×

Usamos cookies para ayudar a mejorar LingQ. Al visitar este sitio, aceptas nuestras politicas de cookie.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - IX (d)

2. Bölüm - IX (d)

Winston bir an okumayı bıraktı. Uzakta bir yere düşen bir tepkili bombanın gümbürtüsünü duymuş, ama tele-ekranın bulunmadığı bir odada yasak kitapla baş başa olmanın keyfi kaçmamıştı. Yalnızlık ve güven, nerdeyse bedeninin yorgunluğu, koltuğun yumuşaklığı, pencereden giren hafif rüzgârın yanaklarında gezinişi kadar somut duygulardı. Kitap onu büyülemiş, daha doğrusu düşündüklerini haklı çıkarmıştı. Gerçi bir bakıma yeni bir şey söylemiyordu, ama çekici gelmesinin bir nedeni de buydu. Dağınık düşüncelerini toparlayabilseydi, o da kitapta söylenenleri söylerdi. Kendininkine benzemekle birlikte, daha güçlü, daha sistemli, daha korkusuz bir zihnin ürünüydü bu kitap. En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır, diye geçirdi aklından. Yeniden Birinci Bölüm'e dönmüştü ki, merdivende Julia'nın ayak seslerini duydu ve karşılamak için yerinden kalktı. Julia kahverengi alet çantasını yere fırlatıp Winston'ın kollarına atıldı. Birbirlerini görmeyeli bir haftadan fazla olmuştu.

"Kitabı aldım," dedi Winston, birbirlerinden ayrılırlarken.

Julia, pek ilgilenmemişçesine, "Ya, demek aldın? Güzel," dedi ve kahve yapmak için hemen gaz sobası önüne çömeldi.

Konuya ancak yatakta yarım saat geçirdikten sonra dönebildiler. Akşam, yatak örtüsünü üstlerine çekmeyi gerektirecek kadar serinlemişti. Aşağıdan o bildik şarkı sesi ve taşların üstündeki ayak sesleri geliyordu. Winston'ın ilk gelişinde gördüğü, kaslı kolları pençe pençe olmuş kadın sanki avludan hiç ayrılmamıştı. Sanki sabahtan akşama kadar çamaşır leğeni ile çamaşır ipi arasında mekik dokuyor, mandalları ne zaman ağzından çıkarsa o arzulu şarkıya başlıyordu. Julia yan dönmüş, uykuya dalmak üzereydi. Winston yerde duran kitabı uzanıp aldı, doğrulup yatağın baş tarafına yaslandı.

"Okumalıyız," dedi. "Sen de okumalısın. Kardeşliğin bütün üyeleri okumalı."

Julia, gözlerini açmadan, "Sen okusana," dedi. "Yüksek sesle oku. Böylesi daha iyi. Hem, okurken açıklarsın bana."

Saat altıyı, on sekizi gösteriyordu. En azından üç dört saatleri vardı. Winston kitabı dizlerinin üstüne yerleştirdi, başladı okumaya:

Birinci Bölüm

Cehalet Güçtür.

Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ'ın sona ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan olagelmiştir: Yüksek, Orta ve Aşağı. Bunlar kendi içlerinde de pek çok alt bölüme ayrılmışlar, sayısız ad taşımışlar, sayıları ve birbirlerine karşı tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapısı hiçbir zaman değişmemiştir. Olağanüstü ayaklanmalar ve kesin görünen değişimlerden sonra bile, tıpkı ne kadar hızlı döndürülürse döndürülsün dönme ekseni doğrultusu hep aynı kalan bir jiroskop gibi, aynı düzen hep kendini yeniden dayatmıştır.

"Julia, uyanık mısın?" diye sordu Winston.

"Evet, sevgilim, kulağım sende. Devam et. Müthiş."

Winston devam etti:

Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz. Yüksek kesimin amacı, bulunduğu yeri korumaktır. Orta kesimin amacı, Yüksek kesimle yer değiştirmektir. Aşağı kesimin amacı ise –bir amacı varsa kuşkusuz, çünkü Aşağı kesimin temel özelliği, ağır ve sıkıcı işlerin altında çoğu zaman gündelik yaşam dışında hiçbir şeyin bilincine varamayacak kadar ezilmesidir– tüm ayrımları ortadan kaldırmak ve tüm insanların eşit olacağı bir toplum yaratmaktır. O yüzden, ana çizgisi değişmeyen bir savaşım tarih boyunca tekrarlanıp durmaktadır. Yüksek kesimin uzun dönemler boyunca iktidarı güvenli bir biçimde elinde tuttuğu görülmüş, ancak önünde sonunda ya kendine olan inancını ya da güçlü bir biçimde yönetme yeteneğini yitirdiği, hatta her ikisini birden yitirdiği dönemler de hep yaşanmıştır. Böyle dönemlerde, özgürlük ve adalet uğruna savaşıyor görünerek Aşağı kesimi de yanına alan Orta kesim tarafından devrilmiştir. Ne var ki, Orta kesim, hedefine ulaşır ulaşmaz, Aşağı kesimi eski kölelik konumuna geri gönderir ve kendisi Yüksek kesim konumuna geçer. Çok geçmeden, öteki kesimlerin birinden ya da her ikisinden de kopan yeni bir Orta kesim ortaya çıkar ve savaşım yeniden başlar. Bu üç kesimden, hedeflerine geçici de olsa hiçbir zaman ulaşamayan, yalnızca Aşağı kesimdir. Tarih boyunca hiçbir somut gelişme olmadığını söylemek abartılı olabilir. Günümüzdeki çöküş döneminde bile, ortalama insan, birkaç yüzyıl öncekinden fiziksel olarak daha iyi durumdadır. Ama refahın artması da, hareket tarzındaki yumuşamalar da, reformlar ya da devrimler de, insanlığı eşitliğe bir adım bile yaklaştırmamıştır. Aşağı kesim açısından, hiçbir tarihsel değişiklik, efendilerinin adının değişmesinden başka bir anlam taşımamıştır.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına gelindiğinde, pek çok gözlemci, bu sürecin durmadan yinelendiğini açık seçik görmüştür. O zaman, tarihi döngüsel bir süreç olarak yorumlayan düşünce okulları doğmuş, bunlar eşitsizliğin insan yaşamının değişmez yasası olduğu savını öne sürmüştür. Hiç kuşkusuz, bu öğretinin savunucuları geçmişte de her zaman olmuştu; ama bu kez ortaya konuluşunda gözle görülür bir farklılık vardı. Eskiden, hiyerarşik toplum düzeninin gerekliliği, özellikle Yüksek kesimin öğretisiydi. Krallar ve aristokratlar ve onların asalakları rahipler, hukukçular ve benzerleri tarafından savunulmuş ve ölümden sonra düşsel bir dünya vaatleriyle yenir yutulur hale getirilmişti. Orta kesim, iktidarı ele geçirmek için savaşım verirken, hep özgürlük, adalet ve kardeşlik gibi kavramlardan yararlanmıştı. Şimdilerde ise, henüz yönetimde olmayan, ama çok geçmeden yönetimde olmayı umut eden insanlar kardeşlik kavramına sarılmaya başladılar. Eskiden, Orta kesim eşitlik bayrağına sarılarak devrimler yapmış, ama eski zorbalık düzenini devirir devirmez kendisi yeni bir zorbalık düzeni kurmuştu. Yeni Orta kesimler ise zorbalıklarını önceden ilan ettiler. On dokuzuncu yüzyıl başlarında ortaya çıkmış bir kuram olan ve eskiçağların köle isyanlarına kadar uzanan düşünceler zincirinin son halkasını oluşturan sosyalizm, hâlâ eski çağların ütopyacılığının etkisi altındaydı. Ama sosyalizmin, 1900'den başlayarak ortaya çıkan her değişkesinde, özgürlük ve eşitliği sağlama amacı gittikçe daha açık biçimde terk edildi. Yüzyıl ortalarında doğan yeni akımlar, Okyanusya'da İngsos, Avrasya'da Neo-Bolşevizm, Doğuasya'da herkesçe bilinen adıyla Ölüme Tapınma, bilinçli bir biçimde özgürlüksüzlük ve eşitsizliği sürekli kılmayı hedefliyordu. Bu yeni akımlar, hiç kuşkusuz, eski akımların bağrından doğmuştu ve onların adlarını koruyor, ideolojilerine sahte bir bağlılık gösteriyordu. Hepsinin amacı, ilerlemeyi durdurmak ve tarihi kendi seçtikleri bir anda dondurmaktı. O bildik sarkaç bir kez daha salınacak, sonra da duracaktı. Orta kesim, her zamanki gibi, Yüksek kesimi alt edip onun yerini alacak; ama bu kez Yüksek kesim, bilinçli bir strateji yürüterek, konumunu sürekli kılmayı başaracaktı.

Yeni öğretiler, biraz da, tarihsel bilginin birikimiyle ve on dokuzuncu yüzyıldan önce hemen hiç var olmayan tarih bilincinin gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Tarihin döngüsel işleyişi artık anlaşılır bir şeydi ya da öyle görünüyordu ve anlaşılır bir şey olduğuna göre, değiştirilebilirdi de. Ama yeni öğretilerin ortaya çıkışının temelinde yatan başlıca neden, insanların eşitliğinin daha yirminci yüzyılın başlarında teknik bakımdan olanaklı duruma gelmiş olmasıydı. Gerçi insanların hâlâ doğuştan yetenekleri açısından eşit olmadıkları ve uzmanlık gerektiren işlerde bazı bireylerin öbürlerine yeğ tutulması gerektiği doğruydu; ama artık sınıf ayırımlarına ya da büyük servet farklılıklarına gerçekten gerek kalmamıştı. Önceki çağlarda, sınıf ayırımları yalnızca kaçınılmaz değil, aynı zamanda istenen bir şey olmuştu. Uygarlığın bedeli eşitsizlikle ödenmişti. Ne var ki, makine üretiminin gelişmesiyle birlikte durum değişmişti. İnsanların farklı işlerde çalışmaları hâlâ gerekli olsa da, artık farklı toplumsal ve ekonomik düzeylerde yaşamaları gerekmiyordu. Dolayısıyla, iktidarı ele geçirmenin eşiğinde olan yeni kesimlerin gözünde, artık uğruna savaşım verilmesi gereken bir ülkü olmaktan çıkmış, önüne geçilmesi gereken bir tehlike olmuştu. Adil ve barışçı bir toplumun mümkün olmadığı daha ilkel çağlarda, eşitliğe inanmak epeyce kolaydı. İnsanlar, binlerce yıldır, yasalar ve ağır işlerin olmadığı bir toplumda kardeşçe yaşadıkları bir yeryüzü cenneti düşlemişlerdi. Ve bu düş, her tarihsel değişimden kazançlı çıkan kesimleri de belirli ölçüde etkilemişti. Fransız, İngiliz ve Amerikan devrimlerinin mirasçıları insan haklarına, söz özgürlüğüne, yasalar önünde eşitliğe ve benzerlerine bir ölçüde inandıklarını kendilerince dile getirmişler ve hatta belirli ölçüde bu kavramlar doğrultusunda davranmaya özen göstermişlerdi. Ama yirminci yüzyılın kırklı yıllarına gelindiğinde, siyasal düşünce alanındaki tüm ana akımlar otoriter bir niteliğe bürünmüştü. Yeryüzü cenneti, tam da gerçekleşebilir olduğu anda gözden düşmüştü. Bütün yeni siyasal kuramlar, hangi adla ortaya çıkarsa çıksın, önünde sonunda yeniden hiyerarşiye ve sınıflandırmaya varıyordu. Ve 1930 dolaylarında genel görünüm sertleşmeye başlarken, çok uzun zamandır, bazı yerlerde yüzlerce yıldır terk edilmiş uygulamalar –yargılamasız hapsetmeler, savaş tutsaklarının köle gibi kullanılması, meydanlarda toplu idamlar, itiraf ettirmek için yapılan işkenceler, rehinelerin kullanılması ve geniş kitlelerin sürülmesi– yeniden yaygınlaşmakla kalmamış, kendilerini aydın ve ilerici sayanlarca bile hoş görülür, dahası savunulur olmuştu.

İngsos ve rakipleri, ancak dünyanın dört bir yanında uluslararası savaşlar, iç savaşlar, devrimler ve karşı-devrimlerle geçen bir on yıl sonra, tam anlamıyla oluşturulmuş siyasal kuramlar olarak ortaya çıktılar. Ama yirminci yüzyılda daha önce belirmiş ve genel olarak totaliter diye nitelenmiş çeşitli sistemler bunların habercisi olmuştu ve var olan kargaşadan doğacak dünyanın ana hatları çoktan anlaşılmıştı. Bu dünyayı ne tür insanların yöneteceği de anlaşılmıştı. Yeni aristokrasi büyük ölçüde bürokratlar, bilim insanları, teknisyenler, sendika yöneticileri, tanıtım uzmanları, toplumbilimciler, öğretmenler, gazeteciler ve profesyonel politikacılardan oluşuyordu. Kökenleri ücretli orta sınıf ve işçi sınıfının üst kesimlerinde yatan bu insanlar, tekelci sanayi ve merkezi yönetimin verimsiz dünyasınca biçimlendirilmiş ve bir araya getirilmişlerdi. Bunlar, eski çağlardaki benzerleri kadar açgözlü ve lüks düşkünü değildiler, ama iktidar özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı ve en önemlisi de ne yaptıklarının daha fazla bilincinde oldukları gibi, muhalefeti ezmekte de daha kararlıydılar. Özellikle de muhalefeti ezmekte daha kararlı oluşları çok önemliydi. Bugünkülerle karşılaştırıldığında, geçmişin tüm buyurgan yönetimlerinin isteksiz ve etkisiz kaldıkları görülür. Egemen kesimler şu ya da bu ölçüde liberal düşüncelerden hep etkilenmişti ve işleri gevşek tutma, yalnızca apaçık ortada olan işi göz önüne alma ve uyruklarının ne düşündüğüyle pek ilgilenmeme eğilimindeydi. Günümüz ölçütleriyle kıyaslandığında, Ortaçağ'ın Katolik Kilisesi bile hoşgörülü sayılabilirdi. Bunun bir nedeni, eskiden hiçbir yönetimin yurttaşlarını sürekli denetim altında tutma gücüne sahip olmamasıydı. Ne var ki, matbaanın bulunması kamuoyunu yönlendirmeyi kolaylaştırdı, sinema ve radyo bu süreci daha da güçlendirdi. Televizyonun gelişmesiyle ve aynı aygıtın hem alıcı hem de verici olarak kullanılmasını olanaklı kılan teknolojik ilerlemeyle birlikte, özel yaşam ortadan kalktı. Bütün yurttaşlar ya da en azından izlenmeye değer bütün yurttaşlar, günün yirmi dört saati polis tarafından gözetlenebiliyor, bütün öteki iletişim kanallarından uzak tutulabildikleri gibi, sürekli resmi propagandaya bağımlı kılınabiliyorlardı. Artık ilk kez, yalnızca devlet iradesine tam bir boyun eğişin dayatılması değil, tüm yurttaşların tümüyle aynı düşüncede olmaları da sağlanmıştı.


2. Bölüm - IX (d) Section 2 - IX (d)

Winston bir an okumayı bıraktı. Winston stopped reading for a moment. Uzakta bir yere düşen bir tepkili bombanın gümbürtüsünü duymuş, ama tele-ekranın bulunmadığı bir odada yasak kitapla baş başa olmanın keyfi kaçmamıştı. He had heard the rumble of a detonator falling somewhere in the distance, but he hadn't missed the pleasure of being alone with the forbidden book in a room without a telescreen. Yalnızlık ve güven, nerdeyse bedeninin yorgunluğu, koltuğun yumuşaklığı, pencereden giren hafif rüzgârın yanaklarında gezinişi kadar somut duygulardı. Loneliness and confidence were almost as tangible as the tiredness of his body, the softness of the seat, the gentle breeze that rushed through the window swept across his cheeks. Kitap onu büyülemiş, daha doğrusu düşündüklerini haklı çıkarmıştı. The book had fascinated him, or rather justified what he thought. Gerçi bir bakıma yeni bir şey söylemiyordu, ama çekici gelmesinin bir nedeni de buydu. It wasn't saying anything new in a way, though, but that was part of the reason it sounded appealing. Dağınık düşüncelerini toparlayabilseydi, o da kitapta söylenenleri söylerdi. If he could gather his scattered thoughts, he would have said what was said in the book. Kendininkine benzemekle birlikte, daha güçlü, daha sistemli, daha korkusuz bir zihnin ürünüydü bu kitap. Although similar to his own, this book was the product of a stronger, more systematic, more fearless mind. En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır, diye geçirdi aklından. The best books are those that tell you what you already know, he thought. Yeniden Birinci Bölüm'e dönmüştü ki, merdivende Julia'nın ayak seslerini duydu ve karşılamak için yerinden kalktı. He was back in Chapter One when he heard Julia's footsteps on the stairs and stood up to greet him. Julia kahverengi alet çantasını yere fırlatıp Winston'ın kollarına atıldı. Julia threw her brown toolbox to the floor and plunged into Winston's arms. Birbirlerini görmeyeli bir haftadan fazla olmuştu. It had been over a week since they had seen each other.

"Kitabı aldım," dedi Winston, birbirlerinden ayrılırlarken. “I got the book,” Winston said as they parted.

Julia, pek ilgilenmemişçesine, "Ya, demek aldın? “Oh, you got it? Güzel," dedi ve kahve yapmak için hemen gaz sobası önüne çömeldi. Fine,” he said, and immediately squatted in front of the gas stove to make coffee.

Konuya ancak yatakta yarım saat geçirdikten sonra dönebildiler. They returned to the subject only after half an hour in bed. Akşam, yatak örtüsünü üstlerine çekmeyi gerektirecek kadar serinlemişti. The evening was chilly enough to have to pull the bedspread over them. Aşağıdan o bildik şarkı sesi ve taşların üstündeki ayak sesleri geliyordu. From below came the familiar singing sound and footsteps on the stones. Winston'ın ilk gelişinde gördüğü, kaslı kolları pençe pençe olmuş kadın sanki avludan hiç ayrılmamıştı. The muscular arms and clawed woman Winston had seen the first time he had arrived had never left the courtyard. Sanki sabahtan akşama kadar çamaşır leğeni ile çamaşır ipi arasında mekik dokuyor, mandalları ne zaman ağzından çıkarsa o arzulu şarkıya başlıyordu. It was as if he had been shuttled between the washbasin and the clothesline from morning to night, and he would start that wishful song whenever he took the clothespins out of his mouth. Julia yan dönmüş, uykuya dalmak üzereydi. Julia was on her side, about to fall asleep. Winston yerde duran kitabı uzanıp aldı, doğrulup yatağın baş tarafına yaslandı. Winston reached down and picked up the book from the floor, straightened up and leaned against the head of the bed.

"Okumalıyız," dedi. "We should read it," he said. "Sen de okumalısın. "You should read it too. Kardeşliğin bütün üyeleri okumalı." All members of the Brotherhood should read it."

Julia, gözlerini açmadan, "Sen okusana," dedi. "You read it," said Julia, without opening her eyes. "Yüksek sesle oku. "Read it aloud. Böylesi daha iyi. That's better. Hem, okurken açıklarsın bana." Besides, you can explain it to me while you read."

Saat altıyı, on sekizi gösteriyordu. It was showing six, eighteen. En azından üç dört saatleri vardı. At least they had three or four hours. Winston kitabı dizlerinin üstüne yerleştirdi, başladı okumaya: Winston placed the book on his knees and began to read:

Birinci Bölüm First part

Cehalet Güçtür. Ignorance is Power.

Bilinen tarih boyunca, olasılıkla Neolitik Çağ'ın sona ermesinden bu yana, dünyada üç tür insan olagelmiştir: Yüksek, Orta ve Aşağı. Throughout known history, probably since the end of the Neolithic Age, there have been three types of people in the world: High, Middle, and Low. Bunlar kendi içlerinde de pek çok alt bölüme ayrılmışlar, sayısız ad taşımışlar, sayıları ve birbirlerine karşı tutumları çağdan çağa değişmiş, ama toplumun temel yapısı hiçbir zaman değişmemiştir. They are also divided into many subsections, have innumerable names, their numbers and attitudes towards each other have changed from age to age, but the basic structure of society has never changed. Olağanüstü ayaklanmalar ve kesin görünen değişimlerden sonra bile, tıpkı ne kadar hızlı döndürülürse döndürülsün dönme ekseni doğrultusu hep aynı kalan bir jiroskop gibi, aynı düzen hep kendini yeniden dayatmıştır. Even after extraordinary upheavals and seemingly certain changes, the same order has always reasserted itself, just like a gyroscope whose axis of rotation remains the same no matter how fast it is turned.

"Julia, uyanık mısın?" "Julia, are you awake?" diye sordu Winston. ' asked Winston.

"Evet, sevgilim, kulağım sende. "Yes, darling, I have my ear for you. Devam et. Go on. Müthiş." Wonderful."

Winston devam etti: Winston continued:

Bu üç kesimin amaçları asla uzlaştırılamaz. The aims of these three parties can never be reconciled. Yüksek kesimin amacı, bulunduğu yeri korumaktır. The purpose of the high section is to protect its location. Orta kesimin amacı, Yüksek kesimle yer değiştirmektir. The purpose of the Mid cut is to replace the High cut. Aşağı kesimin amacı ise –bir amacı varsa kuşkusuz, çünkü Aşağı kesimin temel özelliği, ağır ve sıkıcı işlerin altında çoğu zaman gündelik yaşam dışında hiçbir şeyin bilincine varamayacak kadar ezilmesidir– tüm ayrımları ortadan kaldırmak ve tüm insanların eşit olacağı bir toplum yaratmaktır. The aim of the Lower - if it has a purpose, of course, because the main characteristic of the Lower is that they are often so oppressed under heavy and boring work that they can not be conscious of anything but daily life - is to abolish all distinctions and create a society where all people are equal. O yüzden, ana çizgisi değişmeyen bir savaşım tarih boyunca tekrarlanıp durmaktadır. Therefore, a struggle whose main line does not change has been repeated throughout history. Yüksek kesimin uzun dönemler boyunca iktidarı güvenli bir biçimde elinde tuttuğu görülmüş, ancak önünde sonunda ya kendine olan inancını ya da güçlü bir biçimde yönetme yeteneğini yitirdiği, hatta her ikisini birden yitirdiği dönemler de hep yaşanmıştır. It was seen that the high class held the power securely for long periods, but there were also periods when they eventually lost either their self-belief or their ability to govern strongly, or even both. Böyle dönemlerde, özgürlük ve adalet uğruna savaşıyor görünerek Aşağı kesimi de yanına alan Orta kesim tarafından devrilmiştir. In such periods, it was overthrown by the Middle faction, which took the Lower faction with it, appearing to be fighting for freedom and justice. Ne var ki, Orta kesim, hedefine ulaşır ulaşmaz, Aşağı kesimi eski kölelik konumuna geri gönderir ve kendisi Yüksek kesim konumuna geçer. However, as soon as the Middle achieves its goal, it sends the Lower back to its former position of slavery and moves into the High position. Çok geçmeden, öteki kesimlerin birinden ya da her ikisinden de kopan yeni bir Orta kesim ortaya çıkar ve savaşım yeniden başlar. Before long, a new Central section emerges, breaking away from one or both of the other sections, and the struggle begins anew. Bu üç kesimden, hedeflerine geçici de olsa hiçbir zaman ulaşamayan, yalnızca Aşağı kesimdir. Out of these three segments, it is only the Lower segment that never achieves its goals, even if temporarily. Tarih boyunca hiçbir somut gelişme olmadığını söylemek abartılı olabilir. It may be an exaggeration to say that there has been no concrete development throughout history. Günümüzdeki çöküş döneminde bile, ortalama insan, birkaç yüzyıl öncekinden fiziksel olarak daha iyi durumdadır. Even in today's decadence, the average person is in better physical shape than a few centuries ago. Ama refahın artması da, hareket tarzındaki yumuşamalar da, reformlar ya da devrimler de, insanlığı eşitliğe bir adım bile yaklaştırmamıştır. But neither the increase in welfare, the softening in the way of action, the reforms or the revolutions have brought humanity one step closer to equality. Aşağı kesim açısından, hiçbir tarihsel değişiklik, efendilerinin adının değişmesinden başka bir anlam taşımamıştır. For the lower class, no historical change has meant anything more than a change in the name of their master.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına gelindiğinde, pek çok gözlemci, bu sürecin durmadan yinelendiğini açık seçik görmüştür. By the end of the nineteenth century, many observers clearly saw that this process was repetitive. O zaman, tarihi döngüsel bir süreç olarak yorumlayan düşünce okulları doğmuş, bunlar eşitsizliğin insan yaşamının değişmez yasası olduğu savını öne sürmüştür. At that time, schools of thought were born that interpreted history as a cyclical process, arguing that inequality was the immutable law of human life. Hiç kuşkusuz, bu öğretinin savunucuları geçmişte de her zaman olmuştu; ama bu kez ortaya konuluşunda gözle görülür bir farklılık vardı. To be sure, there have always been advocates of this doctrine in the past; but this time there was a noticeable difference in the way it was presented. Eskiden, hiyerarşik toplum düzeninin gerekliliği, özellikle Yüksek kesimin öğretisiydi. In the past, the necessity of the hierarchical order of society was the teaching of the High. Krallar ve aristokratlar ve onların asalakları rahipler, hukukçular ve benzerleri tarafından savunulmuş ve ölümden sonra düşsel bir dünya vaatleriyle yenir yutulur hale getirilmişti. Kings and aristocrats and their parasites were defended by priests, lawyers and the like, and were devoured by promises of an illusory world after death. Orta kesim, iktidarı ele geçirmek için savaşım verirken, hep özgürlük, adalet ve kardeşlik gibi kavramlardan yararlanmıştı. While the middle class struggled to seize power, they always benefited from concepts such as freedom, justice and fraternity. Şimdilerde ise, henüz yönetimde olmayan, ama çok geçmeden yönetimde olmayı umut eden insanlar kardeşlik kavramına sarılmaya başladılar. Nowadays, people who are not yet in government, but who hope to be in government soon, have started to embrace the concept of brotherhood. Eskiden, Orta kesim eşitlik bayrağına sarılarak devrimler yapmış, ama eski zorbalık düzenini devirir devirmez kendisi yeni bir zorbalık düzeni kurmuştu. In the past, the middle class had made revolutions by embracing the flag of equality, but as soon as it overthrew the old order of tyranny, it established a new order of tyranny. Yeni Orta kesimler ise zorbalıklarını önceden ilan ettiler. The new Midlands have already declared their tyranny. On dokuzuncu yüzyıl başlarında ortaya çıkmış bir kuram olan ve eskiçağların köle isyanlarına kadar uzanan düşünceler zincirinin son halkasını oluşturan sosyalizm, hâlâ eski çağların ütopyacılığının etkisi altındaydı. Socialism, a theory that emerged at the beginning of the nineteenth century and was the last link in the chain of ideas that went back to the slave revolts of ancient times, was still under the influence of the utopianism of ancient times. Ama sosyalizmin, 1900'den başlayarak ortaya çıkan her değişkesinde, özgürlük ve eşitliği sağlama amacı gittikçe daha açık biçimde terk edildi. But in every variant of socialism that arose from 1900 onwards, the aim of achieving freedom and equality was more and more clearly abandoned. Yüzyıl ortalarında doğan yeni akımlar, Okyanusya'da İngsos, Avrasya'da Neo-Bolşevizm, Doğuasya'da herkesçe bilinen adıyla Ölüme Tapınma, bilinçli bir biçimde özgürlüksüzlük ve eşitsizliği sürekli kılmayı hedefliyordu. The new movements that emerged in the middle of the century, Ingsos in Oceania, Neo-Bolshevism in Eurasia, Death Worship in Eastasia, as it is known by everyone, consciously aimed to perpetuate unfreedom and inequality. Bu yeni akımlar, hiç kuşkusuz, eski akımların bağrından doğmuştu ve onların adlarını koruyor, ideolojilerine sahte bir bağlılık gösteriyordu. These new currents, no doubt, arose from the heart of the old currents and preserved their names and showed false allegiance to their ideology. Hepsinin amacı, ilerlemeyi durdurmak ve tarihi kendi seçtikleri bir anda dondurmaktı. Their aim was to halt progress and freeze history at a moment of their choosing. O bildik sarkaç bir kez daha salınacak, sonra da duracaktı. That familiar pendulum would swing once again, then stop. Orta kesim, her zamanki gibi, Yüksek kesimi alt edip onun yerini alacak; ama bu kez Yüksek kesim, bilinçli bir strateji yürüterek, konumunu sürekli kılmayı başaracaktı. The Middle will, as usual, beat the High and take its place; but this time the High would succeed in maintaining its position by executing a conscious strategy.

Yeni öğretiler, biraz da, tarihsel bilginin birikimiyle ve on dokuzuncu yüzyıldan önce hemen hiç var olmayan tarih bilincinin gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. The new teachings arose partly through the accumulation of historical knowledge and the development of a historical consciousness that was almost nonexistent before the nineteenth century. Tarihin döngüsel işleyişi artık anlaşılır bir şeydi ya da öyle görünüyordu ve anlaşılır bir şey olduğuna göre, değiştirilebilirdi de. The cyclical workings of history were or seemed to be intelligible now, and since it was intelligible, it could be changed. Ama yeni öğretilerin ortaya çıkışının temelinde yatan başlıca neden, insanların eşitliğinin daha yirminci yüzyılın başlarında teknik bakımdan olanaklı duruma gelmiş olmasıydı. But the main reason underlying the emergence of the new teachings was that equality of people had become technically possible as early as the twentieth century. Gerçi insanların hâlâ doğuştan yetenekleri açısından eşit olmadıkları ve uzmanlık gerektiren işlerde bazı bireylerin öbürlerine yeğ tutulması gerektiği doğruydu; ama artık sınıf ayırımlarına ya da büyük servet farklılıklarına gerçekten gerek kalmamıştı. It was true, though, that people were still unequal in their innate abilities, and that some individuals should be preferred over others in specialized jobs; but there really was no longer any need for class distinctions or great wealth differences. Önceki çağlarda, sınıf ayırımları yalnızca kaçınılmaz değil, aynı zamanda istenen bir şey olmuştu. In previous ages, class distinctions were not only inevitable but desirable. Uygarlığın bedeli eşitsizlikle ödenmişti. The price of civilization was paid by inequality. Ne var ki, makine üretiminin gelişmesiyle birlikte durum değişmişti. With the development of machine production, however, the situation had changed. İnsanların farklı işlerde çalışmaları hâlâ gerekli olsa da, artık farklı toplumsal ve ekonomik düzeylerde yaşamaları gerekmiyordu. While people were still required to work in different jobs, they were no longer required to live at different social and economic levels. Dolayısıyla, iktidarı ele geçirmenin eşiğinde olan yeni kesimlerin gözünde, artık uğruna savaşım verilmesi gereken bir ülkü olmaktan çıkmış, önüne geçilmesi gereken bir tehlike olmuştu. Therefore, in the eyes of the new sections that were on the verge of seizing power, it was no longer an ideal to be fought for, but a danger to be avoided. Adil ve barışçı bir toplumun mümkün olmadığı daha ilkel çağlarda, eşitliğe inanmak epeyce kolaydı. In more primitive times, when a just and peaceful society was not possible, it was quite easy to believe in equality. İnsanlar, binlerce yıldır, yasalar ve ağır işlerin olmadığı bir toplumda kardeşçe yaşadıkları bir yeryüzü cenneti düşlemişlerdi. For thousands of years, people had dreamed of a paradise on earth where they lived fraternally in a society free of laws and hard labor. Ve bu düş, her tarihsel değişimden kazançlı çıkan kesimleri de belirli ölçüde etkilemişti. And this dream had a certain effect on those who benefited from every historical change. Fransız, İngiliz ve Amerikan devrimlerinin mirasçıları insan haklarına, söz özgürlüğüne, yasalar önünde eşitliğe ve benzerlerine bir ölçüde inandıklarını kendilerince dile getirmişler ve hatta belirli ölçüde bu kavramlar doğrultusunda davranmaya özen göstermişlerdi. The heirs of the French, British and American revolutions expressed their belief in human rights, freedom of speech, equality before the law and the like to some extent, and they even took care to act in line with these concepts to a certain extent. Ama yirminci yüzyılın kırklı yıllarına gelindiğinde, siyasal düşünce alanındaki tüm ana akımlar otoriter bir niteliğe bürünmüştü. But by the forties of the twentieth century, all mainstream political thought had assumed an authoritarian character. Yeryüzü cenneti, tam da gerçekleşebilir olduğu anda gözden düşmüştü. The paradise on earth fell out of favor just when it was realizable. Bütün yeni siyasal kuramlar, hangi adla ortaya çıkarsa çıksın, önünde sonunda yeniden hiyerarşiye ve sınıflandırmaya varıyordu. All new political theories, no matter what name they came up with, eventually led to re-hierarchy and classification. Ve 1930 dolaylarında genel görünüm sertleşmeye başlarken, çok uzun zamandır, bazı yerlerde yüzlerce yıldır terk edilmiş uygulamalar –yargılamasız hapsetmeler, savaş tutsaklarının köle gibi kullanılması, meydanlarda toplu idamlar, itiraf ettirmek için yapılan işkenceler, rehinelerin kullanılması ve geniş kitlelerin sürülmesi– yeniden yaygınlaşmakla kalmamış, kendilerini aydın ve ilerici sayanlarca bile hoş görülür, dahası savunulur olmuştu. And as the outlook began to harden around 1930, not only did practices that had been abandoned for centuries in some places—imprisonment without trial, the enslavement of prisoners of war, mass executions in the streets, torture for confession, the use of hostages, and mass expulsions—repeated. It was tolerated and even defended by those who considered themselves intellectuals and progressives.

İngsos ve rakipleri, ancak dünyanın dört bir yanında uluslararası savaşlar, iç savaşlar, devrimler ve karşı-devrimlerle geçen bir on yıl sonra, tam anlamıyla oluşturulmuş siyasal kuramlar olarak ortaya çıktılar. It was only after a decade of international wars, civil wars, revolutions and counter-revolutions around the world that Ingsos and its rivals emerged as fully formed political theories. Ama yirminci yüzyılda daha önce belirmiş ve genel olarak totaliter diye nitelenmiş çeşitli sistemler bunların habercisi olmuştu ve var olan kargaşadan doğacak dünyanın ana hatları çoktan anlaşılmıştı. But the various systems that had emerged earlier in the twentieth century and which were generally described as totalitarian had foreshadowed them, and the outlines of the world that would emerge from the existing turmoil were already clear. Bu dünyayı ne tür insanların yöneteceği de anlaşılmıştı. It was also understood what kind of people would rule this world. Yeni aristokrasi büyük ölçüde bürokratlar, bilim insanları, teknisyenler, sendika yöneticileri, tanıtım uzmanları, toplumbilimciler, öğretmenler, gazeteciler ve profesyonel politikacılardan oluşuyordu. The new aristocracy consisted largely of bureaucrats, scientists, technicians, union leaders, publicity specialists, sociologists, teachers, journalists, and professional politicians. Kökenleri ücretli orta sınıf ve işçi sınıfının üst kesimlerinde yatan bu insanlar, tekelci sanayi ve merkezi yönetimin verimsiz dünyasınca biçimlendirilmiş ve bir araya getirilmişlerdi. With their origins in the wage-middle class and upper working class, these people were shaped and brought together by the unproductive world of monopoly industry and central government. Bunlar, eski çağlardaki benzerleri kadar açgözlü ve lüks düşkünü değildiler, ama iktidar özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı ve en önemlisi de ne yaptıklarının daha fazla bilincinde oldukları gibi, muhalefeti ezmekte de daha kararlıydılar. They were not as greedy and luxury-hungry as their ancient counterparts, but they were longing for power, and most importantly, they were more conscious of what they were doing and were more determined to crush the opposition. Özellikle de muhalefeti ezmekte daha kararlı oluşları çok önemliydi. It was especially important that they were more determined to crush the opposition. Bugünkülerle karşılaştırıldığında, geçmişin tüm buyurgan yönetimlerinin isteksiz ve etkisiz kaldıkları görülür. Compared to those of today, it is seen that all the authoritarian governments of the past were unwilling and ineffective. Egemen kesimler şu ya da bu ölçüde liberal düşüncelerden hep etkilenmişti ve işleri gevşek tutma, yalnızca apaçık ortada olan işi göz önüne alma ve uyruklarının ne düşündüğüyle pek ilgilenmeme eğilimindeydi. The ruling elites had always been more or less fascinated by liberal ideas and tended to keep things slack, considering only the obvious business, and not paying much attention to what their subjects thought. Günümüz ölçütleriyle kıyaslandığında, Ortaçağ'ın Katolik Kilisesi bile hoşgörülü sayılabilirdi. By today's standards, even the medieval Catholic Church could be considered tolerant. Bunun bir nedeni, eskiden hiçbir yönetimin yurttaşlarını sürekli denetim altında tutma gücüne sahip olmamasıydı. One reason was that in the past, no government had the power to keep its citizens under constant control. Ne var ki, matbaanın bulunması kamuoyunu yönlendirmeyi kolaylaştırdı, sinema ve radyo bu süreci daha da güçlendirdi. However, the invention of the printing house made it easier to direct the public, and the cinema and radio further strengthened this process. Televizyonun gelişmesiyle ve aynı aygıtın hem alıcı hem de verici olarak kullanılmasını olanaklı kılan teknolojik ilerlemeyle birlikte, özel yaşam ortadan kalktı. With the advent of television and the technological advance that made it possible to use the same device as both a transmitter and receiver, privacy disappeared. Bütün yurttaşlar ya da en azından izlenmeye değer bütün yurttaşlar, günün yirmi dört saati polis tarafından gözetlenebiliyor, bütün öteki iletişim kanallarından uzak tutulabildikleri gibi, sürekli resmi propagandaya bağımlı kılınabiliyorlardı. All citizens, or at least all citizens worth watching, could be spied on by the police twenty-four hours a day, kept out of all other channels of communication, and constantly subordinated to official propaganda. Artık ilk kez, yalnızca devlet iradesine tam bir boyun eğişin dayatılması değil, tüm yurttaşların tümüyle aynı düşüncede olmaları da sağlanmıştı. Now, for the first time, not only the imposition of complete obedience to the will of the state was ensured, but also the total consensus of all citizens.