde var. Ben anımsıyorum. Siz de anımsıyorsunuz."

"Ben anımsamıyorum," dedi O'Brien.

Winston yıkılmıştı. Çiftdüşün buydu işte. Korkunç bir umarsızlığa kapılmıştı. O'Brien'ın yalan söylediğinden emin olsa, hiç kaygı duymayacaktı. Ama O'Brien'ın fotoğrafı gerçekten unutmuş olması pekâlâ mümkündü. O zaman, fotoğrafı anımsadığını yadsıdığını unutmuş olabileceği gibi, unuttuğunu da unutmuş olabilirdi. Bunun sıradan bir hile olduğundan nasıl emin olabilirdi ki insan? Belki de delilerdeki o zihin kayması gerçekten olabiliyordu: Onu yenik düşüren düşünce bu oldu.

Learn languages from TV shows, movies, news, articles and more! Try LingQ for FREE

3. Bölüm - II (a) chapter|II|a Раздел 3 - II (a) Chapter 3 - II (a)

II II II

Kamp yatağını andıran, ama yerden biraz daha yüksekte duran bir şeyin üstünde, sımsıkı bağlanmış, yatıyordu. camp|bed|resembling|but|from the ground|a little|more|higher|standing|a|thing|on top of|tightly|tied|was lying He was lying on something that resembled a camp bed, but was a little higher off the ground, tightly bound. Yüzüne, eskisinden daha güçlü bir ışık vuruyordu. to his face|than before|more|strong|a|light|was hitting A stronger light than before was shining on his face. Bir yanında O'Brien duruyor, dikkatle ona bakıyordu. a|beside|O'Brien|standing|carefully|at him|was looking O'Brien was standing next to him, watching him carefully. Öbür yanında duran beyaz önlüklü adamın elinde bir şırınga vardı. the other|beside|standing|white|apron-wearing|man's|in his hand|a|syringe|there was The man in the white coat standing on the other side had a syringe in his hand.

Gözlerini açtıktan sonra bile çevresindekileri ancak yavaş yavaş algılayabiliyordu. his eyes|after opening|then|even|those around him|only|slow|slow|he could perceive Even after opening his eyes, he could only slowly perceive his surroundings. Bu odaya sanki bambaşka bir dünyadan, çok daha derinlerdeki bir sualtı dünyasından yüzerek çıkıyordu. this|room|as if|completely different|a|world|much|more|deeper|a|underwater|world|swimming|he was coming out It was as if he was emerging into this room from a completely different world, a much deeper underwater world. Ne kadardır orada, derinlerde olduğunu bilmiyordu. how|long|there|deep|that he was|he didn't know He didn't know how long he had been there, deep down. Tutuklandığı andan beri karanlık ya da aydınlık görmemişti. that he was arrested|moment|since|darkness|or||light|he hadn't seen He hadn't seen darkness or light since the moment he was arrested. Kaldı ki, anımsadıklarının da bir sürekliliği yoktu. besides|that|that he remembered|also|a|continuity|there wasn't Moreover, there was no continuity to what he remembered. Bilincinin, uykudaki bilincinin bile zaman zaman kapandığı ve kapkara bir boşluktan sonra yeniden açıldığı olmuştu. his consciousness|in sleep|his consciousness|even|time|times|that it closed|and|pitch black|a|void|after|again|that it opened|it had happened There were times when even his consciousness, his consciousness in sleep, would shut down and then reopen after a pitch-black void. Ama bu boşluklar günlerce ya da haftalarca mı sürmüştü, yoksa yalnızca birkaç saniye mi, bunu bilmek olanaksızdı. but|this|gaps|for days|or|also|for weeks|question particle|it had lasted|or|only|a few|seconds|question particle|this|to know|it was impossible But it was impossible to know whether these gaps lasted for days or weeks, or just a few seconds.

Karabasan, dirseğine indirilen o ilk darbeyle başlamıştı. nightmare|to his elbow|that was brought down|that|first|with the blow|it had started The nightmare had begun with that first blow to his elbow. Sonradan, tüm olup bitenin, başlangıçta tutukluların hemen hepsine uygulanan sıradan bir sorgulama olduğunu kavrayacaktı. later|all|happening|that was|at the beginning|of the prisoners|immediately|to all of them|that was applied|ordinary|a|interrogation|that it was|he would understand Later, he would realize that everything that had happened was just a routine interrogation applied to almost all the prisoners at the beginning. Herkesin önünde sonunda itiraf etmek zorunda kalacağı, casusluk, sabotaj ve benzerleri gibi bir sürü suç vardı. of everyone|in front of|eventually|confession|to make|obliged|that he would have to|espionage|sabotage|and|similar ones|like|a|lot|crime|there were There were many crimes, such as espionage, sabotage, and the like, that everyone would eventually have to confess to. İtiraf bir formalite olmasına karşın, işkence gerçekti. |a|formality|although it is|despite|torture|it was Although the confession was a formality, the torture was real. Kaç kez dayak yemişti, dayaklar ne kadar sürmüştü, anımsayamıyordu. how many|times|beating|he had received|beatings|how|long|it had lasted|he couldn't remember He couldn't remember how many times he had been beaten, or how long the beatings had lasted. Hep siyah üniformalı beş altı adam oluyordu başında. always|black|uniformed|five|six|men|there were|at his head There were always five or six men in black uniforms around him. Bazen yumruk atarak, bazen coplarla, bazen demir çubuklarla dövüyorlar, bazen de postallarıyla tekmeliyorlardı. sometimes|fist|by hitting|sometimes|with batons|sometimes|iron|with rods|they were beating|sometimes|also|with their boots|they were kicking Sometimes they would punch him, sometimes beat him with truncheons, sometimes with iron rods, and sometimes they would kick him with their boots. Kim bilir kaç kez umarsız bir hayvan gibi yerlerde yuvarlanmış, tekmelerden sakınabilmek için bitmek bilmeyen boşuna bir çabayla debelenip durmuş, ama her seferinde kaburgalarına, karnına, dirseklerine, baldırlarına, kasığına, hayalarına, kuyruksokumuna daha fazla tekme yemekten kurtulamamıştı. who|knows|how many|times|careless|a|animal|like|on the ground|rolled|from kicks|to be able to avoid|in order to|to end|not knowing|in vain|a|with effort|struggling|stopped|but|every|time|to his ribs|to his stomach|to his elbows|to his calves|to his groin|to his testicles|to his tailbone|more|too many|kick|from getting|he couldn't escape Who knows how many times he had rolled on the ground like an indifferent animal, struggling with an endless futile effort to avoid kicks, but each time he could not escape getting kicked more in his ribs, stomach, elbows, calves, groin, testicles, and tailbone. Kimi zaman bu iş o denli uzun sürüyordu ki, bilincini yitirmeyi becerememesi, muhafızların attığı dayaktan çok daha acımasız, korkunç ve dayanılmaz geliyordu. sometimes|time|this|job|that|so|long|it lasted|that|his consciousness|to lose|his inability|the guards'|that they threw|from beating|much|more|merciless|terrible|and|unbearable|it felt Sometimes this process took so long that his inability to lose consciousness felt much more ruthless, terrifying, and unbearable than the beating inflicted by the guards. Bazen sinirleri öyle boşanıyordu ki, daha dayak başlamadan yalvar yakar oluyor, muhafızın kalkan yumruğunu görür görmez, işlediği işlemediği bir sürü suçu itiraf ediveriyordu. sometimes|his nerves|so|they were breaking|that|before|beating|before it started|begging|pleading|he was becoming|the guard's|shield|fist|he sees|before he sees|he committed|he didn't commit|a|bunch|crime|confession|he was confessing At times, his nerves would fray so much that even before the beating started, he would beg and plead, confessing a multitude of crimes as soon as he saw the guard's armored fist. Kimi zaman, ilkin hiçbir şey itiraf etmemeye karar veriyor, o zaman ağzından tek bir sözcüğü bile söke söke almak zorunda kalıyorlardı; kimi zaman da, kendince bir uzlaşma yolu arayarak, "İtiraf edeceğim, ama hemen değil. sometimes|time|at first|no|thing|confession|not to confess|decision|he makes|that|time|from his mouth|single|a|word|even|to pull out|he had to|to take|obliged|they were|sometimes|time|and|in his own way|a|compromise|way|searching|confession|I will confess|but|immediately|not Sometimes, he would initially decide not to confess anything, and then they would have to pry a single word from his mouth; other times, seeking a compromise in his own way, he would say, "I will confess, but not right away." Acı dayanılmaz olana kadar direnmeliyim. pain|unbearable|to be|until|I must resist I must resist until the pain becomes unbearable. Üç tekme daha atsınlar, sonra iki tekme daha, o zaman ne istiyorlarsa söylerim," diyordu kendi kendine. three|kick|more|they should kick|then|two|kick|more|that|time|what|they want|I will say|he was saying|self|to himself "Let them kick me three more times, then two more kicks, and then I'll tell them whatever they want," he was saying to himself. Bazen ayakta duramaz hale gelinceye kadar dövdükten sonra hücrenin taş zeminine patates çuvalı gibi fırlatıp atıyorlar, kendine gelmesi için birkaç saat bekleyip yeniden götürüyor, yeniden dayağa başlıyorlardı. sometimes|standing|cannot|state|until coming|until|after beating|then|of the cell|stone|floor|potato|sack|like|throwing|they are throwing|to himself|coming|for|a few|hours|waiting|again|they are taking|again|to beating|they were starting Sometimes, after beating him until he could no longer stand, they would throw him onto the stone floor of the cell like a sack of potatoes, wait a few hours for him to recover, and then take him back to start the beating again. Toparlanıp kendine gelmesi için daha uzun süreler gerektiği de oluyordu. recovering|to himself|coming|for|longer|long|periods|it was needed|also|it was happening There were also times when it took him longer to recover and get back on his feet. Ama çoğu zaman uykuda ya da baygın geçen bu süreleri belli belirsiz anımsıyordu. but|most|time|in sleep|or||faint|passing|these|periods|certain|vague|he was remembering But most of the time he vaguely remembered these periods spent in sleep or unconsciousness. Duvara iliştirilmiş tahtadan bir ranzası, teneke lavabosu olan bir hücreyi, sıcak çorba, ekmek ve bazen kahveden oluşan yemekleri anımsıyordu. to the wall|attached|wooden|a|bunk bed|tin|sink|having|a|cell|hot|soup|bread|and|sometimes|coffee|consisting of|meals|he was remembering He remembered a cell with a wooden bunk attached to the wall, a tin washbasin, and meals consisting of hot soup, bread, and sometimes coffee. Sakalını kazıyıp saçını kesmeye gelen suratsız berberi, nabzını ölçüp reflekslerini kontrol eden, gözkapaklarını kaldırıp gözlerine bakan, sert parmaklarıyla kırık kemiklerini yoklayan, uyutmak için koluna iğne vuran ekşi suratlı, sevimsiz, beyaz önlüklü adamları anımsıyordu. his beard|shaving|his hair|to cut|coming|grumpy|barber|his pulse|measuring|his reflexes|check|who|his eyelids|lifting|his eyes|looking|hard|with his fingers|broken|his bones|probing|to sedate|for|his arm|needle|hitting|sour|faced|unpleasant|white|apron-wearing|men|he was remembering He recalled the grumpy barber who came to shave his beard and cut his hair, the sour-faced, unpleasant men in white coats who measured his pulse and checked his reflexes, lifted his eyelids to look into his eyes, probed his broken bones with their harsh fingers, and injected his arm to put him to sleep.

Dayaklar giderek seyrekleşmiş; daha çok, yanıtları yeterli bulunmazsa her an geri gönderilebileceğine ilişkin bir gözdağına, bir korkutmacaya dönüşmüştü. beatings|increasingly|had become rare|more|often|answers|sufficient|if not found|every|moment|back|he could be sent|regarding|a|threat|a|intimidation|it had turned Beatings had become increasingly rare; instead, it had turned into a threat, a warning that he could be sent back at any moment if his answers were deemed insufficient. Sorgucuları artık siyah üniformalı kaba saba adamlar değil, ufak tefek, tombul Partili entelektüellerdi; bu parlak gözlüklü, aceleci adamlar, Winston'ın üzerinde –emin değildi, ama yanılmıyorsa– aralıksız on on iki saat nöbetleşe çalışıyorlardı. interrogators|no longer|black|uniformed|rough|rude|men|not|small|petite|chubby|party|||bright|glasses-wearing|hasty|men|Winston's|on|sure|he was not|but|if he was not mistaken|uninterrupted|ten|ten|two|hours|taking turns|they were working The interrogators were no longer rough men in black uniforms, but small, plump Party intellectuals; these bright-eyed, hasty men were working in shifts for what Winston was not sure, but if he was not mistaken, it was continuously for ten to twelve hours. Bunlar, hiç dinmeyen hafif bir acı duymasına özen göstermekle birlikte, yalnızca bu acıyla yerinmiyorlardı. these|never|ceaseless|slight|a|pain|feeling|care|showing|together|only|this|with this pain|they were not complaining While they made sure he felt a constant slight pain, they were not merely satisfied with this pain. Tokat atıyorlar, kulaklarını büküyorlar, saçını çekiyorlar, tek ayak üstünde durduruyorlar, işemesine izin vermiyorlar, yüzüne parlak ışıklar tutarak gözlerinden yaşlar boşanmasını sağlıyorlardı; bütün bunların tek amacı, onu aşağılamak, düşünme ve akıl yürütme gücünü yok etmekti. slap|they are slapping|their ears|they are bending|her hair|they are pulling|single|foot|on|they are making her stand|to urinate|permission|they are not giving|her face|bright|lights|holding|her eyes|tears|to flow|||of these|sole|purpose|her|to humiliate|thinking|and|mind|reasoning|her power|to destroy|it was They slapped him, twisted his ears, pulled his hair, made him stand on one leg, denied him the chance to urinate, and shone bright lights in his face to make tears stream from his eyes; the sole purpose of all this was to humiliate him, to destroy his ability to think and reason. Asıl silahları, saatlerce süren acımasız sorgulamalardı: Tuzağa düşürerek yalanını yakalıyorlar, söylediği her şeyden başka bir anlam çıkarıyorlar, ne zaman yalan söylese ve çelişkiye düşse tepesine çöküyorlardı; ta ki, ruhu karardığı ve utancından yerin dibine geçtiği için hüngür hüngür ağlamaya başlayıncaya kadar. main|their weapons|for hours|lasting|merciless|||by trapping|her lie|they are catching|what she said|every|from|other|a|meaning|they are deriving|what|when|lie|she tells|and|contradiction|she falls|on her|||that|her soul|darkened|and|from her shame|ground|to the bottom|she went|because|sobbing|sobbing|to cry|she starts|until Their main weapon was the hours of ruthless interrogation: they would trap him and catch him in a lie, derive another meaning from everything he said, and pounce on him whenever he lied or contradicted himself; until he began to sob uncontrollably, as his spirit darkened and he felt so ashamed that he wished he could disappear into the ground. Bazen bir sorgu sırasında beş altı kere ağladığı bile oluyordu. sometimes|a|interrogation|during|five|six|times|he cried|even|it was happening Sometimes he would cry five or six times during an interrogation. Çoğu zaman bağırıp çağırarak sövgüler yağdırıyorlar, her duraksamasında yeniden muhafızların ellerine teslim etmekle tehdit ediyorlardı; ama bazen de tutumları birden değişiyor, ona yoldaş diye seslenerek İngsos ve Büyük Birader adına yalvarıyorlar; üzgün bir sesle, Parti'ye bağlılığının, verdiği zararları gidermek istemesini sağlayacak kadar sürüp sürmediğini soruyorlardı. most|time|shouting|calling|insults|they are pouring|every|pause|again|guards'|hands|surrender|to|threat|||sometimes|also|their attitudes|suddenly|they change|to him|comrade|as|calling||and|Big|Brother|in the name of|||a|voice|to the Party|his loyalty|he gave|damages|to remedy|his desire|it will enable|as much as|lasting|it did not last|they were asking Most of the time they would shout and curse, threatening to hand him back to the guards with every pause; but sometimes their attitude would suddenly change, calling him comrade and begging in the name of Ingsoc and Big Brother; they would ask in a sorrowful voice whether his loyalty to the Party lasted long enough to make him want to repair the damage he had done. Saatlerce süren sorgulamadan sonra sinirleri boşandığı için, bu kadarı bile gözyaşlarına boğulmasına yetiyordu. for hours|lasting|interrogation|after|his nerves|he broke down|because|this|this much|even|tears|his drowning|it was enough After hours of interrogation, his nerves had unraveled, and this alone was enough to drown him in tears. Sonunda, muhafızların postalları ve yumruklarından çok, başının etini yiyip duran bu adamlar kırmıştı direncini. finally|guards'|boots|and|fists|much|his head|flesh|eating|who was|these|men|he broke|his resistance In the end, it was these men, who were gnawing at his head more than the guards' boots and fists, that broke his resistance. Artık ne istense söylüyor, önüne konulan her kâğıdı imzalıyordu. now|whatever|is wanted|he is saying|in front of him|put|every|paper|he was signing He now says whatever is asked, signing every paper put in front of him. Artık yeniden tepesine binmelerine meydan vermeden, kendisinden neyi itiraf etmesini istediklerini öğrenip bir an önce itiraf etmekten başka bir şey düşünmüyordu. now|again|on his back|their riding|ground|without giving|from him|what|confession|him to confess|they wanted|learning|a|a|before|confession|to confess|other|a|thing|he was not thinking Without giving them a chance to ride him again, he was only thinking about confessing as soon as he learned what they wanted him to confess. Parti'nin önde gelen üyelerinin öldürülmesinden, bozgunculuk tohumları eken broşürlerin dağıtılmasından, devletin parasını zimmetine geçirmekten, askeri sırların satılmasından sorumlu olduğunu, pek çok sabotaj eylemine katıldığını itiraf etmişti. of the party|front|leading|members|from the killing|sabotage|seeds|sowing|brochures|from the distribution|of the state|money|to his own account|from embezzling|military|secrets|from selling|responsible|that he was|many|many|sabotage|actions|that he participated|confession|he had made He confessed to being responsible for the murders of prominent party members, distributing brochures that sowed discord, embezzling state funds, and selling military secrets, and that he had participated in many acts of sabotage. Ta 1968'den beri Doğuasya hükümetine para karşılığında casusluk yaptığını itiraf etmişti. as far back as|from 1968|since|to the government of Doğuasya|to the government|money|in exchange for|espionage|that he did|confession|he had made He had confessed to spying for the Doğuasya government for money since 1968. Dindar, kapitalizm hayranı ve cinsel sapık olduğunu itiraf etmişti. devout|capitalism|admirer|and|sexual|pervert|that he was|confession|he had made He had confessed to being religious, a fan of capitalism, and a sexual pervert. Karısının hayatta olduğunu kendisi bildiği gibi, kendisini sorgulayanların da bilmeleri gerekiyordu, ama karısını öldürdüğünü de itiraf etmişti. his wife|alive|that she was|himself|he knew|as|himself|those who questioned him|also|they should know|it was necessary|but|his wife|that he killed|also|confession|he had made He knew his wife was alive, and those who questioned him needed to know it too, but he had also confessed to having killed her. Goldstein'la yıllardır temasta olduğunu, hemen hemen bütün tanıdıklarının katıldıkları bir yeraltı örgütüne üye olduğunu itiraf etmişti. with Goldstein|for years|in contact|that he was|immediately|almost|all|acquaintances|they attended|a|underground|organization|member|that he was|confession|he had made He had confessed to being in contact with Goldstein for years and being a member of an underground organization that almost all of his acquaintances were part of. Her şeyi itiraf etmek ve herkesi işin içine katmak daha kolaydı. every|thing|confession|to make|and|everyone|the job|into|to involve|more|it was easier It was easier to confess everything and involve everyone. Üstelik, bir bakıma hepsi doğruydu. moreover|a|regard|all|was true Moreover, in a way, they were all right. Parti'ye düşman olduğu doğruydu ve Parti'nin gözünde, düşünce ile eylem arasında en küçük bir ayrım yoktu. to the party|enemy|that he was|was true|and|the party's|in the eyes|thought|and|action|between|the|smallest|a|distinction|was not It was true that he was an enemy of the Party, and in the eyes of the Party, there was no distinction between thought and action.

Anımsadığı daha başka şeyler de vardı. that he remembered|more|other|things|also|there were There were other things he remembered. Zihninde birbirinden kopuk, bulanık görüntüler halinde geziniyorlardı. in his mind|from each other|disconnected|blurry|images|in the form of|they were wandering They were wandering in his mind as disconnected, blurry images.

Bir çift gözden başka bir şey göremediği için karanlık mı, aydınlık mı olduğunu anlayamadığı bir hücredeydi. a|pair|from eyes|other|a|thing|not being able to see|because|dark|question particle|light|question particle|that it is|not being able to understand|a|was in a cell He was in a cell where he couldn't tell whether it was dark or light because he could see nothing but a pair of eyes. Yakınlarda bir yerden bir aletin yavaş ve düzenli tıkırtıları duyuluyordu. nearby|a|from place|a|of the tool|slow|and|regular|sounds|was being heard The slow and regular ticking of a device could be heard from somewhere nearby. Gözler gittikçe büyüyor ve parlaklaşıyordu. eyes|increasingly|growing|and|was becoming bright His eyes were growing larger and brighter. Birden oturduğu yerden havalanıp sürükleniyor, bir çift göz onu içine çekip yutuveriyordu. suddenly|that he was sitting|from place|taking off|being dragged|a|pair|eyes|him|into|pulling|was swallowing Suddenly, he was lifted from where he was sitting and was being pulled away, as a pair of eyes drew him in and swallowed him.

Göz alıcı ışıklar altında, kadranlarla kuşatılmış bir koltuğa kayışlarla bağlanmıştı. eye|dazzling|lights|under|with dials|surrounded|a|to the chair|with straps|he was tied He was strapped to a chair surrounded by dials under dazzling lights. Beyaz önlüklü bir adam kadranlardaki rakamları okuyordu. white|apron-wearing|a|man|on the dials|numbers|he was reading A man in a white coat was reading the numbers on the dials. Dışarıdan postal sesleri geliyordu. from outside|boot|sounds|they were coming The sound of boots was coming from outside. Kapı gıcırdayarak açılıyor, yüzü balmumundan bir maskı andıran subay, ardında iki muhafızla içeri giriyordu. door|creaking|it is opening|face|made of wax|a|mask|resembling|officer|behind him|two|guards|inside|he was entering The door creaked open, and an officer, whose face resembled a wax mask, entered with two guards behind him.

"101 Numaralı Oda'ya," diyordu subay. numbered|to the room|he was saying|officer "To Room 101," the officer was saying.

Beyaz önlüklü adam dönüp bakmıyordu. white|apron-wearing|man|turning|he was not looking The man in the white coat was not looking back. Winston'a da bakmıyor, gözlerini kadranlardan ayırmıyordu. to Winston|also|he is not looking|his eyes|from the dials|he was not separating He was not looking at Winston, his eyes fixed on the dials.

Bir kilometre genişliğinde, ışıl ışıl aydınlatılmış, uçsuz bucaksız bir koridorda, bir yandan kahkahalar atarak, bir yandan da bağıra çağıra itiraflarda bulunarak düşe kalka ilerliyordu. one|kilometer|wide|bright|shining|illuminated|endless|vast|a|in the corridor|one|side|laughter|laughing|one|side|also|shouting|calling|confessions|finding|falling|getting up|he was moving forward In a corridor a kilometer wide, brightly lit and endless, he was stumbling forward, laughing on one hand and shouting confessions on the other. Her şeyi, işkence altında gizlemeyi başardığı şeyleri bile itiraf ediyordu. all|everything|torture|under|hiding|he managed to|things|even|confession|he was confessing He was confessing everything, even the things he had managed to hide under torture. Tüm bir yaşamöyküsünü, zaten bilen insanlara anlatıyordu. entire|a|life story|already|knowing|people|he was telling He was telling the entire story of his life to people who already knew it. Muhafızlar, öteki sorgucular, beyaz önlüklüler, O'Brien, Julia, Bay Charrington da onunla birlikteydiler, koridorda hep birlikte kahkahalar patlatarak düşe kalka ilerliyorlardı. guards|other|interrogators|white|coat wearers|O'Brien|Julia|Mr|Charrington|also|with him|they were together|in the corridor|always|together|laughter|bursting|falling|stumbling|they were moving forward The guards, the other interrogators, the men in white coats, O'Brien, Julia, Mr. Charrington were all with him, laughing together as they stumbled down the corridor. Gelecekte saklı duran o korkunç şey her nasılsa atlanmış, olmamıştı. in the future|hidden|remaining|that|terrible|thing|every|somehow|overlooked|it had not happened Somehow, that terrible thing hidden in the future had been overlooked, it had not happened. Her şey yolundaydı, acılar son bulmuştu, yaşamı son ayrıntısına kadar gözler önüne serilmiş, anlaşılmış, bağışlanmıştı. every|thing|was okay|pains|end|had found|life|last|detail|until|eyes|in front of|laid out|understood|had been forgiven Everything was fine, the pains had come to an end, life had been laid bare down to its last detail, understood, and forgiven.

Tahta yatakta doğruldu, O'Brien'ın sesini duyar gibi olmuştu. wooden|bed|he sat up|O'Brien's|voice|I hear|like|he had become He sat up in the wooden bed, as if he could hear O'Brien's voice. Tüm sorgu boyunca, O'Brien'ı hiç görmemiş olmasına karşın, onun hep yanı başında olduğunu hissetmişti. all|interrogation|throughout|O'Brien|never|I have not seen|despite|although|him|always|side|at|being|he felt Throughout the entire interrogation, despite never having seen O'Brien, he had felt that he was always by his side. Her şeyi yöneten O'Brien'dı. every|thing|governing|it was O'Brien It was O'Brien who governed everything. Muhafızları Winston'ın üzerine salan da, onu öldürmelerini önleyen de oydu. the guards|Winston's|on|releasing|also|him|to kill|preventing|also|he was It was he who unleashed the Guards on Winston and also the one who prevented them from killing him. Winston'ın ne zaman acı içinde haykıracağına, ne zaman dinlenmesine izin verileceğine, ne zaman yemek yiyeceğine, ne zaman uyuyacağına, koluna ne zaman uyuşturucu enjekte edileceğine karar veren oydu. Winston's|what|time|pain|in|he would scream|what|time|to rest|permission|it would be given|what|time|food|he would eat|what|time|he would sleep|to his arm|what|time|drug|inject|it would be done|decision|making|he was He was the one who decided when Winston would scream in pain, when he would be allowed to rest, when he would eat, when he would sleep, and when drugs would be injected into his arm. Soruları soran da, yanıtları telkin eden de oydu. the questions|asking|also|the answers|suggesting|doing|also|he was He was the one who asked the questions and also the one who suggested the answers. O hem işkence eden hem de koruyandı; hem sorgucu hem de dosttu. he|both|torture|doing|both|also||both|interrogator|both|also|he was He was both the torturer and the protector; both the interrogator and the friend. Uyutulduğu sırada mı, kendiliğinden uyurken mi, yoksa uyanıkken mi, anımsamıyordu, ama bir keresinde bir ses, "Merak etme, Winston; benim korumam altındasın," diye fısıldamıştı. while being put to sleep|at the time|question particle|spontaneously|while sleeping|question particle|or|while awake|question particle|he was not remembering|but|one|time|a|voice|worry|don't|Winston|my|protection|you are under|that|he had whispered Was it while he was being put to sleep, or while he was sleeping on his own, or while he was awake? He couldn't remember, but once a voice had whispered, "Don't worry, Winston; you are under my protection." "Yedi yıl boyunca izledim seni. seven|year|throughout|I watched|you "I have watched you for seven years. Artık dönüm noktası geldi. now|turning|point|it has come The turning point has come. Seni kurtaracağım, seni kusursuz kılacağım." you|I will save|you|perfect|I will make I will save you, I will make you perfect." O'Brien'ın sesi olup olmadığını kestiremiyordu; ama yedi yıl önce, rüyasında ona, "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," diyen sesle aynı sesti. He couldn't tell if it was O'Brien's voice; but seven years ago, it was the same voice that had told him in a dream, "One day we will meet in a place where there is no darkness."

Sorgulamanın sona erdiğini anımsamıyordu. He did not remember the interrogation coming to an end. Arada bir süre her şey kararmış, ardından şimdi bulunduğu hücre ya da oda yavaş yavaş çevresinde belirginleşmişti. For a while, everything had gone dark, and then the cell or room he was now in had slowly become clear around him. Sırtüstü, dümdüz yatıyor, hiç kıpırdayamıyordu. He was lying flat on his back, unable to move at all. Bedeninin belli başlı noktaları, yattığı yere perçinlenmiş gibiydi. his body|certain|main|points|he lay|on the ground|riveted|it was like The main points of his body seemed to be pinned to the place where he lay. Başının arkası bile bir biçimde tutturulmuştu. the back of his head|back|even|a|in a way|it was secured Even the back of his head was somehow secured. O'Brien, tepesine dikilmiş, ciddi, hatta biraz da üzgün, ona bakmaktaydı. O'Brien|on his head|he was standing|serious|even|a little|also|sad|at him|he was looking O'Brien was standing over him, looking serious, even a bit sad. Aşağıdan bakıldığında, gözlerinin altındaki torbalar ve yanaklarından çenesine kadar inen derin çizgiler, yüzünü kaba ve yorgun gösteriyordu. from below|when looked|his eyes|under|bags|and|from his cheeks|to his chin|until|going down|deep|lines|his face|rough|and|tired|it was showing From below, the bags under his eyes and the deep lines running from his cheeks to his chin made his face look rough and tired. Winston'ın sandığından yaşlıydı; kırk sekiz elli yaşlarında olmalıydı. Winston's|from his chest|he was old|forty|eight|fifty|in the age range|he must have been He was older than Winston; he must have been in his late forties or early fifties. Üstünde rakamların bulunduğu bir kadranın kolunu tutuyordu. on it|the numbers|that were|a|dial|its hand|he was holding He was holding the arm of a dial that had numbers on it.

"Sana demiştim," dedi O'Brien, "bir daha ancak burada buluşuruz diye." to you|I had said|he said|O'Brien|a|again|only|here|we will meet|that "I told you," O'Brien said, "that we would only meet here again."

"Evet," dedi Winston. Yes|he said|Winston "Yes," Winston said.

O'Brien'ın elini hafifçe oynatışı dışında hiçbir uyarı gelmeden, bedenini bir acı dalgası kapladı. O'Brien's|his hand|slightly|his movement|except|no|warning|without coming|his body|a|pain|wave|it covered Apart from O'Brien's slight movement of his hand, a wave of pain engulfed his body without any warning. Olup biteni göremediği için ürkütücü bir acıydı, bunun kendisini öldürebileceğini hissediyordu. happening|what|he couldn't see|for|frightening|a|it was pain|this|himself|he could kill|he was feeling It was a terrifying pain because he couldn't see what was happening, and he felt that it could kill him. Kaldı ki, gerçekten böyle bir şey yapılıyor muydu, bu acı elektrik vererek mi sağlanıyordu, ayırdında değildi; ama bedeni paramparça oluyor, eklemleri yavaş yavaş birbirinden ayrılıyordu. it remained|that|really|such|a|thing|being done|was it|this|pain|electricity|by giving|question particle|it was being provided|he was aware|he wasn't|but|his body|torn apart|it was becoming|his joints|slowly|slowly|from each other|it was separating Moreover, he wasn't aware if such a thing was really happening, whether this pain was caused by electric shocks; but his body was falling apart, and his joints were slowly separating from each other. Acıdan alnı tere batmıştı, ama belkemiğinin kopmak üzere olduğunu duyumsaması onu çok daha fazla korkutuyordu. from pain|his forehead|sweat|it was soaked|but|his spine|to break|about to|that it was|his feeling|him|very|more|much|it was frightening His forehead was drenched in sweat from the pain, but the sensation that his spine was about to break terrified him even more. Mümkün olduğu kadar sesini çıkarmamaya çalışarak dişlerini sıktı, burnundan derin bir nefes aldı. possible|that it is|as|your voice|not making|trying|your teeth|he/she/it clenched|from his/her nose|deep|a|breath|he/she/it took He tried to keep his voice down as much as possible, gritting his teeth and taking a deep breath through his nose.

O'Brien, gözlerini yüzünden ayırmadan, "Korkuyorsun," dedi, "birazdan bir yerinin kopacağından korkuyorsun. O'Brien|his eyes|from his face|without separating|you are afraid|he said||a|your place|that it will be torn off|you are afraid O'Brien, without taking his eyes off his face, said, "You're scared, you're afraid that something is going to be torn off soon. Özellikle de belkemiğinin kopacağından. especially|also|your spine|that it will be torn off Especially that your spine is going to be torn off. Omurlarının birbirinden ayrıldığını, omurlarındaki sıvının aktığını görür gibi oluyorsun. your vertebrae|from each other|that they are separating|in your vertebrae|the fluid|that it is flowing|you see|as if|you are becoming You feel as if you can see the vertebrae separating from each other, the fluid in your vertebrae flowing. Aklından geçen bu, öyle değil mı, Winston?" from your mind|passing|this|so|not|question particle|Winston What you're thinking is this, isn't it, Winston?

Winston yanıt vermedi. Winston|answer|did not give Winston did not respond. O'Brien kadranın kolunu geri çekti. O'Brien|the dial's|its arm|back|pulled O'Brien pulled the lever back. Acı, geldiği gibi gidiverdi. pain|it came|as|it went away The pain came and went just like that.

"Kırktaydı," dedi O'Brien. he was at forty|he said|O'Brien "It was at forty," O'Brien said. "Bu kadrandaki rakamların yüze kadar çıktığını görebilirsin. this|on the dial|the numbers|to hundred|as far as|that they went out|you can see "You can see that the numbers on this dial go up to a hundred. Bu konuşmamız boyunca lütfen aklından çıkarma: Sana istediğim anda, istediğim kadar acı verebilirim. this|our conversation|throughout|please|from your mind|do not remove|to you|that I want|at the moment|that I want|as much as|pain|I can give Please don't forget this during our conversation: I can give you as much pain as I want, whenever I want. Bana yalan söylediğin, kaçamaklı yanıtlar vermeye kalktığın, hatta her zamanki zekâ düzeyinin altına düştüğün anda acıdan çığlığı basarsın. to me|lie|that you said|evasive|answers|to give|that you attempted|even|every|usual|intelligence|level|below|that you fell|at the moment|from pain|scream|you will press The moment you lie to me, try to give evasive answers, or even fall below your usual level of intelligence, you will scream in pain. Anlaşıldı mı?" understood|question particle "Is it understood?"

"Anlaşıldı," dedi Winston. understood|he said|Winston "Understood," said Winston.

O'Brien biraz yumuşamış gibiydi. O'Brien|a little|softened|he seemed O'Brien seemed to have softened a bit. Gözlüğünü düzeltirken düşünceli görünüyordu, odanın içinde şöyle bir gidip geldi. his glasses|while adjusting|thoughtful|he was looking|the room's|inside|like this|a|going|coming He looked thoughtful while adjusting his glasses, walking back and forth in the room. Kibar ve sabırlı bir sesle konuşuyordu. polite|and|patient|a|voice|he was speaking He was speaking with a kind and patient voice. Cezalandırmaktan çok, açıklamak ve inandırmak isteyen bir hekim, öğretmen, hatta rahip gibiydi. from punishing|very|to explain|and|to convince|wanting|a|doctor|teacher|even|priest|he was like He was like a doctor, teacher, or even a priest who wanted to explain and convince rather than punish.

"Senin için kendimi paralıyorum, Winston," dedi. your|for|myself|I am breaking|Winston|he said "I am breaking myself for you, Winston," he said. "Çünkü sen buna değersin. because|you|this|you are worth "Because you are worth it. Sorununun ne olduğunu çok iyi biliyorsun. your problem|what|it is|very|well|you know You know very well what the problem is. Aslında yıllardır biliyordun, ama bilmezlikten gelmek için elinden geleni yaptın. actually|for years|you knew|but|ignorance|to come|in order to|your hand|what you could|you did In fact, you have known for years, but you did everything you could to pretend you didn't. Ussal dengesizlik var sende. rational|imbalance|there is|in you You have rational instability. Bellek yetersizliği çekiyorsun. memory|insufficiency|you are experiencing You are suffering from memory deficiency. Gerçek olayları anımsayamadığın gibi, hiç olmamış olayları anımsadığına inandırıyorsun kendini. real|events|you couldn't remember|as|never|not happened|events|you remember|you are convincing|yourself Just as you cannot remember real events, you convince yourself that you remember events that never happened. Neyse ki bunun tedavisi var. fortunately|that|this|treatment|there is Fortunately, there is a treatment for this. Bugüne kadar kendini iyileştirmek için hiçbir çaba harcamadın, çünkü iyileşmek istemiyordun. until today|as far as|yourself|to heal|for|no|effort|you didn't spend|because|to recover|you didn't want Until today, you have made no effort to heal yourself because you did not want to heal. Azıcık istemen yeterliydi, ama buna hazır değildin. a little|wanting|it was enough|but|to this|ready|you weren't A little desire was enough, but you were not ready for that. Şimdi bile, hastalığına bir erdemmiş gibi dört elle sarılıyorsun. now|even|to your illness|a|virtue|like|four|hands|you are clinging Even now, you cling to your illness as if it were a virtue. Örneğin, söyler misin: Okyanusya şu anda hangi devletle savaşıyor?" for example|you say|do you|Oceania|this|moment|which|state|it is fighting For example, can you tell me: Which state is Oceania currently at war with?

"Ben tutuklandığımda, Okyanusya Doğuasya'yla savaşıyordu." I|when I was arrested|Oceania|with Doyuasya|it was fighting "When I was arrested, Oceania was at war with Eastasia."

"Doğuasya'yla. with Doyuasya "With Eastasia." Tamam. okay Okay. Zaten Okyanusya her zaman Doğuasya'yla savaş halindedir, öyle değil mi?" already|Oceania|every|time|with Eurasia|war|is in|so|not|question particle After all, Oceania is always at war with Eastasia, isn't it?"

Winston nefesini tuttu. Winston|his breath|he held Winston held his breath. Konuşmak için ağzını açtı, ama bir şey demedi. to speak|in order to|his mouth|he opened|but|a|thing|he didn't say He opened his mouth to speak, but said nothing. Gözlerini kadrandan ayıramıyordu. his eyes|from the dial|he/she was unable to take away He couldn't take his eyes off the dial.

"Lütfen gerçeği söyle, Winston. please|the truth|say|Winston "Please tell the truth, Winston. Senin gerçeğini. your|truth Your truth. Ne anımsıyorsan onu söyle." what|you remember|that|say Say whatever you remember."

"Tutuklanmadan daha bir hafta öncesine kadar Doğuasya'yla hiç savaşmadığımızı anımsıyorum. before being arrested|more|a|week|before|until|with Doğuasya|never|that we did not fight|I remember "I remember that we hadn't fought with Doğuasya until a week before the arrest. Onlar bizim müttefikimizdiler. they|our|they were allies They were our allies. Avrasya'yla savaş halindeydik. with Avrasya|war|we were in We were at war with Eurasia. O da dört yıl sürmüştü. that|also|four|year|it lasted That had lasted four years. Ondan önce..." before that|before Before that..."

O'Brien eliyle işaret ederek Winston'ı susturdu. O'Brien|with his hand|||Winston|he silenced O'Brien silenced Winston by gesturing with his hand.

"Başka bir örnek vereyim," dedi. another|a|example|I will give|he said "Let me give you another example," he said. "Birkaç yıl önce çok ciddi bir yanılgıya kapılmıştın. a few|years|ago|very|serious|a|mistake|you had fallen into "A few years ago, you were under a very serious misconception. Bir zamanlar Parti üyesi olan üç kişinin, her şeyi itiraf ettikten sonra vatana ihanet ve sabotajdan idam edilen Jones, Aaronson ve Rutherford'un kendilerine yüklenen suçları işlemediklerini sanıyordun. a|once|Party|member|who was|three|persons|every|everything|confession|after confessing|then|to the homeland|betrayal|and|from sabotage|execution|who was executed|Jones|Aaronson|and|Rutherford's|to themselves|assigned|crimes|they did not commit|you thought You thought that Jones, Aaronson, and Rutherford, who were once members of the Party and were executed for treason and sabotage after confessing everything, did not commit the crimes they were accused of. İtiraflarının düzmece olduğunu su götürmez bir biçimde kanıtlayan bir belge bulduğunu sanıyordun. |fabricated|that they were|water|it does not carry|a|manner|proving|a|document|you found|you thought You thought you had found a document that irrefutably proved their confessions were fabricated. Gördüğünü sandığın o fotoğraf bir sanrıydı. that you saw|you thought|that|photo|a|it was an illusion The photograph you thought you saw was an illusion. Gerçekten elinde tuttuğunu sanmıştın. really|in your hand|that you held|you thought You really believed you were holding it. Şöyle bir fotoğraftı." like this|a|it was a photo It was a photo like this.

O'Brien'ın parmakları arasında ince uzun bir gazete parçası belirmişti. O'Brien's|fingers|between|thin|long|a|newspaper|piece|it had appeared A long, thin piece of newspaper had appeared between O'Brien's fingers. Gazete parçası beş saniye kadar Winston'ın görüş alanında kaldı. newspaper|piece|five|seconds|about|Winston's|view|area|it stayed The piece of newspaper stayed in Winston's line of sight for about five seconds. Fotoğrafı açık seçik görebilmişti. the photo|clear|distinct|he had been able to see He had been able to see the photo clearly. Hem de o fotoğraftı. also|but|that|it was the photo It was that photo. On bir yıl önce rastlantıyla eline geçtiğinde hemen yok ettiği fotoğraftı; Jones, Aaronson ve Rutherford'u New York'taki bir Parti toplantısında gösteren fotoğrafın bir kopyası. on|one|year|ago|by chance|into his hands|when it passed|immediately|not|he destroyed|it was the photo|Jones|Aaronson|and|Rutherford|New|in New York|a|Party|at the meeting|showing|the photo's|a|copy It was the photo he had randomly come across eleven years ago and had immediately destroyed; a copy of the photo showing Jones, Aaronson, and Rutherford at a Party meeting in New York. Bir an gözlerinin önünde belirmiş, sonra gözden kaybolmuştu. a|moment|of his eyes|in front of|it appeared|then|from sight|it had disappeared For a moment it had appeared before his eyes, then it had vanished. Ama görmüştü işte, gözleriyle görmüştü! but|he had seen|there|with his eyes|he had seen But he had seen it, he had seen it with his own eyes! Yattığı yerden acıyla doğrulmaya kalkıştı, ama boşuna. lying|from the place|with pain|to sit up|he tried|but|in vain He tried to sit up from where he lay, but in vain. Doğrulmak şöyle dursun, azıcık kıpırdamak bile olanaksızdı. to sit up|like this|let alone|a little|to move|even|it was impossible Not to mention sitting up, even moving a little was impossible. O an kadranı bile unutmuştu. that|moment|the dial|even|he had forgotten At that moment, he had even forgotten the dial. Tek istediği, fotoğrafı yeniden parmakları arasında tutabilmek, hiç değilse bir kez daha görebilmekti. only|he wanted|the photo|again|his fingers|between|to be able to hold|not|at least|one|time|again|to be able to see All he wanted was to hold the photo in his fingers again, to see it at least one more time.

"Var işte!" there is|here "Here it is!" diye bağırdı. that|he/she shouted he shouted.

O'Brien, "Hayır, yok," dedi. O'Brien|no|there isn't|he said O'Brien said, "No, it isn't."

Odanın karşı duvarındaki bellek deliğine gidip kapağını kaldırdı. the room's|opposite|on the wall|memory|hole|going to|its cover|he/she lifted He went to the memory hole on the opposite wall of the room and lifted the lid. İnce kâğıt parçası sıcak hava akımında döne döne gitti, derinlerde bir yerde alevlerin arasında yok oldu. |paper|piece|hot|air|in the current|spinning|spinning|went|deep|a|place|flames|among|gone|became The thin piece of paper spun around in the hot air current and disappeared among the flames somewhere deep down. O'Brien dönüp geldi. O'Brien|turning back|came O'Brien came and went.

"Kül oldu," dedi. ash|became|said "It turned to ash," he said. "Kül olduğunu bile anlamak olanaksız. ash|that it is|even|to understand|impossible "It's impossible to even realize that it has turned to ash." Toz. dust Dust. Artık yok. no longer|not exist It's no longer there. Hiçbir zaman da olmadı." never|time|also|did not exist It never was.

"Ama vardı! but|there was "But it was!" Hâlâ da var! still|also|exists It still exists! Belleğimizde var. in our memory|exists It is in our memory. Ben anımsıyorum. I|I remember I remember. Siz de anımsıyorsunuz." you|also|you remember You remember too.

"Ben anımsamıyorum," dedi O'Brien. I|do not remember|he said|O'Brien "I don't remember," said O'Brien.

Winston yıkılmıştı. Winston|he was devastated Winston was devastated. Çiftdüşün buydu işte. doublethink|this was|here This was doublethink. Korkunç bir umarsızlığa kapılmıştı. terrible|a|hopelessness|he had fallen into He had fallen into a terrible despair. O'Brien'ın yalan söylediğinden emin olsa, hiç kaygı duymayacaktı. O'Brien's|lie|that he lied|sure|if he was|ever|worry|he wouldn't feel If he was sure that O'Brien was lying, he wouldn't be worried at all. Ama O'Brien'ın fotoğrafı gerçekten unutmuş olması pekâlâ mümkündü. but|O'Brien's|photo|really|forgotten|to be|quite|it was possible But it was quite possible that O'Brien had really forgotten the photo. O zaman, fotoğrafı anımsadığını yadsıdığını unutmuş olabileceği gibi, unuttuğunu da unutmuş olabilirdi. he|time|photo|that he remembered|that he denied|forgotten|that it could be|as|that he forgot|also|forgotten|he could have Then, he could have forgotten that he denied remembering the photo, or he could have forgotten that he forgot it. Bunun sıradan bir hile olduğundan nasıl emin olabilirdi ki insan? this|ordinary|a|trick|that it was|how|sure|he could be|that|person How could a person be sure that this was just an ordinary trick? Belki de delilerdeki o zihin kayması gerçekten olabiliyordu: Onu yenik düşüren düşünce bu oldu. maybe|also|in the madmen|that|mind|slipping|really|could be|it|defeated|causing to fall|thought|this|became Perhaps that mental shift in the mad was really possible: This was the thought that defeated him.

PAR_TRANS:gpt-4o-mini=183.9 PAR_CWT:AvJ9dfk5=9.34 en:AvJ9dfk5 openai.2025-02-07 ai_request(all=94 err=1.06%) translation(all=185 err=0.00%) cwt(all=1859 err=3.77%)