×

Nous utilisons des cookies pour rendre LingQ meilleur. En visitant le site vous acceptez nos Politique des cookies.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - VIII (a)

2. Bölüm - VIII (a)

VIII

Başarmışlardı, evet, sonunda başarmışlardı işte!

Loş, uzun bir odadaydılar. Tele-ekranın sesi iyice kısılmıştı, yalnızca bir mırıltı duyuluyordu; koyu mavi halı o kadar yumuşaktı ki, kadife kumaş üstünde yürüyor gibi oluyordunuz. O'Brien, odanın öbür ucunda, yeşil başlıklı bir lambanın bulunduğu bir masanın başında, kâğıt yığınları arasında oturuyordu. Uşak, Julia ile Winston'ı içeriye aldığında, başını kaldırıp bakmamıştı bile.

Winston'ın yüreği öylesine hızlı atıyordu ki, konuşamayacağından korkuyordu. Tek düşünebildiği, sonunda başarmış olduklarıydı. Aslında buraya gelmekle aceleci davranmışlardı; hem, ayrı yollardan gelip O'Brien'ın kapısının önünde buluşmuş olsalar da, birlikte gelmeleri tam bir çılgınlıktı. Ama böyle bir yere gelmek başlı başına bir cesaret işiydi. Birinin İç Parti üyelerinin oturdukları evlerin içini görmesi, hele yaşadıkları mahalleye adım atması işitilmiş şey değildi. Koca apartmanın uyandırdığı hava, her şeye sinmiş olan zenginlik ve bolluk, iyi yemek ve iyi tütünün alışılmamış kokuları, büyük bir hızla inip çıkan asansörler, oradan oraya koşuşturan beyaz ceketli uşaklar, her şey ama her şey ürkütücüydü. Gerçi buraya iyi bir bahaneyle gelmişti, ama yine de siyah üniformalı bir muhafızın köşeden çıkıverip belgelerini soracağından, sonra da çekip gitmesini buyuracağından korkmuyor değildi. Oysa O'Brien'ın uşağı ikisini hiç bekletmeden içeri buyur etmişti. Bu ufak tefek, siyah saçlı, beyaz ceketli adamın Çinliyi andıran değirmi yüzünde en küçük bir ifade yoktu. Geçtikleri koridor boydan boya yumuşacık bir halıyla kaplıydı, krem rengi duvar kâğıtları ve beyaz ağaç kaplamalar pırıl pırıldı. Doğrusu, bu da ürkütücüydü. Winston, duvarları gelen geçenlerin sürtünmesiyle kirlenmemiş bir koridor görmemişti ki hayatında.

O'Brien, parmakları arasındaki bir kâğıdı büyük bir dikkatle inceler gibiydi. Başı hafifçe öne eğildiği için burnu çizgi biçiminde görünüyordu; etkileyici ve zeki bir yüzü vardı. Yirmi saniye kadar öyle durdu. Sonra söyleyaz'ı kendine yaklaştırıp, bakanlıklarda kullanılan ve bileşik sözcüklerden oluşan özel dilde bir mesaj yazdırdı:

Maddeler bir virgül beş virgül yedi tamtekmil onaylandı stop öneri alındı madde altı çiftartı saçma suçdüşün sınırında iptal stop yapımişi durdur yatırım algeri tatamam makineler genelgiderler hesapla stop tamam.

Koltuğundan ağır ağır kalkıp halıda sessizce onlara doğru ilerledi. Yenisöylem sözcüklerinin sona ermesiyle birlikte resmiyetten biraz kurtulmuş gibiydi, ama yüzünde her zamankinden de acımasız bir ifade vardı, sanki rahatsız edilmekten hiç hoşlanmamıştı. Winston'ın az önce kapıldığı dehşet bu kez yerini utanca bırakmıştı. Ahmakça bir yanlış yapmış olabileceğini düşündü. O'Brien'ın gizliden gizliye politik bir muhalif olduğunu nereden çıkarmıştı ki? Gözlerde bir an beliren bir parıltı ve belli belirsiz bir söz; bunun dışında, bir rüyadan yola çıkarak kendi kendine kurduğu hayaller. Sözlüğü almaya geldiğini de bahane edemezdi, o zaman Julia'yı da getirmiş olmasını nasıl açıklayacaktı ki? O'Brien, tele-ekranın önünden geçerken, birden aklına bir şey gelmişçesine durdu. Dönüp duvardaki bir düğmeye bastı. Çat diye bir ses çıktı. Ses kesiliverdi.

Julia ansızın şaşkınlığa kapılarak hafifçe çığlık attı. Winston, korkmuş olmasına karşın, şaşkınlıktan dilini tutamadı.

"Demek kapatabiliyorsunuz!" deyiverdi.

"Evet," dedi O'Brien, "kapatabiliyoruz. Bizim öyle bir ayrıcalığımız var."

Şimdi tam karşılarındaydı. İri gövdesiyle tepelerinde dimdik duruyordu; yüzündeki ifadeden bir şey çıkarmak hâlâ mümkün değildi. Olanca katılığıyla öylece dikilmiş, Winston'ın bir şey demesini bekliyordu. Ne diyecekti bakalım? Belli ki işi başından aşkındı ve sinirlenmişti; çalışmasının neden kesildiğini merak ediyordu. Kimse konuşmuyordu. Tele-ekran kapatıldıktan sonra oda ölüm sessizliğine bürünmüştü. Saniyeler akıp gidiyordu. Winston gözlerini O'Brien'ın gözlerinden ayırmamaya çalışıyordu. Sonra birden O'Brien'ın asık suratında bir gülümseme belirir gibi oldu. Hep yaptığı gibi, gözlüğünü düzeltti.

"Ben mi söyleyeyim, siz mi söylersiniz?" dedi.

Winston, "Ben söyleyeyim," diye atıldı. "Şu şey gerçekten kapalı mı?"

"Evet, her şey kapalı. Biz bizeyiz."

"Buraya neden geldik, biliyor musunuz..."

Onu oraya getiren güdülerin ne kadar belirsiz olduğunu ilk kez fark ederek sustu. Aslında O'Brien'dan nasıl bir yardım beklediğini bilemediği için, oraya neden geldiğini söylemekte zorlanıyordu. Diyeceklerinin ne kadar dayanaksız ve yapmacık geleceğinin ayırdında olmasına karşın, söylemeden edemedi:

"Parti'ye karşı gizli bir etkinlik yürütüldüğü, gizli bir örgüt olduğu, sizin de bu işin içinde olduğunuz kanısındayız. Örgüte katılıp görev almak istiyoruz. Biz Parti'nin düşmanıyız. İngsos ilkelerine inanmıyoruz. Düşünce-suçlularıyız. Üstüne üstlük, bir de zina yapıyoruz. Bunu size anlatıyorum, çünkü kendimizi sizin ellerinize teslim etmek istiyoruz. Başka suçlar da işlememizi isterseniz, emrinizdeyiz."

Durdu, kapının açıldığını sezerek omzunun üzerinden arkasına baktı. Evet, sarı yüzlü ufak tefek uşak kapıyı vurmadan içeri girmişti. Getirdiği tepside bir sürahi ve kadehler vardı.

O'Brien, serinkanlılıkla, "Martin bizdendir," dedi. "İçkiyi buraya getir, Martin. Yuvarlak masaya bırak. İskemlelerimiz yeterli mi? Tamam, oturup rahat rahat konuşabiliriz. Martin, sen de bir iskemle çek. İş konuşacağız. Uşak olduğunu on dakikalığına unut."

Kısa boylu uşak rahatça oturdu, ama yine de kendisine tanınan ayrıcalıktan yararlanan hizmetkâr havasını üstünden atamadığı belliydi. Winston ona göz ucuyla bir baktı ve adamın bütün bir yaşamının belirli bir rolü oynamakla geçtiğini, kendisine yakıştırılan kişiliği bir an elden bırakmayı bile tehlikeli bulduğunu fark etti. O'Brien sürahiyi alıp kadehlere koyu kırmızı bir içki doldurdu. Winston'ın aklına belli belirsiz bir anı düştü; çok eskiden bir duvar ya da tahtaperdede lambalarla çevrili kocaman bir şişe görmüştü, inip kalktıkça içindekini bir bardağa boşaltıyordu. O'Brien'ın sunduğu içki yukarıdan bakıldığında siyah görünüyor, ama sürahinin içinde yakut gibi ışıldıyordu. Buruk bir tadı vardı. Julia'nın kadehi kaldırıp içten bir merakla kokladığını gördü.

O'Brien, hafifçe gülümseyerek, "Bunun adı şarap," dedi. "Hiç kuşkusuz kitaplarda okumuşsunuzdur. Sanırım, Dış Parti'ye pek verilmiyor." Sonra yeniden ciddileşerek kadehini kaldırdı: "Bence artık şerefe kadeh kaldırmalıyız. Önderimize: Emmanuel Goldstein'a."

Winston candan yürekten kadehini kaldırdı. Şarap gerçekten de kitaplardan bildiği ve düşünü kurduğu bir şeydi. Cam kâğıt ağırlığı ya da Bay Charrington'ın yarım yamalak anımsadığı çocuk şarkıları gibi yitik, romantik geçmişte, herkesten gizlediği kendi deyişiyle evvel zamanda kalmıştı. Nedense, şarabı hep böğürtlen reçeli gibi çok tatlı ve çabucak sarhoş eden bir içki olarak hayal etmişti. Oysa şimdi gerçeğini içince düş kırıklığına uğramıştı. Yıllardır cin içtiği için şarabın tadına varamamıştı. Boş kadehi masaya bıraktı.

"Demek Goldstein diye biri var, öyle mi?" dedi.

"Evet, öyle biri var, hem de hayatta. Ama nerede, bilmiyorum."

"Peki, ya gizli örgüt? O da gerçekten var mı? Yoksa Düşünce Polisi'nin uydurması mı?"

"Hayır, gerçekten var. Kardeşlik diyoruz ona. Kardeşliğin var olduğunu bilirsin, onun üyesi olduğunu da bilirsin, ama daha fazlasını hiçbir zaman bilemezsin. Bu konuya birazdan döneceğim." Saatine baktı. "Tele-ekranı yarım saatten fazla kapalı tutmak, İç Parti üyeleri için bile pek akıl kârı sayılmaz. Buraya birlikte gelmemeliydiniz, giderken ayrı ayrı çıksanız iyi olur. Siz, Yoldaş" –başıyla Julia'yı gösterdi– "önce siz çıkarsınız. Yaklaşık yirmi dakikamız var. Kusura bakmazsanız, önce bazı sorular soracağım. İlkin genel bir soru: Neler yapmaya hazırsınız?"


2. Bölüm - VIII (a) Chapter 2 - VIII (a)

VIII

Başarmışlardı, evet, sonunda başarmışlardı işte! They did, yes, they finally did!

Loş, uzun bir odadaydılar. They were in a dim, long room. Tele-ekranın sesi iyice kısılmıştı, yalnızca bir mırıltı duyuluyordu; koyu mavi halı o kadar yumuşaktı ki, kadife kumaş üstünde yürüyor gibi oluyordunuz. The telescreen was muted, only a murmur; The dark blue carpet was so soft you felt like you were walking on a velvet cloth. O'Brien, odanın öbür ucunda, yeşil başlıklı bir lambanın bulunduğu bir masanın başında, kâğıt yığınları arasında oturuyordu. O'Brien was sitting among piles of papers across the room at a table with a lamp with a green cap. Uşak, Julia ile Winston'ı içeriye aldığında, başını kaldırıp bakmamıştı bile. The servant hadn't even looked up when he had let Julia and Winston in.

Winston'ın yüreği öylesine hızlı atıyordu ki, konuşamayacağından korkuyordu. Winston's heart was beating so fast that he was afraid he wouldn't be able to speak. Tek düşünebildiği, sonunda başarmış olduklarıydı. All he could think about was that they had finally succeeded. Aslında buraya gelmekle aceleci davranmışlardı; hem, ayrı yollardan gelip O'Brien'ın kapısının önünde buluşmuş olsalar da, birlikte gelmeleri tam bir çılgınlıktı. In fact, they had been hasty in coming here; and even though they had come from separate ways and met at O'Brien's doorstep, it was just crazy that they came together. Ama böyle bir yere gelmek başlı başına bir cesaret işiydi. But coming to a place like this was an act of courage in itself. Birinin İç Parti üyelerinin oturdukları evlerin içini görmesi, hele yaşadıkları mahalleye adım atması işitilmiş şey değildi. It was unheard of for someone to see inside the houses where the members of the Inner Party lived, and let alone step into the neighborhood where they lived. Koca apartmanın uyandırdığı hava, her şeye sinmiş olan zenginlik ve bolluk, iyi yemek ve iyi tütünün alışılmamış kokuları, büyük bir hızla inip çıkan asansörler, oradan oraya koşuşturan beyaz ceketli uşaklar, her şey ama her şey ürkütücüydü. The air evoked by the big apartment, the wealth and abundance permeating everything, the unusual smells of good food and good tobacco, the elevators going up and down at great speed, the white-jacketed butlers running around, everything was frightening. Gerçi buraya iyi bir bahaneyle gelmişti, ama yine de siyah üniformalı bir muhafızın köşeden çıkıverip belgelerini soracağından, sonra da çekip gitmesini buyuracağından korkmuyor değildi. Although he had come here with a good excuse, he was still not afraid that a guard in a black uniform would come around the corner to ask for his documents, then order him to leave. Oysa O'Brien'ın uşağı ikisini hiç bekletmeden içeri buyur etmişti. But O'Brien's valet had welcomed the two of them without delay. Bu ufak tefek, siyah saçlı, beyaz ceketli adamın Çinliyi andıran değirmi yüzünde en küçük bir ifade yoktu. There was not the slightest expression on this small, black-haired, white-jacketed man's round, Chinese-like face. Geçtikleri koridor boydan boya yumuşacık bir halıyla kaplıydı, krem rengi duvar kâğıtları ve beyaz ağaç kaplamalar pırıl pırıldı. The corridor through which they passed was covered with a fluffy carpet, with cream-coloured wallpaper and white wood trim. Doğrusu, bu da ürkütücüydü. Honestly, that was also terrifying. Winston, duvarları gelen geçenlerin sürtünmesiyle kirlenmemiş bir koridor görmemişti ki hayatında. Winston had never seen a corridor whose walls were not soiled by the friction of passers-by.

O'Brien, parmakları arasındaki bir kâğıdı büyük bir dikkatle inceler gibiydi. O'Brien seemed to be examining a piece of paper between his fingers with great care. Başı hafifçe öne eğildiği için burnu çizgi biçiminde görünüyordu; etkileyici ve zeki bir yüzü vardı. His nose was lined, as his head was tilted slightly forward; He had an impressive and intelligent face. Yirmi saniye kadar öyle durdu. It stood like that for twenty seconds. Sonra söyleyaz'ı kendine yaklaştırıp, bakanlıklarda kullanılan ve bileşik sözcüklerden oluşan özel dilde bir mesaj yazdırdı: Then he brought Sayyaz close to him and wrote a message in a special language consisting of compound words used in ministries:

Maddeler bir virgül beş virgül yedi tamtekmil onaylandı stop öneri alındı madde altı çiftartı saçma suçdüşün sınırında iptal stop yapımişi durdur yatırım algeri tatamam makineler genelgiderler hesapla stop tamam. Items one comma five comma seven full complement approved stop proposal received item six double plus absurd at the border of think crime stop stop making stop investment decision taable machines calculate general expenses stop ok.

Koltuğundan ağır ağır kalkıp halıda sessizce onlara doğru ilerledi. He slowly got up from his chair and walked silently across the carpet towards them. Yenisöylem sözcüklerinin sona ermesiyle birlikte resmiyetten biraz kurtulmuş gibiydi, ama yüzünde her zamankinden de acımasız bir ifade vardı, sanki rahatsız edilmekten hiç hoşlanmamıştı. With the end of the Newspeak words, he seemed to be somewhat out of formality, but his face was even more ruthless than usual, as if he didn't like being disturbed. Winston'ın az önce kapıldığı dehşet bu kez yerini utanca bırakmıştı. The horror Winston had just felt had given way to shame this time. Ahmakça bir yanlış yapmış olabileceğini düşündü. He thought he might have made a foolish mistake. O'Brien'ın gizliden gizliye politik bir muhalif olduğunu nereden çıkarmıştı ki? How did he know that O'Brien was secretly a political dissident? Gözlerde bir an beliren bir parıltı ve belli belirsiz bir söz; bunun dışında, bir rüyadan yola çıkarak kendi kendine kurduğu hayaller. A fleeting glint in the eyes and a vague word; other than that, dreams that he had himself based on a dream. Sözlüğü almaya geldiğini de bahane edemezdi, o zaman Julia'yı da getirmiş olmasını nasıl açıklayacaktı ki? He couldn't even make an excuse that he had come to get the dictionary, so how was he going to explain that he had brought Julia too? O'Brien, tele-ekranın önünden geçerken, birden aklına bir şey gelmişçesine durdu. O'Brien stopped as he passed the telescreen, as if something had occurred to him. Dönüp duvardaki bir düğmeye bastı. He turned and pressed a button on the wall. Çat diye bir ses çıktı. There was a crackling sound. Ses kesiliverdi. The sound was cut off.

Julia ansızın şaşkınlığa kapılarak hafifçe çığlık attı. Julia shrieked lightly, suddenly bewildered. Winston, korkmuş olmasına karşın, şaşkınlıktan dilini tutamadı. Winston, though frightened, could not hold his tongue in astonishment.

"Demek kapatabiliyorsunuz!" "So you can close it!" deyiverdi.

"Evet," dedi O'Brien, "kapatabiliyoruz. "Yes," said O'Brien, "we can turn it off. Bizim öyle bir ayrıcalığımız var." We have such a privilege."

Şimdi tam karşılarındaydı. He was right in front of them now. İri gövdesiyle tepelerinde dimdik duruyordu; yüzündeki ifadeden bir şey çıkarmak hâlâ mümkün değildi. He stood tall above them with his large body; It was still impossible to deduce anything from the expression on his face. Olanca katılığıyla öylece dikilmiş, Winston'ın bir şey demesini bekliyordu. He stood with all his rigidity, waiting for Winston to say something. Ne diyecekti bakalım? What would he say? Belli ki işi başından aşkındı ve sinirlenmişti; çalışmasının neden kesildiğini merak ediyordu. He was obviously overworked and angry; He wondered why his work was interrupted. Kimse konuşmuyordu. Nobody was talking. Tele-ekran kapatıldıktan sonra oda ölüm sessizliğine bürünmüştü. After the telescreen was turned off, the room fell into deathly silence. Saniyeler akıp gidiyordu. Seconds flew by. Winston gözlerini O'Brien'ın gözlerinden ayırmamaya çalışıyordu. Winston tried to keep his eyes on O'Brien's. Sonra birden O'Brien'ın asık suratında bir gülümseme belirir gibi oldu. Then suddenly a smile appeared on O'Brien's sullen face. Hep yaptığı gibi, gözlüğünü düzeltti. He adjusted his glasses, as he always did.

"Ben mi söyleyeyim, siz mi söylersiniz?" "Shall I tell you or will you?" dedi. said.

Winston, "Ben söyleyeyim," diye atıldı. "I'll tell you," Winston snapped. "Şu şey gerçekten kapalı mı?" "Is that thing really closed?"

"Evet, her şey kapalı. Biz bizeyiz." We are us."

"Buraya neden geldik, biliyor musunuz..." "Do you know why we came here..."

Onu oraya getiren güdülerin ne kadar belirsiz olduğunu ilk kez fark ederek sustu. He paused, realizing for the first time how vague the motives that had brought him there were. Aslında O'Brien'dan nasıl bir yardım beklediğini bilemediği için, oraya neden geldiğini söylemekte zorlanıyordu. In fact, he had a hard time saying why he had come there, as he did not know what help he expected from O'Brien. Diyeceklerinin ne kadar dayanaksız ve yapmacık geleceğinin ayırdında olmasına karşın, söylemeden edemedi: Although he was aware of how baseless and pretentious what he was about to say would sound, he couldn't help saying:

"Parti'ye karşı gizli bir etkinlik yürütüldüğü, gizli bir örgüt olduğu, sizin de bu işin içinde olduğunuz kanısındayız. "We are of the opinion that there is a secret activity against the Party, that it is a secret organization, and that you are also involved in this. Örgüte katılıp görev almak istiyoruz. We want to join the organization and take part. Biz Parti'nin düşmanıyız. We are enemies of the Party. İngsos ilkelerine inanmıyoruz. Düşünce-suçlularıyız. We are thought-criminals. Üstüne üstlük, bir de zina yapıyoruz. On top of that, we also commit adultery. Bunu size anlatıyorum, çünkü kendimizi sizin ellerinize teslim etmek istiyoruz. I tell you this because we want to surrender ourselves to your hands. Başka suçlar da işlememizi isterseniz, emrinizdeyiz." If you want us to commit other crimes, we are at your disposal."

Durdu, kapının açıldığını sezerek omzunun üzerinden arkasına baktı. He paused, sensing the door open, and looked over his shoulder. Evet, sarı yüzlü ufak tefek uşak kapıyı vurmadan içeri girmişti. Yes, the little butler with the yellow face had entered without knocking. Getirdiği tepside bir sürahi ve kadehler vardı. On the tray he brought was a pitcher and glasses.

O'Brien, serinkanlılıkla, "Martin bizdendir," dedi. "Martin is one of us," said O'Brien coolly. "İçkiyi buraya getir, Martin. "Bring the drink here, Martin. Yuvarlak masaya bırak. Drop it on the round table. İskemlelerimiz yeterli mi? Are our chairs enough? Tamam, oturup rahat rahat konuşabiliriz. Okay, we can sit down and talk casually. Martin, sen de bir iskemle çek. Martin, pull up a chair too. İş konuşacağız. We will talk business. Uşak olduğunu on dakikalığına unut." Forget you're a servant for ten minutes."

Kısa boylu uşak rahatça oturdu, ama yine de kendisine tanınan ayrıcalıktan yararlanan hizmetkâr havasını üstünden atamadığı belliydi. The short butler sat comfortably, yet it was evident that he could not get over the air of a servant enjoying the privilege granted to him. Winston ona göz ucuyla bir baktı ve adamın bütün bir yaşamının belirli bir rolü oynamakla geçtiğini, kendisine yakıştırılan kişiliği bir an elden bırakmayı bile tehlikeli bulduğunu fark etti. Winston glanced at him out of the corner of his eye and realized that the man's whole life had been spent playing a certain role, and that he found it dangerous to let go of the persona that had been assigned to him even for a moment. O'Brien sürahiyi alıp kadehlere koyu kırmızı bir içki doldurdu. O'Brien took the pitcher and poured a deep red liquor into the glasses. Winston'ın aklına belli belirsiz bir anı düştü; çok eskiden bir duvar ya da tahtaperdede lambalarla çevrili kocaman bir şişe görmüştü, inip kalktıkça içindekini bir bardağa boşaltıyordu. A vague memory came to Winston's mind; He had seen a long time ago a large bottle surrounded by lamps on a wall or a blackboard, pouring its contents into a glass as he went up and down. O'Brien'ın sunduğu içki yukarıdan bakıldığında siyah görünüyor, ama sürahinin içinde yakut gibi ışıldıyordu. O'Brien's drink looked black from above, but gleamed like ruby in the jug. Buruk bir tadı vardı. It had a bad taste. Julia'nın kadehi kaldırıp içten bir merakla kokladığını gördü. He saw Julia raise the glass and sniff with genuine curiosity.

O'Brien, hafifçe gülümseyerek, "Bunun adı şarap," dedi. "It's called wine," said O'Brien, smiling faintly. "Hiç kuşkusuz kitaplarda okumuşsunuzdur. Sanırım, Dış Parti'ye pek verilmiyor." I guess not much is given to the Outer Party." Sonra yeniden ciddileşerek kadehini kaldırdı: "Bence artık şerefe kadeh kaldırmalıyız. Then, getting serious again, he raised his glass: “I think we should toast to the occasion. Önderimize: Emmanuel Goldstein'a." To our Leader: Emmanuel Goldstein."

Winston candan yürekten kadehini kaldırdı. Winston heartily raised his glass. Şarap gerçekten de kitaplardan bildiği ve düşünü kurduğu bir şeydi. Wine was indeed something he knew and dreamed about from books. Cam kâğıt ağırlığı ya da Bay Charrington'ın yarım yamalak anımsadığı çocuk şarkıları gibi yitik, romantik geçmişte, herkesten gizlediği kendi deyişiyle evvel zamanda kalmıştı. Like the glass paperweights or the children's songs that Mr. Charrington half-remembered, the lost, romantic past was, as he called it, time ago, hidden from everyone. Nedense, şarabı hep böğürtlen reçeli gibi çok tatlı ve çabucak sarhoş eden bir içki olarak hayal etmişti. For some reason, he had always imagined wine as a very sweet and quickly intoxicating drink, like blackberry jam. Oysa şimdi gerçeğini içince düş kırıklığına uğramıştı. Now, however, he was disappointed in the truth. Yıllardır cin içtiği için şarabın tadına varamamıştı. He had not been able to taste the wine because he had been drinking gin for years. Boş kadehi masaya bıraktı. He placed the empty glass on the table.

"Demek Goldstein diye biri var, öyle mi?" "So there's a Goldstein, right?" dedi. said.

"Evet, öyle biri var, hem de hayatta. "Yes, there is such a person, alive. Ama nerede, bilmiyorum." But where, I don't know."

"Peki, ya gizli örgüt? "Well, what about the secret society? O da gerçekten var mı? Does he really exist? Yoksa Düşünce Polisi'nin uydurması mı?"

"Hayır, gerçekten var. Kardeşlik diyoruz ona. We call it brotherhood. Kardeşliğin var olduğunu bilirsin, onun üyesi olduğunu da bilirsin, ama daha fazlasını hiçbir zaman bilemezsin. You know that the brotherhood exists, you know that you are a member of it, but you can never know more. Bu konuya birazdan döneceğim." Saatine baktı. He looked at his watch. "Tele-ekranı yarım saatten fazla kapalı tutmak, İç Parti üyeleri için bile pek akıl kârı sayılmaz. Buraya birlikte gelmemeliydiniz, giderken ayrı ayrı çıksanız iyi olur. You shouldn't have come here together, you'd better go out separately. Siz, Yoldaş" –başıyla Julia'yı gösterdi– "önce siz çıkarsınız. You, Comrade”—nodding to Julia—“you go first. Yaklaşık yirmi dakikamız var. We have about twenty minutes. Kusura bakmazsanız, önce bazı sorular soracağım. If you don't mind, I'll ask some questions first. İlkin genel bir soru: Neler yapmaya hazırsınız?"