×

우리는 LingQ를 개선하기 위해서 쿠키를 사용합니다. 사이트를 방문함으로써 당신은 동의합니다 쿠키 정책.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - V (a)

2. Bölüm - V (a)

V

Syme yok olmuştu. Bir sabah bir de bakmışlardı ki, işe gelmemiş: Birkaç münasebetsiz, Syme'ın işe gelmemesine laf etti. Ertesi gün ise kimse ondan söz etmedi. Üçüncü gün Winston, Arşiv Dairesi'nin önüne gidip duyuru tahtasına baktı. Duyurulardan birinde, aralarında Syme'ın da bulunduğu Satranç Kurulu üyelerinin listesi yer alıyordu. Listede bir değişiklik yokmuş gibi görünüyordu, hiçbir adın üstü çizilmemişti, ama bir ad eksikti. Syme artık yoktu: Hiç var olmamıştı.

Ortalık kavruluyordu. Labirenti andıran Bakanlık'ta penceresiz, klimalı odalar normal sıcaklıklarını koruyordu, ama dışarıda kaldırımlarda yürüyen insanların ayakları yanıyor, yoğun saatlerde metrolar leş gibi kokuyordu. Nefret Haftası'nın hazırlıkları bütün hızıyla sürüyor, Bakanlıklarda çalışanlar her gün fazla mesai yapıyorlardı. Geçit törenlerinin, mitinglerin, askeri törenlerin, konuşmaların, balmumu heykel sergilerinin, film gösterimlerinin, tele-ekran izlencelerinin örgütlenmesi gerekiyordu; tribünler kurulacak, resimler asılacak, sloganlar bulunacak, şarkılar yazılacak, söylentiler yayılacak, fotoğraflar çarpıtılacaktı. Julia'nın Kurgu Dairesi'ndeki bölümünde, roman üretimine ara vermişler, haldır haldır vahşet broşürleri hazırlıyorlardı. Winston, gündelik işlerinin yanı sıra, her gün zamanının önemli bir bölümünü Times gazetesinin eski sayılarını incelemeye, konuşmalarda alıntı yapılacak haberleri değiştirip çarpıtmaya ayırıyordu. Gecenin geç saatlerinde, bıçkın proleterler sokaklarda kabadayılık taslayarak dolaşırlarken, kentte bir kıyamettir gidiyordu. Kente her zamankinden daha çok tepkili bomba yağıyor, bazen uzaklarda büyük patlamalar oluyor, bunları kimse açıklayamadığı için de inanılmaz söylentiler yayılıyordu.

Nefret Haftası'nın simgesi olarak kullanılacak yeni şarkı (Nefret Şarkısı deniyordu) çoktan bestelenmiş, tele-ekranlarda durmadan çalınıyordu. Buna müzik demek zordu, tamtam seslerini andıran yabanıl, kaba bir ritmi vardı. Yürüyüşe geçenlerin raprapları eşliğinde yüzlerce kişi tarafından haykırıldığında, insan yüreğine korku salıyordu. Proleterler bu şarkıya bayılmışlardı; gece yarıları sokaklarda, hâlâ çok sevilen "Beyhude bir hayaldi" şarkısıyla yarıştığı söylenebilirdi. Parsonsların çocukları, sabahtan akşama kadar bir tarak ve tuvalet kâğıdıyla bu şarkıyı çalarak kafa şişiriyorlardı. Artık akşamları Winston'ın başını kaşımaya vakti olmuyordu. Parsons'ın örgütlediği gönüllü mangaları, caddeyi Nefret Haftası'na hazır ediyorlardı: Bayraklar ve posterler hazırlıyorlar, çatılara gönderler dikiyorlar, flamaların asılması için tehlikeyi göze alarak caddenin üzerine teller geriyorlardı. Parsons, yalnızca Zafer Konaklarına çekilecek dört yüz metre uzunluğundaki flamayı anlata anlata bitiremiyordu. Tam havasını bulmuştu, nerdeyse zil takıp oynayacaktı. Havalar iyice ısındığı ve ırgat gibi çalıştığı için, akşamları kısa pantolon ve kısa kollu gömlek giyme fırsatını bulmuştu. Oradan oraya koşturuyor, canla başla çalışıyor, dolap beygiri gibi dönüp duruyor, herkesi yoldaşça uyarı ve öğütlerle gayrete getiriyor, tüm bunları yaparken de tepeden tırnağa tere batıyor, gövdesinden ekşi bir ter kokusu yayılıyordu.

Londra'nın dört bir yanında yeni bir poster belirivermişti. Üstünde hiçbir yazı yoktu, yalnızca Avrasyalı bir askerin üç dört metre yüksekliğinde, korkunç bir resminden oluşuyordu; Moğol yüzünde anlamsız bir ifade, ayaklarında kocaman postallar, yarı makineli tüfeğini yukarıya doğrultmuş, yürüyordu. Hangi açıdan bakarsanız bakın, silahın büyültülmüş namlusu size çevrilmiş gibi görünüyordu. Duvarların her yerine yapıştırılmış olan bu posterlerin sayısı Büyük Birader posterlerini bile geride bırakmıştı. Savaşa karşı genellikle ilgisiz kalan proleterler, dönemsel yurtseverlik cinnetlerinden birine kışkırtılıyorlardı. Genel havaya ayak uydurmak istercesine, tepkili bombalar her zamankinden daha çok sayıda insanın canını alıyordu. Bombalardan biri Stepney'deki kalabalık bir sinemaya düşmüş, yüzlerce kişi yıkıntıların altında can vermişti. Çevre halkının katıldığı büyük cenaze töreni saatlerce bitmek bilmemiş ve sonunda öfkeli bir protesto mitingine dönüşmüştü. Başka bir bomba da çocukların oynadıkları boş bir arsaya isabet etmiş, kırk-elli çocuk paramparça olmuştu. Daha başka lanetleme gösterileri de düzenlenmişti: Goldstein'ın resimleri yakılmış, yüzlerce Avrasyalı asker posteri yırtılarak ateşe verilmiş, bu kargaşada pek çok dükkân yağmalanmıştı; ardından, tepkili bombaların casuslar tarafından telsiz dalgalarıyla yönlendirildiği söylentisi yayılmış, çok geçmeden yabancı kökenli olduğundan kuşkulanıldığı için evi kundaklanan yaşlı bir çift dumandan boğularak yaşamını yitirmişti.

Julia ile Winston, Bay Charrington'ın dükkânının üst katındaki odaya gidebildiklerinde, serinlemek için çırılçıplak soyunup açık pencerenin altına yan yana uzanıyorlardı. Sıçan bir daha görünmemişti, ama sıcakların artmasıyla birlikte tahtakuruları büyük bir hızla çoğalmıştı. Ne ki, umursadıkları yoktu. Odanın kirliliği, temizliği umurlarında değildi, onlar için bir cennetti burası. İçeri girer girmez odadaki her şeyin üstüne karaborsadan aldıkları karabiberi serpiyorlar, giysilerini çıkarıp attıkları gibi gövdeleri kan ter içinde kalıncaya kadar seviştikten sonra uyuyakalıyorlardı; uyandıklarında, bir de bakıyorlardı, tahtakuruları toplanmış, karşı saldırıya geçmeye hazırlanıyor.

Haziran ayı boyunca dört, beş derken, altı yedi kez buluştular. Winston, her saat cin içme alışkanlığını bırakmıştı. Anlaşılan, böyle bir gereksinim duymuyordu artık. Biraz kilo almıştı, varis çıbanı geçmiş gibiydi, ayak bileğinin hemen üstünde yalnızca kahverengi bir leke kalmıştı, sabahın erken saatlerinde gelen öksürük nöbetleri de kesilmişti. Hayatı eskisi kadar dayanılmaz bulmadığı gibi, tele-ekrana dilini çıkartarak dalgasını geçmek ya da avazı çıktığı kadar haykırarak lanetler yağdırmak gelmiyordu içinden. Artık güvenli bir sığınakları, handiyse bir yuvaları vardı ya, ara sıra, o da birkaç saatliğine buluşabilmek o kadar zoruna gitmiyordu. Eskici dükkânının üst katındaki odanın varlığı yetiyordu. Odanın orada onları beklediğini bilmek, orada bulunmaktan farksızdı. Bambaşka bir dünyaydı orası, soyu tükenmiş hayvanların gezinebildiği, geçmişten bir köşeydi. Winston, Bay Charrington'ı da soyu tükenmiş bir hayvan olarak görüyordu. Çoğu kez, Bay Charrington'la birkaç dakika sohbet etmeden yukarıya çıkmıyordu. Dükkândan dışarı pek adımını atmayan yaşlı adamın nerdeyse hiç müşterisi yok gibiydi. Daracık, karanlık dükkân ile arka tarafta yemeklerini yaptığı, bir sürü döküntünün yanı sıra kocaman borusuyla antika bir gramofonun durduğu ufacık mutfak arasında ruh gibi yaşıyordu. Birisiyle konuşma olanağı bulmaktan memnun görünüyordu. Dükkânı dolduran değersiz nesneler arasında gezinirken, uzun burnu, kalın gözlüğü ve kadife ceketinin içindeki düşük omuzlarıyla, bir esnaftan çok bir koleksiyoncuya benziyordu. Belli belirsiz bir coşkuyla Winston'a porselen bir şişe tapasını, kırık bir enfiye kutusunun boyalı kapağını ya da çok önce ölmüş bir bebeğin saç telinin bulunduğu, altın taklidi bir madalyonu gösterirdi; satın alır diye değil de, hoşuna gider diye. Bay Charrington'la sohbet ederken insan eski bir müzik kutusunu dinler gibi oluyordu. Sonradan, belleğinin kuytularından unutulmuş çocuk şarkılarından birkaç dize daha çıkarmıştı. Birinde yirmi dört karatavuktan, birinde boynuzu örselenmiş bir öküzden, birinde de bahtsız bir erkek ardıçkuşunun ölümünden söz ediliyordu. Ne zaman yeni bir dize okuyacak olsa, alçakgönüllü bir gülümseyişle, "İlginizi çeker diye düşündüm de," diyordu. Gel gör ki, hiçbirinde birkaç dizeden fazlasını anımsayamıyordu.

Julia da, Winston da, yaşamakta olduklarının uzun sürmeyeceğinin farkındaydılar; bu gerçek hiç akıllarından çıkmıyordu. Kimileyin ölümün, üstünde yattıkları yatak kadar yakın olduğunu apaçık duyurmuyorlar, işte o zaman ölümün eşiğinde son bir zevk anını yaşamak isteyen bir karayazgılı gibi, umarsız bir şehvetle birbirlerine sarılıyorlardı. Ama zaman zaman, yalnızca güvende oldukları değil, bu ilişkinin hiç bitmeyeceği yanılsamasına da kapılmıyor değillerdi. İkisi de, bu odada bulundukları sürece başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini sanıyordu. Buraya ulaşmak hem zor hem de tehlikeliydi, ama bu oda onlar için bir sığınaktı. Winston, kâğıt ağırlığını seyre daldığında, o cam dünyanın içine girilebileceğini ve içine girildi mi de zamanın durdurulabileceğini aklından geçirmişti ya, işte öyle bir şeydi bu da. Sık sık kaçış hayalleri kurmaktan alamıyorlardı kendilerini. Talihleri yaver gidebilir ve kurdukları düzeni hayatlarının sonuna kadar sürdürebilirlerdi. Ya da Katharine ölebilir, onlar da bir yolunu bulup evlenebilirlerdi. Ya da birlikte canlarına kıyabilirlerdi. Ya da sırra kadem basıp kimsenin tanıyamayacağı bir kılığa bürünebilir, proleter ağzıyla konuşmayı öğrenip bir fabrikada çalışmaya başlayabilir, arka sokaklardan birinde gözlerden uzak yaşayıp gidebilirlerdi. Ama ikisi de bunların hepsinin ne kadar saçma olduğunun farkındaydı. Gerçekte hiçbir kaçış yoktu. Tek uygulanabilir yol olan intiharı ise akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Her gün, her saat hayata dört elle sarılmak, gelecekten yoksun olduğunu bile bile günübirlik yaşamayı sürdürmek, tıpkı hava olduğu sürece nefes almayı bırakmamak gibi karşı konulmaz bir içgüdüydü.


2. Bölüm - V (a) Part 2 - V(a)

V V

Syme yok olmuştu. Syme had disappeared. Bir sabah bir de bakmışlardı ki, işe gelmemiş: Birkaç münasebetsiz, Syme'ın işe gelmemesine laf etti. One morning, they noticed that he hadn't come to work: a few nasty people made fun of Syme's absence from work. Ertesi gün ise kimse ondan söz etmedi. The next day, however, no one spoke of him. Üçüncü gün Winston, Arşiv Dairesi'nin önüne gidip duyuru tahtasına baktı. On the third day, Winston went to the front of the Archives Office and looked at the bulletin board. Duyurulardan birinde, aralarında Syme'ın da bulunduğu Satranç Kurulu üyelerinin listesi yer alıyordu. One of the announcements included a list of members of the Chess Board, including Syme. Listede bir değişiklik yokmuş gibi görünüyordu, hiçbir adın üstü çizilmemişti, ama bir ad eksikti. The list looked as if there was no change, no names were crossed out, but one name was missing. Syme artık yoktu: Hiç var olmamıştı. Syme no longer existed: it never existed.

Ortalık kavruluyordu. It was roasting. Labirenti andıran Bakanlık'ta penceresiz, klimalı odalar normal sıcaklıklarını koruyordu, ama dışarıda kaldırımlarda yürüyen insanların ayakları yanıyor, yoğun saatlerde metrolar leş gibi kokuyordu. In the labyrinthine Ministry, the windowless, air-conditioned rooms kept their normal temperatures, but people walking outside on the sidewalks burned to their feet, and during rush hour the subways stank. Nefret Haftası'nın hazırlıkları bütün hızıyla sürüyor, Bakanlıklarda çalışanlar her gün fazla mesai yapıyorlardı. The preparations for the Week of Hate were in full swing, the employees in the Ministries were working overtime every day. Geçit törenlerinin, mitinglerin, askeri törenlerin, konuşmaların, balmumu heykel sergilerinin, film gösterimlerinin, tele-ekran izlencelerinin örgütlenmesi gerekiyordu; tribünler kurulacak, resimler asılacak, sloganlar bulunacak, şarkılar yazılacak, söylentiler yayılacak, fotoğraflar çarpıtılacaktı. Parades, rallies, military parades, speeches, wax sculptures, film screenings, telescreen programs had to be organized; tribunes would be built, pictures would be hung, slogans would be found, songs would be written, rumors would spread, photographs would be distorted. Julia'nın Kurgu Dairesi'ndeki bölümünde, roman üretimine ara vermişler, haldır haldır vahşet broşürleri hazırlıyorlardı. In Julia's department in the Editing Department, they had suspended the production of novels and were making ruthless pamphlets. Winston, gündelik işlerinin yanı sıra, her gün zamanının önemli bir bölümünü Times gazetesinin eski sayılarını incelemeye, konuşmalarda alıntı yapılacak haberleri değiştirip çarpıtmaya ayırıyordu. In addition to his day-to-day work, Winston devoted a significant part of his time each day to studying old issues of the Times, altering and distorting the news to be quoted in speeches. Gecenin geç saatlerinde, bıçkın proleterler sokaklarda kabadayılık taslayarak dolaşırlarken, kentte bir kıyamettir gidiyordu. It was an apocalypse going on in the city late at night, when vicious proletarians roamed the streets brazenly. Kente her zamankinden daha çok tepkili bomba yağıyor, bazen uzaklarda büyük patlamalar oluyor, bunları kimse açıklayamadığı için de inanılmaz söylentiler yayılıyordu. More reaction bombs were falling on the city than ever before, sometimes there were big explosions in the distance, and because no one could explain them, incredible rumors were spread.

Nefret Haftası'nın simgesi olarak kullanılacak yeni şarkı (Nefret Şarkısı deniyordu) çoktan bestelenmiş, tele-ekranlarda durmadan çalınıyordu. The new song (called the Hate Song) to be used as the symbol of the Week of Hate had already been composed and played nonstop on telescreens. Buna müzik demek zordu, tamtam seslerini andıran yabanıl, kaba bir ritmi vardı. It was hard to call it music, it had a wild, rough rhythm that sounded like tamtam. Yürüyüşe geçenlerin raprapları eşliğinde yüzlerce kişi tarafından haykırıldığında, insan yüreğine korku salıyordu. When it was shouted by hundreds of people accompanied by the raprap of the marchers, it struck fear into the human heart. Proleterler bu şarkıya bayılmışlardı; gece yarıları sokaklarda, hâlâ çok sevilen "Beyhude bir hayaldi" şarkısıyla yarıştığı söylenebilirdi. The proletarians loved this song; It could be said that he competed in the streets at midnight with the still popular song "It was a futile dream". Parsonsların çocukları, sabahtan akşama kadar bir tarak ve tuvalet kâğıdıyla bu şarkıyı çalarak kafa şişiriyorlardı. The Parsons' children used to gobble up this song from morning till night playing this song with a comb and toilet paper. Artık akşamları Winston'ın başını kaşımaya vakti olmuyordu. In the evenings Winston no longer had time to scratch his head. Parsons'ın örgütlediği gönüllü mangaları, caddeyi Nefret Haftası'na hazır ediyorlardı: Bayraklar ve posterler hazırlıyorlar, çatılara gönderler dikiyorlar, flamaların asılması için tehlikeyi göze alarak caddenin üzerine teller geriyorlardı. Squads of volunteers organized by Parsons prepared the street for the Week of Hate: they made flags and posters, they put posts on rooftops, they risked putting wires over the street to hang pennants. Parsons, yalnızca Zafer Konaklarına çekilecek dört yüz metre uzunluğundaki flamayı anlata anlata bitiremiyordu. Parsons couldn't quite talk about the four-hundred-metre-long pennant to be hoisted over the Victory Mansions alone. Tam havasını bulmuştu, nerdeyse zil takıp oynayacaktı. He was just in the mood, he was almost playing bells. Havalar iyice ısındığı ve ırgat gibi çalıştığı için, akşamları kısa pantolon ve kısa kollu gömlek giyme fırsatını bulmuştu. Since the weather was getting warmer and working like a capstan, he had the opportunity to wear short pants and a short-sleeved shirt in the evenings. Oradan oraya koşturuyor, canla başla çalışıyor, dolap beygiri gibi dönüp duruyor, herkesi yoldaşça uyarı ve öğütlerle gayrete getiriyor, tüm bunları yaparken de tepeden tırnağa tere batıyor, gövdesinden ekşi bir ter kokusu yayılıyordu. He was running from place to place, working hard, turning around like a closet horse, encouraging everyone with comradely warnings and advice, while doing all this, he was covered with sweat from head to toe, and a sour smell of sweat was emanating from his body.

Londra'nın dört bir yanında yeni bir poster belirivermişti. A new poster had appeared all over London. Üstünde hiçbir yazı yoktu, yalnızca Avrasyalı bir askerin üç dört metre yüksekliğinde, korkunç bir resminden oluşuyordu; Moğol yüzünde anlamsız bir ifade, ayaklarında kocaman postallar, yarı makineli tüfeğini yukarıya doğrultmuş, yürüyordu. There was no writing on it, only a gruesome four-foot-tall picture of a Eurasian soldier; The Mongolian was walking with an expressionless expression on his face, huge boots on his feet, his semi-machine gun pointed upwards. Hangi açıdan bakarsanız bakın, silahın büyültülmüş namlusu size çevrilmiş gibi görünüyordu. From whichever angle you looked at it, the magnified barrel of the gun seemed to be pointed at you. Duvarların her yerine yapıştırılmış olan bu posterlerin sayısı Büyük Birader posterlerini bile geride bırakmıştı. The number of these posters affixed all over the walls surpassed even Big Brother posters. Savaşa karşı genellikle ilgisiz kalan proleterler, dönemsel yurtseverlik cinnetlerinden birine kışkırtılıyorlardı. The proletarians, who were generally indifferent to war, were incited into one of periodic patriotic frenzy. Genel havaya ayak uydurmak istercesine, tepkili bombalar her zamankinden daha çok sayıda insanın canını alıyordu. As if to keep up with the general mood, the reactive bombs were killing more people than ever before. Bombalardan biri Stepney'deki kalabalık bir sinemaya düşmüş, yüzlerce kişi yıkıntıların altında can vermişti. One of the bombs had fallen into a crowded movie theater in Stepney, and hundreds of people died under the rubble. Çevre halkının katıldığı büyük cenaze töreni saatlerce bitmek bilmemiş ve sonunda öfkeli bir protesto mitingine dönüşmüştü. The grand funeral, attended by the surrounding community, went on for hours and eventually turned into an angry protest rally. Başka bir bomba da çocukların oynadıkları boş bir arsaya isabet etmiş, kırk-elli çocuk paramparça olmuştu. Another bomb hit an empty lot where the children were playing, and forty-fifty children were shattered. Daha başka lanetleme gösterileri de düzenlenmişti: Goldstein'ın resimleri yakılmış, yüzlerce Avrasyalı asker posteri yırtılarak ateşe verilmiş, bu kargaşada pek çok dükkân yağmalanmıştı; ardından, tepkili bombaların casuslar tarafından telsiz dalgalarıyla yönlendirildiği söylentisi yayılmış, çok geçmeden yabancı kökenli olduğundan kuşkulanıldığı için evi kundaklanan yaşlı bir çift dumandan boğularak yaşamını yitirmişti. Other demonstrations of cursing were also held: pictures of Goldstein were burned, hundreds of Eurasian soldier posters were torn down and set on fire, and many shops were looted in the tumult; then rumors spread that the reactive bombs were directed by spies by radio waves, and soon an elderly couple suffocated to death from the smoke, whose house was set on fire because they were suspected of being of foreign origin.

Julia ile Winston, Bay Charrington'ın dükkânının üst katındaki odaya gidebildiklerinde, serinlemek için çırılçıplak soyunup açık pencerenin altına yan yana uzanıyorlardı. When Julia and Winston were able to make their way into the upstairs room of Mr Charrington's shop, they were stripping naked to cool off and lying side by side under the open window. Sıçan bir daha görünmemişti, ama sıcakların artmasıyla birlikte tahtakuruları büyük bir hızla çoğalmıştı. The rat was never seen again, but as the heat increased, the bedbugs multiplied rapidly. Ne ki, umursadıkları yoktu. Well, they didn't care. Odanın kirliliği, temizliği umurlarında değildi, onlar için bir cennetti burası. They didn't care about the pollution and cleanliness of the room, it was a paradise for them. İçeri girer girmez odadaki her şeyin üstüne karaborsadan aldıkları karabiberi serpiyorlar, giysilerini çıkarıp attıkları gibi gövdeleri kan ter içinde kalıncaya kadar seviştikten sonra uyuyakalıyorlardı; uyandıklarında, bir de bakıyorlardı, tahtakuruları toplanmış, karşı saldırıya geçmeye hazırlanıyor. As soon as they walked in, they sprinkled black-market pepper on everything in the room, took off their clothes, and fell asleep after making love until their bodies were covered in sweat; when they awoke, they were also looking, the bedbugs gathered, preparing to counterattack.

Haziran ayı boyunca dört, beş derken, altı yedi kez buluştular. They met four, five, six or seven times during the month of June. Winston, her saat cin içme alışkanlığını bırakmıştı. Winston had given up the habit of drinking gin every hour. Anlaşılan, böyle bir gereksinim duymuyordu artık. Apparently, he no longer felt such a need. Biraz kilo almıştı, varis çıbanı geçmiş gibiydi, ayak bileğinin hemen üstünde yalnızca kahverengi bir leke kalmıştı, sabahın erken saatlerinde gelen öksürük nöbetleri de kesilmişti. She had gained some weight, her varicose boil seemed to have passed, only a brown spot remained just above her ankle, and her coughing spells in the early morning had stopped. Hayatı eskisi kadar dayanılmaz bulmadığı gibi, tele-ekrana dilini çıkartarak dalgasını geçmek ya da avazı çıktığı kadar haykırarak lanetler yağdırmak gelmiyordu içinden. He didn't find his life as unbearable as he used to, and he didn't want to make fun of the tele-screen by sticking out his tongue, or to shout curses by screaming as much as he could. Artık güvenli bir sığınakları, handiyse bir yuvaları vardı ya, ara sıra, o da birkaç saatliğine buluşabilmek o kadar zoruna gitmiyordu. Now that they had a safe haven, almost a home, it wasn't that hard to meet him occasionally for a few hours. Eskici dükkânının üst katındaki odanın varlığı yetiyordu. The existence of the room on the upper floor of the vintage shop was enough. Odanın orada onları beklediğini bilmek, orada bulunmaktan farksızdı. Knowing that the room was waiting for them there was like being there. Bambaşka bir dünyaydı orası, soyu tükenmiş hayvanların gezinebildiği, geçmişten bir köşeydi. It was a completely different world, a corner of the past where extinct animals could roam. Winston, Bay Charrington'ı da soyu tükenmiş bir hayvan olarak görüyordu. Winston also regarded Mr Charrington as an extinct animal. Çoğu kez, Bay Charrington'la birkaç dakika sohbet etmeden yukarıya çıkmıyordu. Often he would not go upstairs without chatting for a few moments with Mr. Charrington. Dükkândan dışarı pek adımını atmayan yaşlı adamın nerdeyse hiç müşterisi yok gibiydi. The old man, who had hardly stepped out of the shop, seemed to have almost no customers. Daracık, karanlık dükkân ile arka tarafta yemeklerini yaptığı, bir sürü döküntünün yanı sıra kocaman borusuyla antika bir gramofonun durduğu ufacık mutfak arasında ruh gibi yaşıyordu. He lived like a soul between the narrow, dark shop and the tiny kitchen in the back, where he made his meals, and an antique gramophone with its huge pipe stood alongside a lot of junk. Birisiyle konuşma olanağı bulmaktan memnun görünüyordu. He seemed content to have a chance to talk to someone. Dükkânı dolduran değersiz nesneler arasında gezinirken, uzun burnu, kalın gözlüğü ve kadife ceketinin içindeki düşük omuzlarıyla, bir esnaftan çok bir koleksiyoncuya benziyordu. With his long nose, thick glasses, and slumped shoulders in his velvet jacket, he looked more like a collector than a shopkeeper as he scrambled through the worthless items that filled the shop. Belli belirsiz bir coşkuyla Winston'a porselen bir şişe tapasını, kırık bir enfiye kutusunun boyalı kapağını ya da çok önce ölmüş bir bebeğin saç telinin bulunduğu, altın taklidi bir madalyonu gösterirdi; satın alır diye değil de, hoşuna gider diye. With vague enthusiasm he would show Winston a porcelain bottle stopper, the painted lid of a broken snuffbox, or a faux-gold locket containing the hair of a long-dead baby; not because he buys it, but because he likes it. Bay Charrington'la sohbet ederken insan eski bir müzik kutusunu dinler gibi oluyordu. Chatting with Mr. Charrington was like listening to an old music box. Sonradan, belleğinin kuytularından unutulmuş çocuk şarkılarından birkaç dize daha çıkarmıştı. Later, he pulled out a few more lines from forgotten children's songs from the depths of his memory. Birinde yirmi dört karatavuktan, birinde boynuzu örselenmiş bir öküzden, birinde de bahtsız bir erkek ardıçkuşunun ölümünden söz ediliyordu. One spoke of the death of twenty-four blackbirds, one of an ox with a damaged horn, and another of the death of an unfortunate male thrush. Ne zaman yeni bir dize okuyacak olsa, alçakgönüllü bir gülümseyişle, "İlginizi çeker diye düşündüm de," diyordu. "I thought you might be interested," she would say with a humble smile whenever she was going to read a new line. Gel gör ki, hiçbirinde birkaç dizeden fazlasını anımsayamıyordu. However, he could not remember more than a few lines in any of them.

Julia da, Winston da, yaşamakta olduklarının uzun sürmeyeceğinin farkındaydılar; bu gerçek hiç akıllarından çıkmıyordu. Both Julia and Winston were aware that their lives would not last long; This fact never crossed their minds. Kimileyin ölümün, üstünde yattıkları yatak kadar yakın olduğunu apaçık duyurmuyorlar, işte o zaman ölümün eşiğinde son bir zevk anını yaşamak isteyen bir karayazgılı gibi, umarsız bir şehvetle birbirlerine sarılıyorlardı. Sometimes they didn't make it clear that death was as close as the bed on which they lay, and that's when they hugged each other with hopeless lust, like a black-destiny wanting one last moment of pleasure on the brink of death. Ama zaman zaman, yalnızca güvende oldukları değil, bu ilişkinin hiç bitmeyeceği yanılsamasına da kapılmıyor değillerdi. But from time to time they were not only given the illusion that they were safe, but that this relationship would never end. İkisi de, bu odada bulundukları sürece başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini sanıyordu. Both of them thought that nothing would happen to them as long as they were in this room. Buraya ulaşmak hem zor hem de tehlikeliydi, ama bu oda onlar için bir sığınaktı. Getting here was both difficult and dangerous, but this room was a haven for them. Winston, kâğıt ağırlığını seyre daldığında, o cam dünyanın içine girilebileceğini ve içine girildi mi de zamanın durdurulabileceğini aklından geçirmişti ya, işte öyle bir şeydi bu da. As Winston contemplated the paperweight, it had occurred to him that one could enter that glass world, and that time could be stopped once one entered, and that's what it was. Sık sık kaçış hayalleri kurmaktan alamıyorlardı kendilerini. They often couldn't help but dream of escape. Talihleri yaver gidebilir ve kurdukları düzeni hayatlarının sonuna kadar sürdürebilirlerdi. They could be lucky and maintain the order they had established for the rest of their lives. Ya da Katharine ölebilir, onlar da bir yolunu bulup evlenebilirlerdi. Or Katharine could die and they could find a way to get married. Ya da birlikte canlarına kıyabilirlerdi. Or they could have killed themselves together. Ya da sırra kadem basıp kimsenin tanıyamayacağı bir kılığa bürünebilir, proleter ağzıyla konuşmayı öğrenip bir fabrikada çalışmaya başlayabilir, arka sokaklardan birinde gözlerden uzak yaşayıp gidebilirlerdi. Or they could disappear into a disguise that no one could recognize, learn to speak with a proletarian tongue, start working in a factory, and live secluded in one of the back streets. Ama ikisi de bunların hepsinin ne kadar saçma olduğunun farkındaydı. But they both knew how absurd it all was. Gerçekte hiçbir kaçış yoktu. There was really no escape. Tek uygulanabilir yol olan intiharı ise akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. They did not even think of suicide, which was the only viable option. Her gün, her saat hayata dört elle sarılmak, gelecekten yoksun olduğunu bile bile günübirlik yaşamayı sürdürmek, tıpkı hava olduğu sürece nefes almayı bırakmamak gibi karşı konulmaz bir içgüdüydü. It was an irresistible instinct to cling to life every day, every hour, to continue living for the day, knowing that there was no future, just like not stopping breathing as long as there was air.