3. Bölüm - III (b)
Winston'ın bir şey söylemesini beklercesine sustu. Winston bir kez daha yatağın içinde büzülmeye çalıştı. Hiçbir şey diyemiyordu. Kanı donmuştu. O'Brien devam etti:
"Bunun sonsuza dek böyle olacağını hiç aklından çıkarma. Postal her zaman üstüne basacak bir insan yüzü bulacak. Her zaman alt edilecek, aşağılanacak bir sapkın, bir toplum düşmanı bulunacak. Elimize düştüğünden beri başına gelen her şey sürüp gidecek, hem de daha da şiddetlenerek. Casusluk, ihanetler, tutuklamalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar dur durak bilmeden sürüp gidecek. Bir zafer dünyası olduğu kadar bir terör dünyası olacak bu dünya. Parti ne denli güçlenirse, o ölçüde hoşgörüsüzleşecek: Muhalefet ne denli zayıflarsa, zorbalık o ölçüde artacak. Goldstein ve onu izleyen sapkınlar sonsuza dek yaşayacaklar. Her gün, her an, sabah akşam, dize getirilecek, aşağılanacak, küçük düşürülecek, yüzlerine tükürülecek, ama yine de her zaman var olacaklar. Seninle yedi yıldır oynadığım bu oyun, her seferinde daha incelikli biçimlere bürünerek kuşaklar boyunca tekrar tekrar oynanacak. Sapkınlar burada her zaman yalvar yakar olacaklar, yıkılmış, aşağılanmış olarak acıyla haykıracaklar ve sonunda bin pişman, kendilerinden arınmış olarak kendi istekleriyle ayaklarımıza kapanacaklar. Yaratmakta olduğumuz dünya bu işte, Winston. Yengiden yengiye, zaferden zafere koşulan, iktidarı durmadan daha güçlü, daha baskın, daha şiddetli kılan bir dünya. Bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu anlamaya başladığını görüyorum. Ama sonunda, anlamanın da ötesinde bu dünyayı kabullenecek, benimseyecek ve onun bir parçası olup çıkacaksın."
Winston biraz olsun toparlanmıştı. "Yapamazsınız!" dedi güçlükle.
"O da ne demek, Winston?"
"Demin anlattığınız gibi bir dünya yaratamazsınız. Bu bir hayal olmalı. Mümkün değil."
"Neden?"
"Korku, nefret ve zulme dayanan bir uygarlık kurulamaz. Böyle bir uygarlık ayakta kalmaz."
"Neden ayakta kalmasın ki?"
"Dayanıksız olur. Dağılır gider. Kendi kendini yok eder."
"Saçmalıyorsun. Nefretin sevgiden daha tüketici olduğunu sanıyorsun. Niye öyle olsun ki? Hem öyle olsa bile ne değişir? De ki, kendimizi daha çabuk tüketmeyi seçtik. De ki, insan yaşamının temposunu o kadar hızlandırdık ki, insanlar otuz yaşında yaşlanır oldular. Ne fark eder? Bireyin ölümünün ölüm olmadığını anlayamıyor musun? Parti ölümsüzdür."
O'Brien'ın sesinin tonu, Winston'ı yine sindirmişti. Dahası, karşı koymakta diretirse O'Brien'ın yine kadranın kolunu kaldıracağından korkuyordu. Ama yine de konuşmadan edemedi. O'Brien'ın söyledikleri karşısında kapıldığı dehşeti dile getiremese de, güçlükle, inandırıcı olmaya çalışmadan atağını sürdürdü.
"Bilemiyorum... Umurumda değil. Nasıl olacağını bilmiyorum, ama başaramayacaksınız. Önünde sonunda yenileceksiniz. Hayat sizi alt edecek."
"Biz hayata her düzeyde hükmediyoruz, Winston. Sen insan doğası diye bir şey olduğuna inanıyorsun; üstelik o insan doğasının bizim yaptıklarımıza baş kaldıracağını ve bizim karşımıza dikileceğini sanıyorsun. Oysa insan doğasını biz yaratıyoruz. İnsanoğlu eğilip bükülmeye çok yatkındır. Yoksa yine proleterler ya da kölelerin ayaklanarak bizi devireceklerini mi düşünmeye başladın? Çıkar at kafandan bunu. Onlar, hayvanlar gibi, âcizdirler. İnsanlık Parti'dir. Ötekiler adamdan sayılmaz, unut gitsin."
Umurumda değil. Sonunda sizi alt edecekler. Er geç sizin ne olduğunuzu anlayacaklar, işte o zaman sizi paramparça edecekler."
"Bunun böyle olacağına ilişkin bir kanıt var mı ortada? Ya böyle olması gerektiğine ilişkin bir neden?"
"Hayır. Yalnızca böyle olacağına inanıyorum. Başaramayacağınızı biliyorum. Evrende bir şey var, bilemiyorum, bir ruh, bir cevher, işte onu hiçbir zaman yenemeyeceksiniz."
"Tanrı'ya inanıyor musun, Winston?"
"Hayır."
"O zaman, bizi yeneceğini söylediğin bu cevher nedir?"
"Bilmiyorum. İnsan ruhu."
"Peki, sen kendini insan olarak mı görüyorsun?"
"Evet."
"Sen insansan, Winston, son insansın. Senin soyun tükendi, yerini biz aldık. Bir başına olduğunun farkında mısın? Sen tarihin dışındasın, yoksun." Tavrı değişmiş, daha bir sertleşmişti: "Yalanlarımız ve gaddarlığımızdan ötürü kendini ahlâki olarak bizden üstün görüyorsun, değil mi?"
"Evet, kendimi sizden üstün görüyorum."
O'Brien sesini çıkarmadı. Odanın içinde başka iki ses duyuldu. Winston, çok geçmeden, bu seslerden birinin kendi sesi olduğunu fark etti. Kardeşlik örgütüne yazıldığı gece O'Brien'la yaptığı konuşmanın ses bandıydı bu. Konuşmada, yalan söyleyeceğine, çalıp çırpacağına, sahtekârlık yapacağına, adam öldüreceğine, insanları uyuşturucu kullanmaya ve fuhuşa özendireceğine, zührevi hastalıkların yayılmasını sağlayacağına, gerekirse bir çocuğun yüzüne kezzap atacağına söz veriyordu. O'Brien, bu gösteriye pek de gerek olmadığını belirtmek istercesine sabırsızca bir el hareketi yaptı. Sonra bir düğmeyi çevirdi ve sesler kesildi.
"Kalk o yataktan," dedi.
Kayışlar gevşemişti. Winston yataktan aşağıya indi; ayakta zor duruyordu.
"Sen, son insan," dedi O'Brien. "İnsan ruhunun yılmaz bekçisi. Şimdi kendini olduğun gibi gör bakalım. Çıkar üstündekileri."
Winston, tulumunu tutan ipi çözdü. Tulumun fermuarı çoktan sökülüp alınmıştı. Tutuklandığından beri üstündeki giysiyi çıkarıp çıkarmadığını anımsamıyordu. Tulumun içinden, iç çamaşırı demek için bin şahit isteyen, sapsarı olmuş, kirli paçavralara sarılı bedeni ortaya çıktı. Üstündekileri yere bırakırken, odanın karşı tarafında üç kanatlı bir ayna olduğunu fark etti. Aynaya doğru giderken ansızın durdu. İstençdışı bir çığlık koptu içinden.
"Git," dedi O'Brien. "Aynanın iki kanadı arasında dur. Kendini bir de yandan gör."
Winston korktuğu için durmuştu. İki büklüm olmuş, kırçıllaşmış, iskelete dönmüş bir yaratık kendisine doğru geliyordu. Korkmasının nedeni, yalnızca bu yaratığın kendisi olduğunu bilmesi değil, aynı zamanda görünüşünün gerçekten ürkünç olmasıydı. Aynaya biraz daha yaklaştı. Yaratığın yüzü, eğik durduğu için uzamış görünüyordu. Ağlamaklı, avurdu avurduna geçmiş, hapishane kaçkını bir surat, çıplak tepesiyle birleşen çıkık bir alın, çarpık bir burun, vahşi ve ürkek gözler. Yüzü kırış kırış olmuş, ağzı sanki içine göçmüştü. Evet, bu yüz kesinlikle kendi yüzüydü, ama yüzündeki değişiklik iç dünyasındaki değişimden daha fazla gibiydi. Belli ki, yüreğinden geçenleri yansıtmayacaktı artık. Saçları yer yer dökülmüştü. İlkin saçlarının kırlaşmış olduğunu sandı, oysa kırlaşan yalnızca kafa derisiydi. Nicedir biriken kirden, elleri ve yüzü dışında tüm bedeni kurşuni bir renge bürünmüştü. Kir tabakasının altından yer yer yara izleri göze çarpıyordu; ayak bileğinin oradaki varis çıbanı irinli bir yaraya dönüşmüş, derisi pul pul olmuştu. Ama asıl korkuncu, iskeleti çıkmış, bir deri bir kemik kalmış olmasıydı; bacakları o kadar incelmişti ki, dizleri baldırlarından daha kalın görünüyordu. O'Brien'ın, kendisini bir de yandan görmesini söylerken ne demek istediğini şimdi anlıyordu. İki büklüm olmuştu. İncecik omuzları öne bükülüp kamburu çıkınca göğsü içeri göçmüştü. Kürdan gibi boynu, kafasının ağırlığı altında kırılıverecek gibiydi. Onu gören, ölümcül bir hastalığa yakalanmış altmış yaşında bir adam sanırdı.
"Yüzümün –bir İç Parti üyesinin yüzünün– yaşlı ve yorgun göründüğünü düşündüğün oldu," dedi O'Brien. "Şimdi kendi yüzün için ne düşünüyorsun bakalım?"
Winston'ı omzundan tuttuğu gibi kendine çevirdi.
"Şu haline bir bak!" dedi. "Şu bedenine bir bak, tepeden tırnağa pislik içindesin. Şu ayak parmaklarının arasındaki kirlere bak. Bacağındaki şu kokuşmuş yaraya bir bak, insanın midesini bulandırıyor. Leş gibi koktuğunun farkında mısın? Belki de artık fark etmiyorsundur. Canlı cenazeye dönmüşsün. Görebiliyor musun? Pazın başparmağım ile işaretparmağımın arasına sığıyor. Boynun kürdan gibi kalmış, şöyle bir sıksam kopuverecek. Elimize düştüğünden beri yirmi beş kilo verdiğini biliyor musun? Saçların tutam tutam dökülüyor. Bak!" Uzanıp saçına yapıştı, bir tutam saç elinde kaldı. "Ağzını aç bakayım. Dokuz, on, on bir, evet, on bir dişin kalmış. Bize geldiğinde kaç dişin vardı peki? Kalanlar da döküldü dökülecek. Bak!"
Winston'ın ön dişlerinden birini güçlü parmaklarıyla tuttu. Winston çenesinde ani bir acı duydu. O'Brien dişi kökünden söküp alıvermişti. Hücrenin bir köşesine fırlatıp attı.
"Çürüyorsun," dedi; "parça parça dağılıyorsun. Sen nesin, biliyor musun? Bir pislik torbası. Şimdi dön arkanı da, yeniden bir bak şu aynaya. Şu sana bakan şeyi görüyor musun? Son insan bu işte. Sen insansan, işte insanlık bu. Şimdi giy şu giysilerini bakalım."
Winston ağır ağır giyinmeye başladı. O ana kadar, ne kadar zayıf ve güçsüz olduğunu fark etmemişti. Kafasını kurcalayan tek bir düşünce vardı: Burada sandığından daha uzun bir süredir bulunuyor olmalıydı. Sonra birden, o kirli paçavralara yeniden sarınırken, harabeye dönmüş bedenine bakıp yüreği paralandı. Farkında olmadan yatağın yanındaki küçük tabureye çöktü ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çiğ ışığın altında, pislik içindeki iç çamaşırlarıyla mumya gibi oturmuş ağlarken ne kadar çirkin olduğunun farkındaydı, ama kendini alamıyordu. O'Brien, nerdeyse sevecenlikle, elini omzuna koydu.
"Hep böyle gidecek değil," dedi. "Bu durumdan istediğin zaman kurtulabilirsin. Her şey sana bağlı."
Winston, hıçkırarak, "Siz yaptınız," dedi. "Beni bu hale sokan sizsiniz."
"Hayır, Winston, kendini bu hale sokan sensin. Partinin karşısına dikilmeye karar verdiğin an, böyle olabileceğini kabullenmiştin. O ilk eylem bütün bunları içeriyordu. Önceden bilmediğin hiçbir şey gelmedi başına."
Bir an durdu, sonra devam etti:
"Seni alt ettik, Winston. Perişan ettik seni. Bedeninin ne hale geldiğini gördün. Zihnin de aynı durumda. Onurun ayaklar altına alındı. Tekmelendin, sopa yedin, sövüldün, acı içinde haykırdın, kendi kanın ve kusmuğunun içinde yerlerde süründün. Yalvar yakar oldun, aman diledin, herkesi ele verdin, bildiğin ne varsa söyledin. Bir insan daha fazla küçük düşebilir mi?"
Winston, gözlerinden hâlâ yaşlar gelmekle birlikte, artık ağlamıyordu. Başını kaldırıp O'Brien'a baktı.
"Julia'ya ihanet etmedim," dedi.
O'Brien, tedirgin bir biçimde ona baktı. "Evet," dedi, "evet; çok haklısın. Julia'ya ihanet etmedin."
Winston, O'Brien'a duyduğu o tuhaf saygıyı, o hiçbir şeyin yok edemediği saygıyı bir kez daha yüreğinde hissetti. Ne kadar zeki, diye geçirdi aklından, ne kadar zeki! O'Brien, kendisine söyleneni bir kez olsun anlamazlık etmiyordu. Başka kim olsa, hiç duraksamadan, Julia'ya ihanet ettiğini söylerdi. İşkence altında söyletmedikleri ne kalmıştı ki? Julia hakkında bildiği ne varsa söylemişti onlara, alışkanlıklarını, karakterini, geçmişini; buluştuklarında neler yaptıklarını, birbirlerine neler söylediklerini, karaborsadan aldıkları yiyecekleri, yasadışı sevişmelerini, Partiye karşı içten içe kurdukları komploları, her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı. Ama yine de kendi anladığı anlamda, ihanet etmemişti ona. Onu sevmekten hiç vazgeçmemişti; ona karşı duydukları hiç değişmemişti. O'Brien, Winston'ın ne demek istediğini açıklamaya gerek kalmadan anlayıvermişti.
"Söyler misiniz," dedi Winston, "beni ne zaman kurşuna dizerler?"
"Kim bilir, belki çok sonra," dedi O'Brien. "Sen müzmin bir vakasın. Ama umudunu kesme. Önünde sonunda herkes tedavi edilir. Ondan sonra da kurşuna dizeriz."