3. Bölüm - II (a)
II
Kamp yatağını andıran, ama yerden biraz daha yüksekte duran bir şeyin üstünde, sımsıkı bağlanmış, yatıyordu. Yüzüne, eskisinden daha güçlü bir ışık vuruyordu. Bir yanında O'Brien duruyor, dikkatle ona bakıyordu. Öbür yanında duran beyaz önlüklü adamın elinde bir şırınga vardı.
Gözlerini açtıktan sonra bile çevresindekileri ancak yavaş yavaş algılayabiliyordu. Bu odaya sanki bambaşka bir dünyadan, çok daha derinlerdeki bir sualtı dünyasından yüzerek çıkıyordu. Ne kadardır orada, derinlerde olduğunu bilmiyordu. Tutuklandığı andan beri karanlık ya da aydınlık görmemişti. Kaldı ki, anımsadıklarının da bir sürekliliği yoktu. Bilincinin, uykudaki bilincinin bile zaman zaman kapandığı ve kapkara bir boşluktan sonra yeniden açıldığı olmuştu. Ama bu boşluklar günlerce ya da haftalarca mı sürmüştü, yoksa yalnızca birkaç saniye mi, bunu bilmek olanaksızdı.
Karabasan, dirseğine indirilen o ilk darbeyle başlamıştı. Sonradan, tüm olup bitenin, başlangıçta tutukluların hemen hepsine uygulanan sıradan bir sorgulama olduğunu kavrayacaktı. Herkesin önünde sonunda itiraf etmek zorunda kalacağı, casusluk, sabotaj ve benzerleri gibi bir sürü suç vardı. İtiraf bir formalite olmasına karşın, işkence gerçekti. Kaç kez dayak yemişti, dayaklar ne kadar sürmüştü, anımsayamıyordu. Hep siyah üniformalı beş altı adam oluyordu başında. Bazen yumruk atarak, bazen coplarla, bazen demir çubuklarla dövüyorlar, bazen de postallarıyla tekmeliyorlardı. Kim bilir kaç kez umarsız bir hayvan gibi yerlerde yuvarlanmış, tekmelerden sakınabilmek için bitmek bilmeyen boşuna bir çabayla debelenip durmuş, ama her seferinde kaburgalarına, karnına, dirseklerine, baldırlarına, kasığına, hayalarına, kuyruksokumuna daha fazla tekme yemekten kurtulamamıştı. Kimi zaman bu iş o denli uzun sürüyordu ki, bilincini yitirmeyi becerememesi, muhafızların attığı dayaktan çok daha acımasız, korkunç ve dayanılmaz geliyordu. Bazen sinirleri öyle boşanıyordu ki, daha dayak başlamadan yalvar yakar oluyor, muhafızın kalkan yumruğunu görür görmez, işlediği işlemediği bir sürü suçu itiraf ediveriyordu. Kimi zaman, ilkin hiçbir şey itiraf etmemeye karar veriyor, o zaman ağzından tek bir sözcüğü bile söke söke almak zorunda kalıyorlardı; kimi zaman da, kendince bir uzlaşma yolu arayarak, "İtiraf edeceğim, ama hemen değil. Acı dayanılmaz olana kadar direnmeliyim. Üç tekme daha atsınlar, sonra iki tekme daha, o zaman ne istiyorlarsa söylerim," diyordu kendi kendine. Bazen ayakta duramaz hale gelinceye kadar dövdükten sonra hücrenin taş zeminine patates çuvalı gibi fırlatıp atıyorlar, kendine gelmesi için birkaç saat bekleyip yeniden götürüyor, yeniden dayağa başlıyorlardı. Toparlanıp kendine gelmesi için daha uzun süreler gerektiği de oluyordu. Ama çoğu zaman uykuda ya da baygın geçen bu süreleri belli belirsiz anımsıyordu. Duvara iliştirilmiş tahtadan bir ranzası, teneke lavabosu olan bir hücreyi, sıcak çorba, ekmek ve bazen kahveden oluşan yemekleri anımsıyordu. Sakalını kazıyıp saçını kesmeye gelen suratsız berberi, nabzını ölçüp reflekslerini kontrol eden, gözkapaklarını kaldırıp gözlerine bakan, sert parmaklarıyla kırık kemiklerini yoklayan, uyutmak için koluna iğne vuran ekşi suratlı, sevimsiz, beyaz önlüklü adamları anımsıyordu.
Dayaklar giderek seyrekleşmiş; daha çok, yanıtları yeterli bulunmazsa her an geri gönderilebileceğine ilişkin bir gözdağına, bir korkutmacaya dönüşmüştü. Sorgucuları artık siyah üniformalı kaba saba adamlar değil, ufak tefek, tombul Partili entelektüellerdi; bu parlak gözlüklü, aceleci adamlar, Winston'ın üzerinde –emin değildi, ama yanılmıyorsa– aralıksız on on iki saat nöbetleşe çalışıyorlardı. Bunlar, hiç dinmeyen hafif bir acı duymasına özen göstermekle birlikte, yalnızca bu acıyla yerinmiyorlardı. Tokat atıyorlar, kulaklarını büküyorlar, saçını çekiyorlar, tek ayak üstünde durduruyorlar, işemesine izin vermiyorlar, yüzüne parlak ışıklar tutarak gözlerinden yaşlar boşanmasını sağlıyorlardı; bütün bunların tek amacı, onu aşağılamak, düşünme ve akıl yürütme gücünü yok etmekti. Asıl silahları, saatlerce süren acımasız sorgulamalardı: Tuzağa düşürerek yalanını yakalıyorlar, söylediği her şeyden başka bir anlam çıkarıyorlar, ne zaman yalan söylese ve çelişkiye düşse tepesine çöküyorlardı; ta ki, ruhu karardığı ve utancından yerin dibine geçtiği için hüngür hüngür ağlamaya başlayıncaya kadar. Bazen bir sorgu sırasında beş altı kere ağladığı bile oluyordu. Çoğu zaman bağırıp çağırarak sövgüler yağdırıyorlar, her duraksamasında yeniden muhafızların ellerine teslim etmekle tehdit ediyorlardı; ama bazen de tutumları birden değişiyor, ona yoldaş diye seslenerek İngsos ve Büyük Birader adına yalvarıyorlar; üzgün bir sesle, Parti'ye bağlılığının, verdiği zararları gidermek istemesini sağlayacak kadar sürüp sürmediğini soruyorlardı. Saatlerce süren sorgulamadan sonra sinirleri boşandığı için, bu kadarı bile gözyaşlarına boğulmasına yetiyordu. Sonunda, muhafızların postalları ve yumruklarından çok, başının etini yiyip duran bu adamlar kırmıştı direncini. Artık ne istense söylüyor, önüne konulan her kâğıdı imzalıyordu. Artık yeniden tepesine binmelerine meydan vermeden, kendisinden neyi itiraf etmesini istediklerini öğrenip bir an önce itiraf etmekten başka bir şey düşünmüyordu. Parti'nin önde gelen üyelerinin öldürülmesinden, bozgunculuk tohumları eken broşürlerin dağıtılmasından, devletin parasını zimmetine geçirmekten, askeri sırların satılmasından sorumlu olduğunu, pek çok sabotaj eylemine katıldığını itiraf etmişti. Ta 1968'den beri Doğuasya hükümetine para karşılığında casusluk yaptığını itiraf etmişti. Dindar, kapitalizm hayranı ve cinsel sapık olduğunu itiraf etmişti. Karısının hayatta olduğunu kendisi bildiği gibi, kendisini sorgulayanların da bilmeleri gerekiyordu, ama karısını öldürdüğünü de itiraf etmişti. Goldstein'la yıllardır temasta olduğunu, hemen hemen bütün tanıdıklarının katıldıkları bir yeraltı örgütüne üye olduğunu itiraf etmişti. Her şeyi itiraf etmek ve herkesi işin içine katmak daha kolaydı. Üstelik, bir bakıma hepsi doğruydu. Parti'ye düşman olduğu doğruydu ve Parti'nin gözünde, düşünce ile eylem arasında en küçük bir ayrım yoktu.
Anımsadığı daha başka şeyler de vardı. Zihninde birbirinden kopuk, bulanık görüntüler halinde geziniyorlardı.
Bir çift gözden başka bir şey göremediği için karanlık mı, aydınlık mı olduğunu anlayamadığı bir hücredeydi. Yakınlarda bir yerden bir aletin yavaş ve düzenli tıkırtıları duyuluyordu. Gözler gittikçe büyüyor ve parlaklaşıyordu. Birden oturduğu yerden havalanıp sürükleniyor, bir çift göz onu içine çekip yutuveriyordu.
Göz alıcı ışıklar altında, kadranlarla kuşatılmış bir koltuğa kayışlarla bağlanmıştı. Beyaz önlüklü bir adam kadranlardaki rakamları okuyordu. Dışarıdan postal sesleri geliyordu. Kapı gıcırdayarak açılıyor, yüzü balmumundan bir maskı andıran subay, ardında iki muhafızla içeri giriyordu.
"101 Numaralı Oda'ya," diyordu subay.
Beyaz önlüklü adam dönüp bakmıyordu. Winston'a da bakmıyor, gözlerini kadranlardan ayırmıyordu.
Bir kilometre genişliğinde, ışıl ışıl aydınlatılmış, uçsuz bucaksız bir koridorda, bir yandan kahkahalar atarak, bir yandan da bağıra çağıra itiraflarda bulunarak düşe kalka ilerliyordu. Her şeyi, işkence altında gizlemeyi başardığı şeyleri bile itiraf ediyordu. Tüm bir yaşamöyküsünü, zaten bilen insanlara anlatıyordu. Muhafızlar, öteki sorgucular, beyaz önlüklüler, O'Brien, Julia, Bay Charrington da onunla birlikteydiler, koridorda hep birlikte kahkahalar patlatarak düşe kalka ilerliyorlardı. Gelecekte saklı duran o korkunç şey her nasılsa atlanmış, olmamıştı. Her şey yolundaydı, acılar son bulmuştu, yaşamı son ayrıntısına kadar gözler önüne serilmiş, anlaşılmış, bağışlanmıştı.
Tahta yatakta doğruldu, O'Brien'ın sesini duyar gibi olmuştu. Tüm sorgu boyunca, O'Brien'ı hiç görmemiş olmasına karşın, onun hep yanı başında olduğunu hissetmişti. Her şeyi yöneten O'Brien'dı. Muhafızları Winston'ın üzerine salan da, onu öldürmelerini önleyen de oydu. Winston'ın ne zaman acı içinde haykıracağına, ne zaman dinlenmesine izin verileceğine, ne zaman yemek yiyeceğine, ne zaman uyuyacağına, koluna ne zaman uyuşturucu enjekte edileceğine karar veren oydu. Soruları soran da, yanıtları telkin eden de oydu. O hem işkence eden hem de koruyandı; hem sorgucu hem de dosttu. Uyutulduğu sırada mı, kendiliğinden uyurken mi, yoksa uyanıkken mi, anımsamıyordu, ama bir keresinde bir ses, "Merak etme, Winston; benim korumam altındasın," diye fısıldamıştı. "Yedi yıl boyunca izledim seni. Artık dönüm noktası geldi. Seni kurtaracağım, seni kusursuz kılacağım." O'Brien'ın sesi olup olmadığını kestiremiyordu; ama yedi yıl önce, rüyasında ona, "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," diyen sesle aynı sesti.
Sorgulamanın sona erdiğini anımsamıyordu. Arada bir süre her şey kararmış, ardından şimdi bulunduğu hücre ya da oda yavaş yavaş çevresinde belirginleşmişti. Sırtüstü, dümdüz yatıyor, hiç kıpırdayamıyordu. Bedeninin belli başlı noktaları, yattığı yere perçinlenmiş gibiydi. Başının arkası bile bir biçimde tutturulmuştu. O'Brien, tepesine dikilmiş, ciddi, hatta biraz da üzgün, ona bakmaktaydı. Aşağıdan bakıldığında, gözlerinin altındaki torbalar ve yanaklarından çenesine kadar inen derin çizgiler, yüzünü kaba ve yorgun gösteriyordu. Winston'ın sandığından yaşlıydı; kırk sekiz elli yaşlarında olmalıydı. Üstünde rakamların bulunduğu bir kadranın kolunu tutuyordu.
"Sana demiştim," dedi O'Brien, "bir daha ancak burada buluşuruz diye."
"Evet," dedi Winston.
O'Brien'ın elini hafifçe oynatışı dışında hiçbir uyarı gelmeden, bedenini bir acı dalgası kapladı. Olup biteni göremediği için ürkütücü bir acıydı, bunun kendisini öldürebileceğini hissediyordu. Kaldı ki, gerçekten böyle bir şey yapılıyor muydu, bu acı elektrik vererek mi sağlanıyordu, ayırdında değildi; ama bedeni paramparça oluyor, eklemleri yavaş yavaş birbirinden ayrılıyordu. Acıdan alnı tere batmıştı, ama belkemiğinin kopmak üzere olduğunu duyumsaması onu çok daha fazla korkutuyordu. Mümkün olduğu kadar sesini çıkarmamaya çalışarak dişlerini sıktı, burnundan derin bir nefes aldı.
O'Brien, gözlerini yüzünden ayırmadan, "Korkuyorsun," dedi, "birazdan bir yerinin kopacağından korkuyorsun. Özellikle de belkemiğinin kopacağından. Omurlarının birbirinden ayrıldığını, omurlarındaki sıvının aktığını görür gibi oluyorsun. Aklından geçen bu, öyle değil mı, Winston?"
Winston yanıt vermedi. O'Brien kadranın kolunu geri çekti. Acı, geldiği gibi gidiverdi.
"Kırktaydı," dedi O'Brien. "Bu kadrandaki rakamların yüze kadar çıktığını görebilirsin. Bu konuşmamız boyunca lütfen aklından çıkarma: Sana istediğim anda, istediğim kadar acı verebilirim. Bana yalan söylediğin, kaçamaklı yanıtlar vermeye kalktığın, hatta her zamanki zekâ düzeyinin altına düştüğün anda acıdan çığlığı basarsın. Anlaşıldı mı?"
"Anlaşıldı," dedi Winston.
O'Brien biraz yumuşamış gibiydi. Gözlüğünü düzeltirken düşünceli görünüyordu, odanın içinde şöyle bir gidip geldi. Kibar ve sabırlı bir sesle konuşuyordu. Cezalandırmaktan çok, açıklamak ve inandırmak isteyen bir hekim, öğretmen, hatta rahip gibiydi.
"Senin için kendimi paralıyorum, Winston," dedi. "Çünkü sen buna değersin. Sorununun ne olduğunu çok iyi biliyorsun. Aslında yıllardır biliyordun, ama bilmezlikten gelmek için elinden geleni yaptın. Ussal dengesizlik var sende. Bellek yetersizliği çekiyorsun. Gerçek olayları anımsayamadığın gibi, hiç olmamış olayları anımsadığına inandırıyorsun kendini. Neyse ki bunun tedavisi var. Bugüne kadar kendini iyileştirmek için hiçbir çaba harcamadın, çünkü iyileşmek istemiyordun. Azıcık istemen yeterliydi, ama buna hazır değildin. Şimdi bile, hastalığına bir erdemmiş gibi dört elle sarılıyorsun. Örneğin, söyler misin: Okyanusya şu anda hangi devletle savaşıyor?"
"Ben tutuklandığımda, Okyanusya Doğuasya'yla savaşıyordu."
"Doğuasya'yla. Tamam. Zaten Okyanusya her zaman Doğuasya'yla savaş halindedir, öyle değil mi?"
Winston nefesini tuttu. Konuşmak için ağzını açtı, ama bir şey demedi. Gözlerini kadrandan ayıramıyordu.
"Lütfen gerçeği söyle, Winston. Senin gerçeğini. Ne anımsıyorsan onu söyle."
"Tutuklanmadan daha bir hafta öncesine kadar Doğuasya'yla hiç savaşmadığımızı anımsıyorum. Onlar bizim müttefikimizdiler. Avrasya'yla savaş halindeydik. O da dört yıl sürmüştü. Ondan önce..."
O'Brien eliyle işaret ederek Winston'ı susturdu.
"Başka bir örnek vereyim," dedi. "Birkaç yıl önce çok ciddi bir yanılgıya kapılmıştın. Bir zamanlar Parti üyesi olan üç kişinin, her şeyi itiraf ettikten sonra vatana ihanet ve sabotajdan idam edilen Jones, Aaronson ve Rutherford'un kendilerine yüklenen suçları işlemediklerini sanıyordun. İtiraflarının düzmece olduğunu su götürmez bir biçimde kanıtlayan bir belge bulduğunu sanıyordun. Gördüğünü sandığın o fotoğraf bir sanrıydı. Gerçekten elinde tuttuğunu sanmıştın. Şöyle bir fotoğraftı."
O'Brien'ın parmakları arasında ince uzun bir gazete parçası belirmişti. Gazete parçası beş saniye kadar Winston'ın görüş alanında kaldı. Fotoğrafı açık seçik görebilmişti. Hem de o fotoğraftı. On bir yıl önce rastlantıyla eline geçtiğinde hemen yok ettiği fotoğraftı; Jones, Aaronson ve Rutherford'u New York'taki bir Parti toplantısında gösteren fotoğrafın bir kopyası. Bir an gözlerinin önünde belirmiş, sonra gözden kaybolmuştu. Ama görmüştü işte, gözleriyle görmüştü! Yattığı yerden acıyla doğrulmaya kalkıştı, ama boşuna. Doğrulmak şöyle dursun, azıcık kıpırdamak bile olanaksızdı. O an kadranı bile unutmuştu. Tek istediği, fotoğrafı yeniden parmakları arasında tutabilmek, hiç değilse bir kez daha görebilmekti.
"Var işte!" diye bağırdı.
O'Brien, "Hayır, yok," dedi.
Odanın karşı duvarındaki bellek deliğine gidip kapağını kaldırdı. İnce kâğıt parçası sıcak hava akımında döne döne gitti, derinlerde bir yerde alevlerin arasında yok oldu. O'Brien dönüp geldi.
"Kül oldu," dedi. "Kül olduğunu bile anlamak olanaksız. Toz. Artık yok. Hiçbir zaman da olmadı."
"Ama vardı! Hâlâ da var! Belleğimizde var. Ben anımsıyorum. Siz de anımsıyorsunuz."
"Ben anımsamıyorum," dedi O'Brien.
Winston yıkılmıştı. Çiftdüşün buydu işte. Korkunç bir umarsızlığa kapılmıştı. O'Brien'ın yalan söylediğinden emin olsa, hiç kaygı duymayacaktı. Ama O'Brien'ın fotoğrafı gerçekten unutmuş olması pekâlâ mümkündü. O zaman, fotoğrafı anımsadığını yadsıdığını unutmuş olabileceği gibi, unuttuğunu da unutmuş olabilirdi. Bunun sıradan bir hile olduğundan nasıl emin olabilirdi ki insan? Belki de delilerdeki o zihin kayması gerçekten olabiliyordu: Onu yenik düşüren düşünce bu oldu.