×

LingQをより快適にするためCookieを使用しています。サイトの訪問により同意したと見なされます cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - X

2. Bölüm - X

X

Uyandığında, uzun zamandır uyuduğu duygusuna kapılır gibi oldu, ama eski saate bakar bakmaz saatin henüz yirmi otuz olduğunu gördü. Kısa bir süre daha, yattığı yerde kestirdi; çok geçmeden arka avludan o bildik boğuk şarkı yükseldi:

Beyhude bir hayaldi,

Nisan güneşi gibi geldi geçti,

Bir bakış, bir söz aklımı çeldi,

Gönlümü çaldı, çekti gitti.

Anlaşılan, bu aptal şarkı hâlâ seviliyordu. Hâlâ dillerden düşmemişti. Nefret Şarkısı'ndan uzun ömürlü olmuştu. Julia şarkı sesine uyandı, tatlı tatlı gerindikten sonra kalktı.

"Acıktım," dedi. "Hadi, biraz daha kahve yapalım. Lanet olsun! Soba sönmüş, su soğuk." Sobayı kaldırıp salladı. "Gaz bitmiş."

"İhtiyar Charrington'dan biraz alabiliriz belki."

"Dolu olup olmadığına bakmıştım sözüm ona. Ben giyiniyorum. Soğumuş burası."

Winston da kalkıp giyindi. Şarkıyı söyleyen ses yorulmak bilmiyordu:

Derler ki zaman her şeyi iyi edermiş,

Zamanla her şey unutulur gidermiş,

Bir de bana sor, o gözyaşları ve kahkahalar,

Bugün hâlâ canımı yakar, yüreğimi dağlar!

Winston, tulumunun kemerini bağlarken, pencereye doğru yürüdü. Güneş evlerin ardında batmış olmalıydı; ışığı artık avluya vurmuyordu. Avlunun taşları az önce yıkanmış gibi ıslaktı; mavisi bacaların külahları arasından o kadar dingin ve uçuk görünüyordu ki, Winston elinde olmadan gökyüzünün de yıkanmış olduğunu geçirdi aklından. Kadın bıkıp usanmadan gidip geliyor, mandalları ağzına bir alıp bir çıkarıyor, bir şarkı söylüyor bir susuyor, bitmek bilmeyen çocuk bezlerini ha bire ipe asıp duruyordu. Winston, kadının geçimini çamaşır yıkayarak mı sağladığını, yoksa sürüyle torunun kölesi mi olduğunu merak etti. Julia da yanına gelmişti; büyülenmişçesine, aşağıdaki iriyarı gövdeye bakıyorlardı. Winston, kendini kaptırmış çalışmakta olan kadının çamaşır ipine uzanan kalın kollarına, güçlü, kısraksı kalçalarına bakarken, ilk kez kadının güzel olduğunu fark etti. Çocuk doğurmaktan göbek bağlayıp top gibi olmuş, çalışmaktan yıprana yıprana içi geçmiş bir şalgama dönmüş elli yaşlarındaki bir kadının bedeninin güzel olabileceği daha önce hiç aklına gelmemişti. Ama güzel işte, neden olmasın ki, diye düşündü. Koca bir kaya parçasını andıran yusyumru gövde ve pütür pütür olmuş kıpkırmızı ten, bir genç kızın bedeninin yanında, gülün yanında olgunlaşıp etlenmiş meyvesi gibi kalırdı. Ama meyve neden çiçekten aşağı kalsındı ki?

"Çok güzel," mırıldandı.

Julia, "Kalçaları yayla gibi," diyecek oldu.

"Bu da ona mahsus bir güzellik işte," dedi Winston.

Kolunu Julia'nın incecik beline doladı. Julia'nın bedeni kalçasından dizine Winston'ın bedenine yaslanmıştı. Bu bedenler asla çocuk yapamazdı. Yapamayacakları tek bir şey varsa, o da buydu. Sırrı ancak dilden dile dolaştırabilir, zihinden zihine aktarabilirlerdi. Avludaki kadının zihni yoktu, yalnızca güçlü kolları, sıcak bir yüreği ve doğurgan bir karnı vardı. Winston, kim bilir kaç çocuk doğurmuştur, diye geçirdi aklından. On beş çocuk doğurmuş olsa şaşırmazdı. Kısa bir süre, belki bir yıl çiçeğe durup yabanıl güzelliğinin sefasını sürmüş, sonra birden, döllenmiş bir meyve gibi etlenip semizleşmiş, sertleşip kızarmıştı; kim bilir, belki otuz yıldan fazla bir zamandır hayatı önce çocukları, ardından torunları için çamaşır yıkamakla, yerleri fırçalamakla, giysiler, yamamakla, yemek pişirmekle, ortalığı temizlemekle, eşyaları cilalayıp parlatmakla, sökükleri dikmekle geçiyordu. Buna karşın, hâlâ şarkı söylüyordu. Winston'ın kadına duyduğu gizemli saygı, nedendir bilinmez, bacaların ardında sonsuzca uzanıp giden soluk, bulutsuz göğün suretine karışıyordu. Burada olduğu gibi Avrasya'da da, Doğuasya'da da gökyüzünün herkes için bir olması ne kadar tuhaftı. O göğün altındaki insanlar da birbirlerine çok benziyorlardı; her yerde, yeryüzünün dört bir yöresinde, birbirlerinin varlığından habersiz, aralarına nefret ve yalan duvarları girmiş, ama yine de birbirinin aynı olan; düşünmeyi hiçbir zaman öğrenmedikleri halde, bir gün dünyayı altüst edebilecek gücü yüreklerinde, içlerinde, kaslarında biriktirmekte olan yüz milyonlarca insan yaşıyordu. Umut, varsa eğer, proleterlerdeydi! Winston, daha kitabı sonuna kadar okumamış olmasına karşın, Goldstein'ın son mesajının bu olduğunu anlamıştı. Gelecek proleterlerindi. Peki, vakti geldiğinde proleterlerin kuracağı dünyanın, kendisine, Winston Smith'e Parti'nin dünyası kadar yabancı gelmeyeceğinden emin olabilir miydi? Evet, olabilirdi, çünkü o dünya hiç değilse aklın ağır bastığı bir dünya olacaktı. Eşitliğin olduğu yerde akıl ağır basabilirdi. Bu, önünde sonunda gerçek olacaktı, güç bilince dönüşecekti. Proleterler ölümsüzdü, avludaki şu yiğit insana baktığında bundan kuşku duymuyordun. Er geç uyanacaklardı. Bunun gerçekleşmesi için bin yıl geçmesi de gerekse, her şeye karşın hayatta kalacaklar, Parti'nin paylaşmadığı ve öldüremediği o canlılığı kuşlar gibi bedenden bedene aktaracaklardı.

Winston, "O ilk gün, ormanın kıyısında bizim için şakıyan o ardıçkuşunu anımsıyor musun?'' diye sordu.

"Bizim için şakımıyordu ki," diye yanıtladı Julia. "Kendi keyfine şakıyordu. Kendi keyfine bile değil. Öylesine şakıyordu işte."

Kuşlar şakıyordu, proleterler şakıyordu, Parti şakımıyordu. Dünyanın her yerinde, Londra'da ve New York'ta, Afrika'da ve Brezilya'da, sınırların ötesindeki gizemli, yasak ülkelerde, Paris ve Berlin sokaklarında, Rusya'nın sonsuz ovalarındaki köylerde, Çin ve Japonya'nın çarşılarında, her yerde ama her yerde, çalışmaktan ve çocuk doğurmaktan, hayatı boyunca işten başını alamamaktan harabeye dönmüş olmasına karşın hâlâ şakıyan o sağlam, yenilmez gövde dimdik dikiliyordu. Bir gün gelecek, o görkemli kalçaların arasından bilinçli bir kuşak doğacaktı. Sizler ölüydünüz; gelecek onlarındı. Ama onların bedeni canlı tuttukları gibi sizler de zihni canlı tutsaydınız ve iki iki daha dört eder gizli öğretisini başkalarına aktarsaydınız, sizler de o geleceği paylaşabilirdiniz.

"Biz ölmüşüz," dedi Winston.

"Biz ölmüşüz," diye yineledi Julia, görev bilircesine.

"Siz ölmüşsünüz," deyiverdi arkalarından acımasız bir ses.

İrkilerek birbirlerinden ayrıldılar. Winston donup kalmıştı. Julia'nın gözleri belermiş, gözlerinin akı belirmişti; beti benzi uçmuştu. Yanaklarındaki allık, yüzüne kondurulmuş birer leke gibi görünüyordu.

"Siz ölmüşsünüz," diye yineledi acımasız ses.

Julia, soluk soluğa, "Resmin arkasından geldi," dedi.

"Resmin arkasından geldi," dedi ses. "Olduğunuz yerde kalın. Emir verilmedikçe kıpırdamayın."

Başlıyordu, sonunda başlıyordu işte! Birbirlerinin gözlerinin içine bakmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Kaçıp canlarını kurtarmak, evden kaçıp gitmek için artık çok geçti; akıllarının ucundan bile geçmiyordu kaçmak. Duvardan gelen acımasız sese boyun eğmemek olanaksızdı. Bir elektrik düğmesi çevrilmiş gibi bir çıt sesi geldi, ardından bir şangırtı duyuldu. Duvardaki resim yere düşmüş, arkasından bir tele-ekran belirivermişti.

"Artık bizi görebiliyorlar," dedi Julia.

"Artık sizi görebiliyoruz," dedi ses. "Odanın ortasına gelin. Sırt sırta durun. Ellerinizi başınızın arkasında bitiştirin. Sakın birbirinize değmeyin."

Birbirlerine değiniyorlardı, ama Winston Julia'nın tepeden tırnağa titrediğini hissediyordu. Belki de titreyen kendi bedeniydi. Dişlerinin birbirine vurmasını güçbela engelleyebiliyor, ama dizlerine hâkim olamıyordu. Aşağıdan, evin içinden ve dışından postal sesleri geliyordu. Avluya bir sürü adamın doluştuğu anlaşılıyordu. Taşların üstünde bir şey sürüklüyorlardı. Kadın şarkıyı birden kesmişti. Çamaşır leğeni avlunun bir köşesine fırlatılmış gibi bir çangırtı duyuldu, öfkeli bağırtılar birbirine karıştı ve acı bir çığlık koptu.

"Ev kuşatılmış," dedi Winston.

"Ev kuşatıldı," diye yineledi ses.

Winston, Julia'nın dişlerinin birbirine çarptığını duydu. "Vedalaşsak iyi olacak galiba," dedi Julia.

"Vedalaşsanız iyi olacak," dedi ses. Ardından, bambaşka bir ses, Winston'ın daha önce duyduğunu sandığı ince, kibar bir ses araya girdi "Bu arada, yeri gelmişken, 'Al şu mumu, doğru yatağına, yoksa yersin baltayı kafana!'"

Winston'ın arkasında bir şangırtı koptu, yatağın üstüne bir şey düştü. Dışarıdan pencereye bir merdiven dayamışlar, merdivenin başı pencerenin çerçevesini yerinden söküp içeriye düşürmüştü. Birisi pencereye tırmanıyordu. Postal seslerinden, birilerinin üst kata çıktıkları anlaşılıyordu. Odayı bir anda, siyah üniformaları, uçları kabaralı postalları ve ellerinde coplarıyla iriyarı adamlar doldurdu.

Winston, artık titremek şöyle dursun, gözlerini bile kırpıştırmıyordu. Önemli olan tek şey, hiç kıpırdamamak, onlara vurma fırsatı vermemek için hiç kıpırdamamaktı! Ağzı, bir yumruk dövüşçüsünün yassı çenesini andıran çenesinin üzerinde ince bir yarık gibi kalan bir adam, karşısına dikilmiş, copu parmakları arasında döndürüp duruyordu. Winston adamla göz göze geldi. Elleri başının arkasında, yüzü ve gövdesi korumasız, öylece durmak, dayanılmaz bir çıplaklık duygusu veriyordu. Adam bembeyaz dilinin ucuyla ipince dudaklarını yaladıktan sonra yürüyüp gitti. Tam o sırada bir şangırtı daha koptu. Adamlardan biri, cam kâğıt ağırlığını masanın üstünden kaptığı gibi şöminenin kenarına çarpmış, paramparça etmişti.

Pastaların tepesine kondurulan minik pembe şekerleri andıran ufacık mercan parçası halının üstünde yuvarlandı. Winston, ne kadar küçük, diye geçirdi aklından, ne kadar küçükmüş meğer! Arkasında birinin nefesini hissetti, sonra birden ayak bileğine öyle bir tekme yedi ki, az kalsın yere düşüyordu. Adamlardan birinden karın boşluğuna bir yumruk yiyen Julia da katlanır cetveller gibi iki büklüm olmuştu. Yerde sürünürken soluk almaya çalışıyordu. Winston başını çevirip bakmaya cesaret edemiyor, ama Julia'nın ardına kadar açılan ağzı, mosmor kesilmiş yüzü ikide bir görüş açısına giriyordu. Dehşete kapılmış olmakla birlikte, Julia'nın çektiği acıyı, soluk alabilmek için bastırmak zorunda kaldığı o ölümcül acıyı kendi bedeninde duyumsayabiliyordu. Bilmediği bir şey değildi: Bir an önce soluk almak zorunda olduğun için, o korkunç, içe işleyen acıyı duymazdın bile. Çok geçmeden, iki adam, Julia'yı kollarından ve bacaklarından tutup karga tulumba odadan çıkardı. Winston bir an Julia'nın baş aşağı çevrilmiş yüzünü görür gibi oldu; sapsarı kesilmişti, gözleri kapalıydı, yanaklarındaki allık izleri silinmemişti. Bu, Julia'yı son görüşü olacaktı.

Hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. Henüz kimseden yumruk yememişti. Kafasından, kendiliğinden gelen ama tümden ilgisiz görünen bir yığın düşünce geçiyordu. Bay Charrington'ı da yakalayıp yakalamadıklarını merak ediyordu. Avludaki kadına ne yaptıklarını merak ediyordu. Birden, çok sıkıştığını fark ederek şaşırdı, çünkü daha iki üç saat önce işemişti. Şöminenin üstündeki saatin dokuzu gösterdiğini fark etti, demek saat yirmi birdi. Oysa odaya vuran ışık çok güçlüydü. Ağustos akşamı saat yirmi birde havanın kararıyor olması gerekmez miydi? Yoksa ikisi de saati şaşırmış, sabaha kadar uyumuş, uyandığında da saat ertesi sabah sekiz otuzken yirmi otuz mu sanmıştı? Ama daha fazla kafa yormadı. Bu işin ipe sapa gelir yanı yoktu.

O sırada koridordan, öncekilerden daha hafif bir ayak sesi geldi ve kapıdan içeri Bay Charrington girdi. Siyah üniformalıların tavrında bir değişiklik, bir yumuşama oldu. Ne ki, Bay Charrington'ın görünüşünde de bir değişiklik vardı. Gözü cam kâğıt ağırlığının parçalarına takıldı.

Sert bir sesle, "Kaldırın şunları yerden," dedi.

Adamlardan biri fırladığı gibi buyruğu yerine getirdi. Bay Charrington'ın Londralılara özgü şivesi kaybolmuştu; Winston biraz önce tele-ekrandan gelen sesi birden tanıdı. Bay Charrington'ın sırtında yine o eski kadife ceket vardı, ama nerdeyse ağarmış olan saçları siyahtı. Sonra, gözlüğü de yoktu. Winston'a, kimliğini belirliyormuşçasına keskin bir bakış fırlattı ve bir daha da ilgilenmedi. O olduğu belliydi, ama artık aynı kişi değildi. Gövdesi dikleşmişti, daha iri görünüyordu. Yüzündeki ufak tefek değişikliklere karşın bambaşka biri olup çıkmıştı. Siyah kaşları incelmiş, kırışıklıkları gitmiş, yüz hatları değişmiş, burnu bile küçülmüştü sanki. Otuz beş yaşlarında bir adamın temkinli, soğuk yüzüydü bu. Winston, ömründe ilk kez, hem de kim olduğunu bilerek, Düşünce Polisi'nden biriyle karşı karşıya olduğunu fark etti.


2. Bölüm - X

X

Uyandığında, uzun zamandır uyuduğu duygusuna kapılır gibi oldu, ama eski saate bakar bakmaz saatin henüz yirmi otuz olduğunu gördü. When he awoke, he felt as if he had been asleep for a long time, but as soon as he looked at the old clock he saw that it was only twenty thirty. Kısa bir süre daha, yattığı yerde kestirdi; çok geçmeden arka avludan o bildik boğuk şarkı yükseldi: For a short while he took a nap where he lay; Soon the familiar muffled song rose from the back yard:

Beyhude bir hayaldi, It was a vain dream,

Nisan güneşi gibi geldi geçti, It came and passed like the April sun,

Bir bakış, bir söz aklımı çeldi, One look, one word tempted me,

Gönlümü çaldı, çekti gitti. He stole my heart and left.

Anlaşılan, bu aptal şarkı hâlâ seviliyordu. Apparently, this stupid song was still loved. Hâlâ dillerden düşmemişti. It was still unpopular. Nefret Şarkısı'ndan uzun ömürlü olmuştu. He had outlived the Hate Song. Julia şarkı sesine uyandı, tatlı tatlı gerindikten sonra kalktı. Julia woke up to the sound of singing, stretching sweetly, then got up.

"Acıktım," dedi. "I'm hungry," he said. "Hadi, biraz daha kahve yapalım. "Come on, let's make some more coffee. Lanet olsun! Damn! Soba sönmüş, su soğuk." The stove is out, the water is cold." Sobayı kaldırıp salladı. He lifted the stove and shook it. "Gaz bitmiş." "Out of gas."

"İhtiyar Charrington'dan biraz alabiliriz belki." "Maybe we can get some from old Charrington."

"Dolu olup olmadığına bakmıştım sözüm ona. "I checked to see if it was full, so to speak. Ben giyiniyorum. I'm getting dressed. Soğumuş burası." It's cold in here."

Winston da kalkıp giyindi. Winston also got up and dressed. Şarkıyı söyleyen ses yorulmak bilmiyordu: The singing voice was tireless:

Derler ki zaman her şeyi iyi edermiş, They say time heals all things,

Zamanla her şey unutulur gidermiş, In time, everything was forgotten,

Bir de bana sor, o gözyaşları ve kahkahalar, And ask me, those tears and laughter,

Bugün hâlâ canımı yakar, yüreğimi dağlar! It still hurts me today, it breaks my heart!

Winston, tulumunun kemerini bağlarken, pencereye doğru yürüdü. Winston walked to the window as he fastened the belt on his overalls. Güneş evlerin ardında batmış olmalıydı; ışığı artık avluya vurmuyordu. The sun must have set behind the houses; the light no longer hit the courtyard. Avlunun taşları az önce yıkanmış gibi ıslaktı; mavisi bacaların külahları arasından o kadar dingin ve uçuk görünüyordu ki, Winston elinde olmadan gökyüzünün de yıkanmış olduğunu geçirdi aklından. The stones of the courtyard were wet as if they had just been washed; He looked so serene and pale through the cones of the blue chimneys that Winston involuntarily thought the sky had been washed away. Kadın bıkıp usanmadan gidip geliyor, mandalları ağzına bir alıp bir çıkarıyor, bir şarkı söylüyor bir susuyor, bitmek bilmeyen çocuk bezlerini ha bire ipe asıp duruyordu. The woman was going back and forth relentlessly, taking the clothes off in her mouth one after the other, singing a song and keeping quiet, hanging her endless diapers on the rope. Winston, kadının geçimini çamaşır yıkayarak mı sağladığını, yoksa sürüyle torunun kölesi mi olduğunu merak etti. Winston wondered if she had made a living by doing laundry, or had been a slave to herds of grandchildren. Julia da yanına gelmişti; büyülenmişçesine, aşağıdaki iriyarı gövdeye bakıyorlardı. Julia had come to her; Fascinated, they stared at the burly body below. Winston, kendini kaptırmış çalışmakta olan kadının çamaşır ipine uzanan kalın kollarına, güçlü, kısraksı kalçalarına bakarken, ilk kez kadının güzel olduğunu fark etti. For the first time, Winston realized that she was beautiful as he stared at the immersed working woman at her thick arms reaching for the clothesline, at her strong, mare hips. Çocuk doğurmaktan göbek bağlayıp top gibi olmuş, çalışmaktan yıprana yıprana içi geçmiş bir şalgama dönmüş elli yaşlarındaki bir kadının bedeninin güzel olabileceği daha önce hiç aklına gelmemişti. It had never occurred to her that a woman in her fifties, who had a belly button from giving birth to a baby, had turned into a full-blown turnip from working, could have a beautiful body. Ama güzel işte, neden olmasın ki, diye düşündü. But well, why not, she thought. Koca bir kaya parçasını andıran yusyumru gövde ve pütür pütür olmuş kıpkırmızı ten, bir genç kızın bedeninin yanında, gülün yanında olgunlaşıp etlenmiş meyvesi gibi kalırdı. The lumpy body resembling a large piece of rock and the rough red skin stood next to the body of a young girl, like the ripened fleshy fruit next to the rose. Ama meyve neden çiçekten aşağı kalsındı ki? But why would the fruit be inferior to the flower?

"Çok güzel," mırıldandı. "It's beautiful," he muttered.

Julia, "Kalçaları yayla gibi," diyecek oldu. "His hips are up high," Julia began to say.

"Bu da ona mahsus bir güzellik işte," dedi Winston. "That's a beauty of its own," said Winston.

Kolunu Julia'nın incecik beline doladı. He put his arm around Julia's slender waist. Julia'nın bedeni kalçasından dizine Winston'ın bedenine yaslanmıştı. Julia's body was pressed against Winston's body from hip to knee. Bu bedenler asla çocuk yapamazdı. These bodies could never bear children. Yapamayacakları tek bir şey varsa, o da buydu. If there was one thing they couldn't do, that was it. Sırrı ancak dilden dile dolaştırabilir, zihinden zihine aktarabilirlerdi. They could only circulate the secret, transfer it from mind to mind. Avludaki kadının zihni yoktu, yalnızca güçlü kolları, sıcak bir yüreği ve doğurgan bir karnı vardı. The woman in the courtyard had no mind, only strong arms, a warm heart, and a fertile stomach. Winston, kim bilir kaç çocuk doğurmuştur, diye geçirdi aklından. Who knows how many children Winston has had, he thought. On beş çocuk doğurmuş olsa şaşırmazdı. She wouldn't have been surprised if she had given birth to fifteen children. Kısa bir süre, belki bir yıl çiçeğe durup yabanıl güzelliğinin sefasını sürmüş, sonra birden, döllenmiş bir meyve gibi etlenip semizleşmiş, sertleşip kızarmıştı; kim bilir, belki otuz yıldan fazla bir zamandır hayatı önce çocukları, ardından torunları için çamaşır yıkamakla, yerleri fırçalamakla, giysiler, yamamakla, yemek pişirmekle, ortalığı temizlemekle, eşyaları cilalayıp parlatmakla, sökükleri dikmekle geçiyordu. For a short time, perhaps a year, she had stood in flower and reveled in her wild beauty, and then suddenly, like a fertilized fruit, she was fleshy and fat, hard and red; Who knows, maybe more than thirty years of his life was spent doing laundry, scrubbing the floors, cleaning the clothes, patching, cooking, cleaning, polishing the furniture, sewing the rips, first for his children and then his grandchildren. Buna karşın, hâlâ şarkı söylüyordu. However, he was still singing. Winston'ın kadına duyduğu gizemli saygı, nedendir bilinmez, bacaların ardında sonsuzca uzanıp giden soluk, bulutsuz göğün suretine karışıyordu. Winston's mysterious reverence for the woman for some reason blended into the image of the pale, cloudless sky that stretched endlessly behind the chimneys. Burada olduğu gibi Avrasya'da da, Doğuasya'da da gökyüzünün herkes için bir olması ne kadar tuhaftı. How strange it was that the sky was one for all, here as well as in Eurasia and Eastasia. O göğün altındaki insanlar da birbirlerine çok benziyorlardı; her yerde, yeryüzünün dört bir yöresinde, birbirlerinin varlığından habersiz, aralarına nefret ve yalan duvarları girmiş, ama yine de birbirinin aynı olan; düşünmeyi hiçbir zaman öğrenmedikleri halde, bir gün dünyayı altüst edebilecek gücü yüreklerinde, içlerinde, kaslarında biriktirmekte olan yüz milyonlarca insan yaşıyordu. The people under that sky were also very similar to each other; everywhere, all over the world, unaware of each other's existence, walls of hatred and lies between them, but still the same; Although they never learned to think, there were hundreds of millions of people who were accumulating in their hearts, inside and in their muscles the power that could one day turn the world upside down. Umut, varsa eğer, proleterlerdeydi! Hope, if any, was in the proletarians! Winston, daha kitabı sonuna kadar okumamış olmasına karşın, Goldstein'ın son mesajının bu olduğunu anlamıştı. Although he had not yet read the book to the end, Winston understood that this was Goldstein's last message. Gelecek proleterlerindi. The future belonged to the proletarians. Peki, vakti geldiğinde proleterlerin kuracağı dünyanın, kendisine, Winston Smith'e Parti'nin dünyası kadar yabancı gelmeyeceğinden emin olabilir miydi? But could he be sure that the world the proletarians would create when the time came would not be as foreign to him, to Winston Smith, as the world of the Party? Evet, olabilirdi, çünkü o dünya hiç değilse aklın ağır bastığı bir dünya olacaktı. Yes, it could be, because that world would at least be a world of reason. Eşitliğin olduğu yerde akıl ağır basabilirdi. Where there was equality, reason could prevail. Bu, önünde sonunda gerçek olacaktı, güç bilince dönüşecekti. This would eventually come true, power would become consciousness. Proleterler ölümsüzdü, avludaki şu yiğit insana baktığında bundan kuşku duymuyordun. The proletarians were immortal, you didn't doubt it when you looked at that valiant man in the courtyard. Er geç uyanacaklardı. They would wake up sooner or later. Bunun gerçekleşmesi için bin yıl geçmesi de gerekse, her şeye karşın hayatta kalacaklar, Parti'nin paylaşmadığı ve öldüremediği o canlılığı kuşlar gibi bedenden bedene aktaracaklardı. Even if it took a thousand years for this to happen, they would still survive, transferring that vitality that the Party did not share and could not kill, from body to body, like birds.

Winston, "O ilk gün, ormanın kıyısında bizim için şakıyan o ardıçkuşunu anımsıyor musun?'' Winston said, "Do you remember that thrush that sang for us on the edge of the forest that first day?" diye sordu. she asked.

"Bizim için şakımıyordu ki," diye yanıtladı Julia. "He wasn't singing for us," Julia replied. "Kendi keyfine şakıyordu. "He was singing for his own pleasure. Kendi keyfine bile değil. Not even for your own pleasure. Öylesine şakıyordu işte." He was just so joking."

Kuşlar şakıyordu, proleterler şakıyordu, Parti şakımıyordu. The birds were singing, the proletarians were singing, the Party was not. Dünyanın her yerinde, Londra'da ve New York'ta, Afrika'da ve Brezilya'da, sınırların ötesindeki gizemli, yasak ülkelerde, Paris ve Berlin sokaklarında, Rusya'nın sonsuz ovalarındaki köylerde, Çin ve Japonya'nın çarşılarında, her yerde ama her yerde, çalışmaktan ve çocuk doğurmaktan, hayatı boyunca işten başını alamamaktan harabeye dönmüş olmasına karşın hâlâ şakıyan o sağlam, yenilmez gövde dimdik dikiliyordu. All over the world, in London and New York, in Africa and Brazil, in mysterious, forbidden countries beyond borders, on the streets of Paris and Berlin, in villages on the endless plains of Russia, in the markets of China and Japan, everywhere but Everywhere stood that solid, invincible body that still sang, though devastated by work and childbearing and lifelong worklessness. Bir gün gelecek, o görkemli kalçaların arasından bilinçli bir kuşak doğacaktı. A day would come when a conscious generation would be born between those magnificent hips. Sizler ölüydünüz; gelecek onlarındı. You were dead; The future was theirs. Ama onların bedeni canlı tuttukları gibi sizler de zihni canlı tutsaydınız ve iki iki daha dört eder gizli öğretisini başkalarına aktarsaydınız, sizler de o geleceği paylaşabilirdiniz. But if you kept the mind alive as they kept the body alive and passed on the secret teaching that two and two is four, you too could share that future.

"Biz ölmüşüz," dedi Winston. "We are dead," said Winston.

"Biz ölmüşüz," diye yineledi Julia, görev bilircesine. "We're dead," repeated Julia dutifully.

"Siz ölmüşsünüz," deyiverdi arkalarından acımasız bir ses. "You're dead," said a cruel voice behind them.

İrkilerek birbirlerinden ayrıldılar. They flinched and separated from each other. Winston donup kalmıştı. Winston froze. Julia'nın gözleri belermiş, gözlerinin akı belirmişti; beti benzi uçmuştu. Julia's eyes were puffy, her eyes were white; was pale. Yanaklarındaki allık, yüzüne kondurulmuş birer leke gibi görünüyordu. The blush on her cheeks looked like a smudge on her face.

"Siz ölmüşsünüz," diye yineledi acımasız ses. "You are dead," repeated the cruel voice.

Julia, soluk soluğa, "Resmin arkasından geldi," dedi. “It came from the back of the painting,” Julia gasped.

"Resmin arkasından geldi," dedi ses. "He came from behind the painting," said the voice. "Olduğunuz yerde kalın. "Stay where you are. Emir verilmedikçe kıpırdamayın." Don't move unless ordered."

Başlıyordu, sonunda başlıyordu işte! It was starting, it was finally starting! Birbirlerinin gözlerinin içine bakmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. They couldn't do anything but stare into each other's eyes. Kaçıp canlarını kurtarmak, evden kaçıp gitmek için artık çok geçti; akıllarının ucundan bile geçmiyordu kaçmak. It was too late to run away to save their lives, to run away from home; It didn't even cross their minds to run away. Duvardan gelen acımasız sese boyun eğmemek olanaksızdı. It was impossible not to give in to the brutal voice coming from the wall. Bir elektrik düğmesi çevrilmiş gibi bir çıt sesi geldi, ardından bir şangırtı duyuldu. There was a click, as if a light switch had been turned, then a rattling sound. Duvardaki resim yere düşmüş, arkasından bir tele-ekran belirivermişti. The picture on the wall had fallen to the floor, and a telescreen had appeared behind it.

"Artık bizi görebiliyorlar," dedi Julia. "They can see us now," said Julia.

"Artık sizi görebiliyoruz," dedi ses. "We can see you now," said the voice. "Odanın ortasına gelin. "Come to the middle of the room. Sırt sırta durun. Stand back to back. Ellerinizi başınızın arkasında bitiştirin. Clasp your hands behind your head. Sakın birbirinize değmeyin." Don't touch each other."

Birbirlerine değiniyorlardı, ama Winston Julia'nın tepeden tırnağa titrediğini hissediyordu. They touched each other, but Winston felt Julia tremble from head to foot. Belki de titreyen kendi bedeniydi. Maybe it was his own body that was shaking. Dişlerinin birbirine vurmasını güçbela engelleyebiliyor, ama dizlerine hâkim olamıyordu. He could barely keep his teeth from colliding, but he couldn't keep his knees in check. Aşağıdan, evin içinden ve dışından postal sesleri geliyordu. The sound of boots came from below, inside and outside the house. Avluya bir sürü adamın doluştuğu anlaşılıyordu. It seemed that a lot of men were crowding the courtyard. Taşların üstünde bir şey sürüklüyorlardı. They were dragging something on the stones. Kadın şarkıyı birden kesmişti. The woman stopped the song abruptly. Çamaşır leğeni avlunun bir köşesine fırlatılmış gibi bir çangırtı duyuldu, öfkeli bağırtılar birbirine karıştı ve acı bir çığlık koptu. There was a clang, as if a laundry tub had been thrown into a corner of the courtyard, angry shouts mingled, and a bitter cry broke out.

"Ev kuşatılmış," dedi Winston. "The house is besieged," said Winston.

"Ev kuşatıldı," diye yineledi ses. "The house is besieged," the voice repeated.

Winston, Julia'nın dişlerinin birbirine çarptığını duydu. Winston heard Julia's teeth chatter. "Vedalaşsak iyi olacak galiba," dedi Julia. "I guess we'd better say goodbye," said Julia.

"Vedalaşsanız iyi olacak," dedi ses. "You'd better say goodbye," said the voice. Ardından, bambaşka bir ses, Winston'ın daha önce duyduğunu sandığı ince, kibar bir ses araya girdi "Bu arada, yeri gelmişken, 'Al şu mumu, doğru yatağına, yoksa yersin baltayı kafana!'" Then a different voice, a thin, gentle voice that Winston thought he had heard before, intervened.

Winston'ın arkasında bir şangırtı koptu, yatağın üstüne bir şey düştü. There was a rattle behind Winston and something fell on the bed. Dışarıdan pencereye bir merdiven dayamışlar, merdivenin başı pencerenin çerçevesini yerinden söküp içeriye düşürmüştü. They had put a ladder against the window from the outside, and the head of the ladder had ripped the frame of the window and dropped it inside. Birisi pencereye tırmanıyordu. Someone was climbing the window. Postal seslerinden, birilerinin üst kata çıktıkları anlaşılıyordu. From the sound of the boots, it was clear that someone was going upstairs. Odayı bir anda, siyah üniformaları, uçları kabaralı postalları ve ellerinde coplarıyla iriyarı adamlar doldurdu. The room was suddenly filled with burly men in black uniforms, hoof-tipped boots, and batons in hand.

Winston, artık titremek şöyle dursun, gözlerini bile kırpıştırmıyordu. Winston was no longer blinking, much less trembling. Önemli olan tek şey, hiç kıpırdamamak, onlara vurma fırsatı vermemek için hiç kıpırdamamaktı! The only thing that mattered was to not move at all, not to move at all so as not to give them a chance to hit! Ağzı, bir yumruk dövüşçüsünün yassı çenesini andıran çenesinin üzerinde ince bir yarık gibi kalan bir adam, karşısına dikilmiş, copu parmakları arasında döndürüp duruyordu. A man stood before him, swirling the baton between his fingers, his mouth a thin slit over his chin, like the flat jaw of a fist fighter. Winston adamla göz göze geldi. Winston made eye contact with the man. Elleri başının arkasında, yüzü ve gövdesi korumasız, öylece durmak, dayanılmaz bir çıplaklık duygusu veriyordu. Standing with her hands behind her head, her face and body unprotected, gave an unbearable feeling of nakedness. Adam bembeyaz dilinin ucuyla ipince dudaklarını yaladıktan sonra yürüyüp gitti. The man licked his lips thinly with the tip of his white tongue and walked away. Tam o sırada bir şangırtı daha koptu. Just then, another clatter broke out. Adamlardan biri, cam kâğıt ağırlığını masanın üstünden kaptığı gibi şöminenin kenarına çarpmış, paramparça etmişti. One of the men had snatched the glass paperweight off the table and smashed it against the edge of the fireplace.

Pastaların tepesine kondurulan minik pembe şekerleri andıran ufacık mercan parçası halının üstünde yuvarlandı. The tiny piece of coral, like tiny pink candies placed on top of the cakes, rolled on the carpet. Winston, ne kadar küçük, diye geçirdi aklından, ne kadar küçükmüş meğer! How small, Winston thought, how small he was! Arkasında birinin nefesini hissetti, sonra birden ayak bileğine öyle bir tekme yedi ki, az kalsın yere düşüyordu. He felt someone's breath behind him, then suddenly his ankle was kicked so hard that he nearly fell to the ground. Adamlardan birinden karın boşluğuna bir yumruk yiyen Julia da katlanır cetveller gibi iki büklüm olmuştu. Julia, who had been punched in the stomach by one of the men, bent over like folding rulers. Yerde sürünürken soluk almaya çalışıyordu. He was struggling to breathe as he crawled on the ground. Winston başını çevirip bakmaya cesaret edemiyor, ama Julia'nın ardına kadar açılan ağzı, mosmor kesilmiş yüzü ikide bir görüş açısına giriyordu. Winston didn't dare turn his head to look, but Julia's wide-open mouth, her livid face were in full view. Dehşete kapılmış olmakla birlikte, Julia'nın çektiği acıyı, soluk alabilmek için bastırmak zorunda kaldığı o ölümcül acıyı kendi bedeninde duyumsayabiliyordu. Horrified, she could feel Julia's pain in her own body, the deadly pain she had to suppress in order to breathe. Bilmediği bir şey değildi: Bir an önce soluk almak zorunda olduğun için, o korkunç, içe işleyen acıyı duymazdın bile. What he didn't know was that you wouldn't even feel that horrible, penetrating pain because you had to breathe right away. Çok geçmeden, iki adam, Julia'yı kollarından ve bacaklarından tutup karga tulumba odadan çıkardı. Before long, two men grabbed Julia by the arms and legs and dragged the crow out of the room. Winston bir an Julia'nın baş aşağı çevrilmiş yüzünü görür gibi oldu; sapsarı kesilmişti, gözleri kapalıydı, yanaklarındaki allık izleri silinmemişti. For a moment Winston seemed to see Julia's face turned upside down; She was pale yellow, her eyes were closed, the traces of blush on her cheeks had not been erased. Bu, Julia'yı son görüşü olacaktı. This would be the last time he saw Julia.

Hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. He just stood there without moving. Henüz kimseden yumruk yememişti. He hadn't been punched by anyone yet. Kafasından, kendiliğinden gelen ama tümden ilgisiz görünen bir yığın düşünce geçiyordu. A multitude of spontaneous but seemingly completely unrelated thoughts raced through his head. Bay Charrington'ı da yakalayıp yakalamadıklarını merak ediyordu. He wondered if they had caught Mr Charrington as well. Avludaki kadına ne yaptıklarını merak ediyordu. He wondered what they were doing to the woman in the courtyard. Birden, çok sıkıştığını fark ederek şaşırdı, çünkü daha iki üç saat önce işemişti. He was suddenly surprised to find that it was very tight, because he had only peed two or three hours ago. Şöminenin üstündeki saatin dokuzu gösterdiğini fark etti, demek saat yirmi birdi. He noticed that the clock above the fireplace showed nine, so it was twenty-one. Oysa odaya vuran ışık çok güçlüydü. However, the light hitting the room was very strong. Ağustos akşamı saat yirmi birde havanın kararıyor olması gerekmez miydi? Shouldn't it be getting dark at twenty-one on the evening of August? Yoksa ikisi de saati şaşırmış, sabaha kadar uyumuş, uyandığında da saat ertesi sabah sekiz otuzken yirmi otuz mu sanmıştı? Or did they both miss the clock, slept until morning, and when he woke up he thought it was twenty thirty when it was eight thirty the next morning? Ama daha fazla kafa yormadı. But it didn't bother him any more. Bu işin ipe sapa gelir yanı yoktu. There was no point in this business.

O sırada koridordan, öncekilerden daha hafif bir ayak sesi geldi ve kapıdan içeri Bay Charrington girdi. At that moment a footstep, lighter than before, came down the hall, and Mr Charrington came through the door. Siyah üniformalıların tavrında bir değişiklik, bir yumuşama oldu. There was a change, a softening, in the attitude of the black uniforms. Ne ki, Bay Charrington'ın görünüşünde de bir değişiklik vardı. There was, however, a change in Mr Charrington's appearance. Gözü cam kâğıt ağırlığının parçalarına takıldı. His eye fell on the pieces of the glass paperweight.

Sert bir sesle, "Kaldırın şunları yerden," dedi. “Get those off the ground,” he said sternly.

Adamlardan biri fırladığı gibi buyruğu yerine getirdi. As one of the men sprang up, he carried out the order. Bay Charrington'ın Londralılara özgü şivesi kaybolmuştu; Winston biraz önce tele-ekrandan gelen sesi birden tanıdı. Mr. Charrington's London accent had disappeared; Winston suddenly recognized the voice from the telescreen. Bay Charrington'ın sırtında yine o eski kadife ceket vardı, ama nerdeyse ağarmış olan saçları siyahtı. Mr Charrington still had that old velvet jacket on, but his hair, which was almost gray, was black. Sonra, gözlüğü de yoktu. Then he didn't have his glasses either. Winston'a, kimliğini belirliyormuşçasına keskin bir bakış fırlattı ve bir daha da ilgilenmedi. He shot Winston a sharp look, as if identifying him, and was no longer interested. O olduğu belliydi, ama artık aynı kişi değildi. It was obvious it was him, but he was no longer the same person. Gövdesi dikleşmişti, daha iri görünüyordu. His body was erect, he looked bigger. Yüzündeki ufak tefek değişikliklere karşın bambaşka biri olup çıkmıştı. Despite the slight changes in his face, he turned out to be a completely different person. Siyah kaşları incelmiş, kırışıklıkları gitmiş, yüz hatları değişmiş, burnu bile küçülmüştü sanki. It was as if his black eyebrows were thinner, his wrinkles were gone, his facial features had changed, even his nose had shrunk. Otuz beş yaşlarında bir adamın temkinli, soğuk yüzüydü bu. It was the cautious, cold face of a man of thirty-five. Winston, ömründe ilk kez, hem de kim olduğunu bilerek, Düşünce Polisi'nden biriyle karşı karşıya olduğunu fark etti. For the first time in his life, Winston realized, knowing full well who he was, that he was dealing with someone from the Thought Police.