2. Bölüm - X
X
Uyandığında, uzun zamandır uyuduğu duygusuna kapılır gibi oldu, ama eski saate bakar bakmaz saatin henüz yirmi otuz olduğunu gördü. Kısa bir süre daha, yattığı yerde kestirdi; çok geçmeden arka avludan o bildik boğuk şarkı yükseldi:
Beyhude bir hayaldi,
Nisan güneşi gibi geldi geçti,
Bir bakış, bir söz aklımı çeldi,
Gönlümü çaldı, çekti gitti.
Anlaşılan, bu aptal şarkı hâlâ seviliyordu. Hâlâ dillerden düşmemişti. Nefret Şarkısı'ndan uzun ömürlü olmuştu. Julia şarkı sesine uyandı, tatlı tatlı gerindikten sonra kalktı.
"Acıktım," dedi. "Hadi, biraz daha kahve yapalım. Lanet olsun! Soba sönmüş, su soğuk." Sobayı kaldırıp salladı. "Gaz bitmiş."
"İhtiyar Charrington'dan biraz alabiliriz belki."
"Dolu olup olmadığına bakmıştım sözüm ona. Ben giyiniyorum. Soğumuş burası."
Winston da kalkıp giyindi. Şarkıyı söyleyen ses yorulmak bilmiyordu:
Derler ki zaman her şeyi iyi edermiş,
Zamanla her şey unutulur gidermiş,
Bir de bana sor, o gözyaşları ve kahkahalar,
Bugün hâlâ canımı yakar, yüreğimi dağlar!
Winston, tulumunun kemerini bağlarken, pencereye doğru yürüdü. Güneş evlerin ardında batmış olmalıydı; ışığı artık avluya vurmuyordu. Avlunun taşları az önce yıkanmış gibi ıslaktı; mavisi bacaların külahları arasından o kadar dingin ve uçuk görünüyordu ki, Winston elinde olmadan gökyüzünün de yıkanmış olduğunu geçirdi aklından. Kadın bıkıp usanmadan gidip geliyor, mandalları ağzına bir alıp bir çıkarıyor, bir şarkı söylüyor bir susuyor, bitmek bilmeyen çocuk bezlerini ha bire ipe asıp duruyordu. Winston, kadının geçimini çamaşır yıkayarak mı sağladığını, yoksa sürüyle torunun kölesi mi olduğunu merak etti. Julia da yanına gelmişti; büyülenmişçesine, aşağıdaki iriyarı gövdeye bakıyorlardı. Winston, kendini kaptırmış çalışmakta olan kadının çamaşır ipine uzanan kalın kollarına, güçlü, kısraksı kalçalarına bakarken, ilk kez kadının güzel olduğunu fark etti. Çocuk doğurmaktan göbek bağlayıp top gibi olmuş, çalışmaktan yıprana yıprana içi geçmiş bir şalgama dönmüş elli yaşlarındaki bir kadının bedeninin güzel olabileceği daha önce hiç aklına gelmemişti. Ama güzel işte, neden olmasın ki, diye düşündü. Koca bir kaya parçasını andıran yusyumru gövde ve pütür pütür olmuş kıpkırmızı ten, bir genç kızın bedeninin yanında, gülün yanında olgunlaşıp etlenmiş meyvesi gibi kalırdı. Ama meyve neden çiçekten aşağı kalsındı ki?
"Çok güzel," mırıldandı.
Julia, "Kalçaları yayla gibi," diyecek oldu.
"Bu da ona mahsus bir güzellik işte," dedi Winston.
Kolunu Julia'nın incecik beline doladı. Julia'nın bedeni kalçasından dizine Winston'ın bedenine yaslanmıştı. Bu bedenler asla çocuk yapamazdı. Yapamayacakları tek bir şey varsa, o da buydu. Sırrı ancak dilden dile dolaştırabilir, zihinden zihine aktarabilirlerdi. Avludaki kadının zihni yoktu, yalnızca güçlü kolları, sıcak bir yüreği ve doğurgan bir karnı vardı. Winston, kim bilir kaç çocuk doğurmuştur, diye geçirdi aklından. On beş çocuk doğurmuş olsa şaşırmazdı. Kısa bir süre, belki bir yıl çiçeğe durup yabanıl güzelliğinin sefasını sürmüş, sonra birden, döllenmiş bir meyve gibi etlenip semizleşmiş, sertleşip kızarmıştı; kim bilir, belki otuz yıldan fazla bir zamandır hayatı önce çocukları, ardından torunları için çamaşır yıkamakla, yerleri fırçalamakla, giysiler, yamamakla, yemek pişirmekle, ortalığı temizlemekle, eşyaları cilalayıp parlatmakla, sökükleri dikmekle geçiyordu. Buna karşın, hâlâ şarkı söylüyordu. Winston'ın kadına duyduğu gizemli saygı, nedendir bilinmez, bacaların ardında sonsuzca uzanıp giden soluk, bulutsuz göğün suretine karışıyordu. Burada olduğu gibi Avrasya'da da, Doğuasya'da da gökyüzünün herkes için bir olması ne kadar tuhaftı. O göğün altındaki insanlar da birbirlerine çok benziyorlardı; her yerde, yeryüzünün dört bir yöresinde, birbirlerinin varlığından habersiz, aralarına nefret ve yalan duvarları girmiş, ama yine de birbirinin aynı olan; düşünmeyi hiçbir zaman öğrenmedikleri halde, bir gün dünyayı altüst edebilecek gücü yüreklerinde, içlerinde, kaslarında biriktirmekte olan yüz milyonlarca insan yaşıyordu. Umut, varsa eğer, proleterlerdeydi! Winston, daha kitabı sonuna kadar okumamış olmasına karşın, Goldstein'ın son mesajının bu olduğunu anlamıştı. Gelecek proleterlerindi. Peki, vakti geldiğinde proleterlerin kuracağı dünyanın, kendisine, Winston Smith'e Parti'nin dünyası kadar yabancı gelmeyeceğinden emin olabilir miydi? Evet, olabilirdi, çünkü o dünya hiç değilse aklın ağır bastığı bir dünya olacaktı. Eşitliğin olduğu yerde akıl ağır basabilirdi. Bu, önünde sonunda gerçek olacaktı, güç bilince dönüşecekti. Proleterler ölümsüzdü, avludaki şu yiğit insana baktığında bundan kuşku duymuyordun. Er geç uyanacaklardı. Bunun gerçekleşmesi için bin yıl geçmesi de gerekse, her şeye karşın hayatta kalacaklar, Parti'nin paylaşmadığı ve öldüremediği o canlılığı kuşlar gibi bedenden bedene aktaracaklardı.
Winston, "O ilk gün, ormanın kıyısında bizim için şakıyan o ardıçkuşunu anımsıyor musun?'' diye sordu.
"Bizim için şakımıyordu ki," diye yanıtladı Julia. "Kendi keyfine şakıyordu. Kendi keyfine bile değil. Öylesine şakıyordu işte."
Kuşlar şakıyordu, proleterler şakıyordu, Parti şakımıyordu. Dünyanın her yerinde, Londra'da ve New York'ta, Afrika'da ve Brezilya'da, sınırların ötesindeki gizemli, yasak ülkelerde, Paris ve Berlin sokaklarında, Rusya'nın sonsuz ovalarındaki köylerde, Çin ve Japonya'nın çarşılarında, her yerde ama her yerde, çalışmaktan ve çocuk doğurmaktan, hayatı boyunca işten başını alamamaktan harabeye dönmüş olmasına karşın hâlâ şakıyan o sağlam, yenilmez gövde dimdik dikiliyordu. Bir gün gelecek, o görkemli kalçaların arasından bilinçli bir kuşak doğacaktı. Sizler ölüydünüz; gelecek onlarındı. Ama onların bedeni canlı tuttukları gibi sizler de zihni canlı tutsaydınız ve iki iki daha dört eder gizli öğretisini başkalarına aktarsaydınız, sizler de o geleceği paylaşabilirdiniz.
"Biz ölmüşüz," dedi Winston.
"Biz ölmüşüz," diye yineledi Julia, görev bilircesine.
"Siz ölmüşsünüz," deyiverdi arkalarından acımasız bir ses.
İrkilerek birbirlerinden ayrıldılar. Winston donup kalmıştı. Julia'nın gözleri belermiş, gözlerinin akı belirmişti; beti benzi uçmuştu. Yanaklarındaki allık, yüzüne kondurulmuş birer leke gibi görünüyordu.
"Siz ölmüşsünüz," diye yineledi acımasız ses.
Julia, soluk soluğa, "Resmin arkasından geldi," dedi.
"Resmin arkasından geldi," dedi ses. "Olduğunuz yerde kalın. Emir verilmedikçe kıpırdamayın."
Başlıyordu, sonunda başlıyordu işte! Birbirlerinin gözlerinin içine bakmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Kaçıp canlarını kurtarmak, evden kaçıp gitmek için artık çok geçti; akıllarının ucundan bile geçmiyordu kaçmak. Duvardan gelen acımasız sese boyun eğmemek olanaksızdı. Bir elektrik düğmesi çevrilmiş gibi bir çıt sesi geldi, ardından bir şangırtı duyuldu. Duvardaki resim yere düşmüş, arkasından bir tele-ekran belirivermişti.
"Artık bizi görebiliyorlar," dedi Julia.
"Artık sizi görebiliyoruz," dedi ses. "Odanın ortasına gelin. Sırt sırta durun. Ellerinizi başınızın arkasında bitiştirin. Sakın birbirinize değmeyin."
Birbirlerine değiniyorlardı, ama Winston Julia'nın tepeden tırnağa titrediğini hissediyordu. Belki de titreyen kendi bedeniydi. Dişlerinin birbirine vurmasını güçbela engelleyebiliyor, ama dizlerine hâkim olamıyordu. Aşağıdan, evin içinden ve dışından postal sesleri geliyordu. Avluya bir sürü adamın doluştuğu anlaşılıyordu. Taşların üstünde bir şey sürüklüyorlardı. Kadın şarkıyı birden kesmişti. Çamaşır leğeni avlunun bir köşesine fırlatılmış gibi bir çangırtı duyuldu, öfkeli bağırtılar birbirine karıştı ve acı bir çığlık koptu.
"Ev kuşatılmış," dedi Winston.
"Ev kuşatıldı," diye yineledi ses.
Winston, Julia'nın dişlerinin birbirine çarptığını duydu. "Vedalaşsak iyi olacak galiba," dedi Julia.
"Vedalaşsanız iyi olacak," dedi ses. Ardından, bambaşka bir ses, Winston'ın daha önce duyduğunu sandığı ince, kibar bir ses araya girdi "Bu arada, yeri gelmişken, 'Al şu mumu, doğru yatağına, yoksa yersin baltayı kafana!'"
Winston'ın arkasında bir şangırtı koptu, yatağın üstüne bir şey düştü. Dışarıdan pencereye bir merdiven dayamışlar, merdivenin başı pencerenin çerçevesini yerinden söküp içeriye düşürmüştü. Birisi pencereye tırmanıyordu. Postal seslerinden, birilerinin üst kata çıktıkları anlaşılıyordu. Odayı bir anda, siyah üniformaları, uçları kabaralı postalları ve ellerinde coplarıyla iriyarı adamlar doldurdu.
Winston, artık titremek şöyle dursun, gözlerini bile kırpıştırmıyordu. Önemli olan tek şey, hiç kıpırdamamak, onlara vurma fırsatı vermemek için hiç kıpırdamamaktı! Ağzı, bir yumruk dövüşçüsünün yassı çenesini andıran çenesinin üzerinde ince bir yarık gibi kalan bir adam, karşısına dikilmiş, copu parmakları arasında döndürüp duruyordu. Winston adamla göz göze geldi. Elleri başının arkasında, yüzü ve gövdesi korumasız, öylece durmak, dayanılmaz bir çıplaklık duygusu veriyordu. Adam bembeyaz dilinin ucuyla ipince dudaklarını yaladıktan sonra yürüyüp gitti. Tam o sırada bir şangırtı daha koptu. Adamlardan biri, cam kâğıt ağırlığını masanın üstünden kaptığı gibi şöminenin kenarına çarpmış, paramparça etmişti.
Pastaların tepesine kondurulan minik pembe şekerleri andıran ufacık mercan parçası halının üstünde yuvarlandı. Winston, ne kadar küçük, diye geçirdi aklından, ne kadar küçükmüş meğer! Arkasında birinin nefesini hissetti, sonra birden ayak bileğine öyle bir tekme yedi ki, az kalsın yere düşüyordu. Adamlardan birinden karın boşluğuna bir yumruk yiyen Julia da katlanır cetveller gibi iki büklüm olmuştu. Yerde sürünürken soluk almaya çalışıyordu. Winston başını çevirip bakmaya cesaret edemiyor, ama Julia'nın ardına kadar açılan ağzı, mosmor kesilmiş yüzü ikide bir görüş açısına giriyordu. Dehşete kapılmış olmakla birlikte, Julia'nın çektiği acıyı, soluk alabilmek için bastırmak zorunda kaldığı o ölümcül acıyı kendi bedeninde duyumsayabiliyordu. Bilmediği bir şey değildi: Bir an önce soluk almak zorunda olduğun için, o korkunç, içe işleyen acıyı duymazdın bile. Çok geçmeden, iki adam, Julia'yı kollarından ve bacaklarından tutup karga tulumba odadan çıkardı. Winston bir an Julia'nın baş aşağı çevrilmiş yüzünü görür gibi oldu; sapsarı kesilmişti, gözleri kapalıydı, yanaklarındaki allık izleri silinmemişti. Bu, Julia'yı son görüşü olacaktı.
Hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. Henüz kimseden yumruk yememişti. Kafasından, kendiliğinden gelen ama tümden ilgisiz görünen bir yığın düşünce geçiyordu. Bay Charrington'ı da yakalayıp yakalamadıklarını merak ediyordu. Avludaki kadına ne yaptıklarını merak ediyordu. Birden, çok sıkıştığını fark ederek şaşırdı, çünkü daha iki üç saat önce işemişti. Şöminenin üstündeki saatin dokuzu gösterdiğini fark etti, demek saat yirmi birdi. Oysa odaya vuran ışık çok güçlüydü. Ağustos akşamı saat yirmi birde havanın kararıyor olması gerekmez miydi? Yoksa ikisi de saati şaşırmış, sabaha kadar uyumuş, uyandığında da saat ertesi sabah sekiz otuzken yirmi otuz mu sanmıştı? Ama daha fazla kafa yormadı. Bu işin ipe sapa gelir yanı yoktu.
O sırada koridordan, öncekilerden daha hafif bir ayak sesi geldi ve kapıdan içeri Bay Charrington girdi. Siyah üniformalıların tavrında bir değişiklik, bir yumuşama oldu. Ne ki, Bay Charrington'ın görünüşünde de bir değişiklik vardı. Gözü cam kâğıt ağırlığının parçalarına takıldı.
Sert bir sesle, "Kaldırın şunları yerden," dedi.
Adamlardan biri fırladığı gibi buyruğu yerine getirdi. Bay Charrington'ın Londralılara özgü şivesi kaybolmuştu; Winston biraz önce tele-ekrandan gelen sesi birden tanıdı. Bay Charrington'ın sırtında yine o eski kadife ceket vardı, ama nerdeyse ağarmış olan saçları siyahtı. Sonra, gözlüğü de yoktu. Winston'a, kimliğini belirliyormuşçasına keskin bir bakış fırlattı ve bir daha da ilgilenmedi. O olduğu belliydi, ama artık aynı kişi değildi. Gövdesi dikleşmişti, daha iri görünüyordu. Yüzündeki ufak tefek değişikliklere karşın bambaşka biri olup çıkmıştı. Siyah kaşları incelmiş, kırışıklıkları gitmiş, yüz hatları değişmiş, burnu bile küçülmüştü sanki. Otuz beş yaşlarında bir adamın temkinli, soğuk yüzüydü bu. Winston, ömründe ilk kez, hem de kim olduğunu bilerek, Düşünce Polisi'nden biriyle karşı karşıya olduğunu fark etti.