×

Mes naudojame slapukus, kad padėtume pagerinti LingQ. Apsilankę avetainėje Jūs sutinkate su mūsų cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - VII

2. Bölüm - VII

VII

Winston gözyaşları içinde uyanınca, Julia uyur uyanık ona sokuldu, "Neyin var?" gibisinden bir şeyler mırıldandı.

Winston, "Rüya gördüm..." diyecek oldu ve hemen sustu. Gördüğü rüya sözle anlatılamayacak kadar karmaşıktı. Rüyayı gördüğü yetmiyormuş gibi, bir de uyanır uyanmaz rüyadan geriye kalanlar aklına üşüşmüştü.

Hâlâ rüyanın etkisi altında, gözleri kapalı yatıyordu. Bir yaz akşamı yağmurdan sonra uzanıp giden bir kır görünümü gibi, tüm yaşamının gözlerinin önüne serildiği uçsuz bucaksız, aydınlık bir rüyaydı. Her şey cam kâğıt ağırlığının içinde geçiyordu, ama camın yüzeyi gökkubbeydi ve kubbenin altında her şey insanın sonsuz uzaklıkları görebildiği duru, yumuşak bir ışığa boğulmuştu. Rüyada, annesinin kolunu uzatışı, otuz yıl sonra da haber filminde gördüğü Yahudi kadının küçük çocuğu kurşunlardan korumaya çalışırken o hareketi yineleyişi, sonra helikopterlerin ikisini paramparça edişi de vardı; aslında rüya buydu belki de.

"Biliyor musun," dedi, "şu ana kadar annemi benim öldürdüğüme inanıyordum."

Julia, uykulu uykulu, "Neden öldürdün onu?" diye sordu.

"Öldürmedim ki. Yani fiziksel olarak öldürmedim."

Rüyasında, annesini o son görüşünü anımsamıştı ve uyanmasına yakın o son andaki bir sürü küçük olay da zihnine doluşmuştu. Anlaşılan, yıllar boyunca bilincinden bile bile kovmuş olduğu bir anıydı bu. Tarihinden emin değildi, ama o sıralar en azından on, belki de on iki yaşında olmalıydı.

Babası daha önce ortadan kaybolmuştu; ne kadar önceydi, anımsamıyordu. O günlerin patırtılı, gergin ortamını daha iyi anımsıyordu: ikide bir hava akınları karşısında panikleyip metro istasyonlarına sığınmalar, dört bir yandaki moloz yığınları, sokak köşelerine asılan anlaşılmaz bildiriler, aynı renk gömlekler giymiş gençlik çeteleri, fırınların önünde uzayıp giden kuyruklar, arada sırada uzaklardan duyulan makineli tüfek tarrakaları, hepsinden önemlisi de yeterince yiyecek bulunamaması. Öğleden sonraları öteki oğlanlarla birlikte saatlerce çöp tenekeleri ve süprüntü yığınları arasında nasıl dolandıklarını, lahana artıklarını, patates kabuklarını, hatta bazen üstlerindeki pislikleri bir güzel kazıdıkları bayat ekmek kabuklarını nasıl topladıklarını; sonra, hep aynı yerden geçen ve sığır yemi taşıdığını bildikleri kamyonların yolunu bekleyip kamyonlar yoldaki çukurlarda sarsıldıkça dökülen küspeleri nasıl kapıştıklarını anımsıyordu.

Babası ortadan kaybolduğunda, annesi ne şaşkına dönmüş ne de ağıtlar yakmış, ama birden bambaşka biri olup çıkmıştı. Sanki ruhunu yitirmişti. Gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunu bildiği bir olayı beklediğini Winston bile anlamıştı. Yapılması gereken bütün işleri yapıyordu: Yemek pişiriyor, çamaşır yıkıyor, giysileri onarıp sökükleri dikiyor, yatağı yapıyor, yerleri süpürüyor, şöminenin önünü temizliyor, ama bütün bunları hep ağırdan alarak ve gereksiz davranışlardan kaçınarak, sanki kendi başına hareket eden bir vitrin mankeni gibi yapıyordu. İri, endamlı bedeni kendiliğinden durağanlaşmıştı sanki. Bazen Winston'ın iki üç yaşlarındaki minik, hastalıklı, sesi soluğu çıkmayan, yüzü kaşık kadar kalmış kız kardeşini kucağına alıp yatakta hiç kımıldamadan saatlerce oturuyordu. Arada sırada da hiçbir şey söylemeden Winston'ı kollarına alıp göğsüne bastırıyordu. Winston, çocuk bencilliğiyle bile, bunun, olması beklenen ama hiç sözü edilmeyen o olayla bağıntılı olduğunu sezebiliyordu.

Oturdukları odayı, nerdeyse yarısını beyaz örtülü bir yatağın kapladığı o karanlık odayı anımsıyordu. Odada ayaklı bir gazocağı, yiyeceklerin konduğu bir raf, dışarıdaki sahanlıkta da, başka odalarla ortaklaşa kullanılan, kahverengi fayanstan bir lavabo vardı. Annesinin, heykelsi gövdesiyle gazocağının üzerine eğilmiş, tencereyi karıştırdığını anımsıyordu. Ama sürekli açlık çekmeleri, yemek vakti geldiğinde birbirlerine girmeleri hiç aklından çıkmıyordu. Annesine ikide bir mızırdanarak neden daha fazla yemek olmadığını sorar, kadıncağıza öfkeyle bağırıp çağırır (erken yaşta çatlamaya başlayan, dahası bazen boğuklaşan sesinin tonunu bile anımsıyordu) ya da payına düşenden fazlasını kapabilmek için burnunu çeke çeke ağlayarak kendini acındırmaya çalışırdı. Annesi ona payından fazlasını vermeye çoktan hazırdı. Aslan payını "oğlan"ın almasından daha doğal ne olabilirdi ki? Ama o ne kadar verilse doymaz, hep daha da fazlasını isterdi. Annesi her yemekte, bencillik etmemesi, kız kardeşinin hasta olduğunu, onun da beslenmesi gerektiğini unutmaması için yalvarırdı, ama ne fayda. Annesi tabağına yemek koymayı kesince, gözleri yuvalarından fırlayarak bağırır, tencereyle kepçeyi elinden kapmaya kalkışır, kız kardeşinin tabağındakileri aşırırdı. Annesiyle kardeşini aç bıraktığının farkındaydı, ama kendine engel olamadığı gibi, bunu bir hak olarak görüyordu. Sanki karnının sürekli zil çalması ona böyle bir hak veriyordu. İki yemek arasında, annesi uyanık davranmazsa, gidip gidip raftan yiyecek yürütürdü.

Bir keresinde, çikolata tayını dağıtılmıştı. Haftalardır, belki aylardır ilk kez dağıtılıyordu. O ufacık ama çok değerli çikolata parçasını çok iyi anımsıyordu. İki onsluk parçanın (o günlerde hâlâ ons diyorlardı) üçü arasında paylaşılması gerekiyordu. Belli ki, üç eşit dilime bölünecekti. Winston birden çikolatanın tümünün kendisine verilmesi gerektiğini söyleyerek bas bas bağırmaya başlamıştı; sanki kendisi değil de, başka biriydi kıyameti koparan. Annesi açgözlülük etmemesini söylüyordu, ama neye yarar; Winston yaygarayı basıyor, ciyaklıyor, sızlanıp yakınıyor, pazarlık ediyor, çekişme uzayıp gidiyordu. Minicik kız kardeşi, tıpkı bir maymun yavrusu gibi annesine sımsıkı sarılmış, iri, hüzünlü gözleriyle annesinin omzu üzerinden Winston'a bakıyordu. Sonunda annesi çikolatanın dörtte üçünü Winston'a, dörtte birini de kız kardeşine vermişti. Küçük kız çikolatayı alıp belki ne olduğunu bile anlamadan boş boş bakıyordu ki, Winston bir an izledikten sonra ansızın atılıp çikolatayı kız kardeşinin elinden kapmış, kapıya doğru fırlamıştı.

Annesi, arkasından, "Winston, Winston!" diye seslenmişti. "Çabuk buraya gel! Çikolatasını hemen geri ver kardeşine!"

Winston olduğu yerde kalmış, ama geri gelmemişti. Annesi gözünü gözüne dikmişti. Winston, o anda bile, bir şeyler olacağını seziyor, ama ne olacağını bilemiyordu. Elinden bir şey kapıldığını fark eden kız kardeşi usul usul ağlamaya başlamıştı. Annesi çocuğu kollarına almış, bağrına basmıştı. Winston, annesinin bu davranışından, kız kardeşinin ölmekte olduğunu sezmiş; elinde yapış yapış olan çikolatayla merdivenden aşağı fırlamış, kaçıp gitmişti.

Annesini bir daha görmemişti. Çikolatayı mideye indirdikten sonra kendinden utanmış, karnı acıkıncaya kadar saatlerce sokaklarda dolanıp durmuştu. Eve döndüğünde, annesi ortadan kaybolmuştu. O günlerde bu tür ortadan kayboluşlar artık olağan sayılmaya başlamıştı. Annesi ve kız kardeşi dışında odada her şey yerli yerindeydi. Yanlarına hiçbir giysi almamışlardı, annesinin mantosu bile duruyordu. Winston annesinin ölüp ölmediği konusunda hâlâ kesin bir bilgi edinebilmiş değildi. Bir çalışma kampına gönderilmiş olması pekâlâ mümkündü. Kız kardeşi ise, tıpkı Winston gibi, iç savaşla birlikte ortaya çıkan, evsiz barksız çocukların gönderildiği (Islahevi dedikleri) yurtlardan birini boylamış olabilirdi; belki de annesiyle birlikte çalışma kampına gönderilmiş ya da bir köşede ölüme terk edilmişti.

Gördüğü rüya hâlâ olanca canlılığıyla aklındaydı, özellikle de tüm anlamın saklı olduğu o koruyucu kol hareketi. Aklına, iki ay önce gördüğü bir başka rüya düştü. Annesi, tıpkı çocuğu göğsüne bastırarak soluk, beyaz örtülü yatakta oturduğu gibi , Winston'ın çok aşağılarında bir yerde, batık gemide oturmuş, gittikçe derinlere gömülmekte, ama giderek kararan suların içinden hâlâ yukarılara, ona doğru bakmaktaydı.

Winston, Julia'ya, annesinin ortadan kayboluşunu anlattı. Julia, gözlerini açmadan, yatağın içinde dönenip daha rahat bir konuma geçti.

Duyulur duyulmaz bir sesle, "Belli ki, o zamanlar azgın canavarın tekiymişsin," dedi. "Bütün çocuklar canavardır."

"Evet. Ama asıl hikâye..."

Julia'nın soluyuşundan yeniden uykuya dalmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Oysa Winston annesinden söz etmeyi sürdürmek istiyordu. Anımsadığı kadarıyla, annesinin olağanüstü bir kadın olduğunu sanmıyordu, hele zeki bir kadın olduğu hiç söylenemezdi; yine de, tümüyle kendine özgü davranışlarından kaynaklanan bir soyluluk, bir eldeğmemişlik vardı onda. Duyguları sahiciydi ve dış etkilerle değiştirilmesi olanaksızdı. Onun gözünde, bir davranış sırf etkisiz olduğu için anlamını yitirmezdi. Birini seviyorsan gerçekten severdin, verecek başka hiçbir şeyin yoksa bile sevgin yeterdi. Verecek çikolata kalmadığında, annesi çocuğu sımsıkı göğsüne bastırmıştı. Bunun hiçbir yararı yoktu, hiçbir şeyi değiştirmiyordu, çikolatayı geri getirmiyordu, çocuğun ya da kendisinin ölümünü önlemiyordu; ama böylesi ona doğal geliyordu. Mültecilerle dolu gemideki kadın da, mermilerden korumayacağını bile bile, küçük çocuğu kollarının arasına almıştı. Parti'nin yaptığı en korkunç şeylerden biri de, sizi içgüdülerin, duyguların hiçbir işe yaramayacağına inandırmak, ama aynı zamanda sizi maddi dünya karşısında tümden güçsüz kılmaktı. Bir kez Parti'nin buyruğu altına girdiniz mi, ne hissettiğiniz ya da ne hissetmediğiniz, ne yaptığınız ya da ne yapmaktan kaçındığınız hiç fark etmiyordu. Ne yaparsanız yapın ortadan kayboluyordunuz; siz de silinip gidiyordunuz, yaptıklarınız da. Tarihin akışının dışına atılıyordunuz. Ve daha iki kuşak öncesine kadar bunun insanlar için en küçük bir önemi yoktu, çünkü tarihi değiştirmeye kalkışmıyorlardı. Onları çekip çeviren, sorgulamayı akıllarından geçirmedikleri özel bağlılıklardı. Asıl önemli olan, kişisel ilişkilerdi; hiçbir işe yaramayacak bir hareketin, birini kollarına almanın, dökülen bir gözyaşının, ölmekte olan birine söylenen bir sözün bir değeri olabiliyordu. Winston, birden, proleterlerin hâlâ böyle olduklarını fark etti. Bir partiye, bir ülkeye ya da bir düşünceye değil, birbirlerine bağlıydılar. Winston, hayatında ilk kez, proleterleri aşağılamadığını ya da onları yalnızca, bir gün zembereğinden boşanıp dünyayı yeniden yaratması beklenen durağan bir güç olarak görmediğini düşündü. Proleterler insan kalmışlardı. Yürekleri katılaşmamıştı. Şimdi kendisinin özel bir çaba göstererek yeniden edinmeye çalıştığı ilkel duygulara tutunmuşlardı. Winston, bunu düşünürken, hiçbir ilgisi yokken, birkaç hafta önce kaldırımda gördüğü ve bir lahana sapıymışçasına bir tekmede yolun kıyısına attığı kopuk eli anımsadı.

"Proleterler insan," dedi sesini yükselterek. "Biz insan değiliz."

Yeniden uyanmış olan Julia, "Neden?" diye soracak oldu.

Winston, biraz duraksadıktan sonra, "Hiç düşündün mü?" dedi. "En iyisi, buradan bir an önce çıkıp gitmemiz, bir daha da birbirimizi görmememiz sanırım."

"Evet, sevgilim, hem de kaç kere düşündüm. Ama biç niyetim yok öyle yapmaya."

"Şimdiye kadar talihimiz yaver gitti," dedi Winston, "ama böyle sürüp gitmez. Sen gençsin. Doğal ve masum bir görünüşün var. Benim gibilerinden uzak durursan, bir elli yıl daha yaşayabilirsin."

"Olmaz. Ben her şeyi düşündüm. Sen nereye, ben oraya. Ayrıca, o kadar da kapıp koyverme kendini. Ben hayatta kalmayı beceririm."

"Kim bilir, altı ay, belki bir yıl daha birlikte olabiliriz. Ama sonunda ayrılmak zorunda kalacağımız belli. Ne kadar yalnız kalacağımızın farkında mısın? Bizi yakaladıkları zaman birbirimiz için hiçbir şey, ama hiçbir şey yapamayacağız. Ben konuşsam da, konuşmasam da seni kurşuna dizerler. Ne yapsam, ne söylesem ya da ne söylemesem, seni öldürmelerini engelleyemem. Birbirimizin yaşayıp yaşamadığını bile bilemeyeceğiz. Elimiz ermeyecek, gücümüz yetmeyecek. Önemli olan bir tek şey var, o da hiçbir yararı olmasa bile birbirimize ihanet etmemek."

"İtiraf etmekten söz ediyorsan, bülbül gibi öteceğiz," dedi Julia. "Önünde sonunda herkes itiraf eder. Engel olamazsın. İşkenceden geçiriyorlar insanı."

"İtiraf etmekten söz etmiyorum. İtiraf, ihanet değildir. Ne söylediğin ya da ne yaptığın önemli değil; yalnızca duygulardır önemli olan. Beni seni sevmekten caydırırlarsa, işte o zaman gerçekten ihanet etmiş olurum."

Julia, iyice düşündükten sonra, "Bunu yapamazlar," dedi. "Bunu asla yapamazlar. Sana her şeyi, ama her şeyi söyletebilirler, ama seni beni sevmediğine inandıramazlar. İçine giremezler."

Winston, biraz umutlanarak, "Evet," dedi, "evet, çok haklısın. İnsanın içine giremezler. Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir."

Her şeyi sürekli dinleyen tele-ekranı düşündü. Seni gece gündüz gözetleyebilirlerdi, ama soğukkanlılığını koruduğun sürece onları atlatabilirdin. O kadar zeki olmalarına karşın, insanın aklından geçenleri okumanın sırrını çözmeyi becerememişlerdi. Kim bilir, belki de ellerine düştüğünüzde böyle olmuyordu. Sevgi Bakanlığı'nda neler olup bittiğini bilen yoktu, ama yine de kestirmek o kadar zor olmasa gerekti: Herhalde işkenceden geçiriyorlar, ilaçlar veriyorlar, duyarlı aygıtlarla sinirsel tepkilerinizi ölçüyorlar, uykusuz ve yalnız bırakarak, sürekli sorguya çekerek yavaş yavaş bitkin düşürüyorlardı. Gerçekler, ne yaparsanız yapın, gizlenemezdi. Araştırıp kovuşturarak ortaya çıkarılabilir, işkence yaparak sizden sökülüp alınabilirdi. Ama amacınız hayatta kalmak değil de insan kalmaksa, sonuçta ne fark ederdi ki? Duygularınızı değiştirmeleri olanaksızdı; siz kendiniz bile değiştiremezdiniz duygularınızı, isteseniz bile. Yaptığınız, söylediğiniz ya da düşündüğünüz her şeyi en küçük ayrıntısına kadar açığa çıkarabilirlerdi; ama nasıl işlediğini sizin bile bilmediğiniz, yüreğinizin içi, sırrını korurdu.


2. Bölüm - VII

VII

Winston gözyaşları içinde uyanınca, Julia uyur uyanık ona sokuldu, "Neyin var?" As Winston awoke in tears, Julia snuggled up next to him, "What's wrong?" gibisinden bir şeyler mırıldandı. muttered something like that.

Winston, "Rüya gördüm..." diyecek oldu ve hemen sustu. “I dreamed…” Winston began to say, and quickly fell silent. Gördüğü rüya sözle anlatılamayacak kadar karmaşıktı. His dream was too complex to be explained in words. Rüyayı gördüğü yetmiyormuş gibi, bir de uyanır uyanmaz rüyadan geriye kalanlar aklına üşüşmüştü. As if he hadn't had the dream enough, the remnants of the dream flooded his mind as soon as he awoke.

Hâlâ rüyanın etkisi altında, gözleri kapalı yatıyordu. Still under the influence of the dream, he lay with his eyes closed. Bir yaz akşamı yağmurdan sonra uzanıp giden bir kır görünümü gibi, tüm yaşamının gözlerinin önüne serildiği uçsuz bucaksız, aydınlık bir rüyaydı. It was a vast, luminous dream in which his whole life unfolded before his eyes, like a landscape stretching out after a rain on a summer evening. Her şey cam kâğıt ağırlığının içinde geçiyordu, ama camın yüzeyi gökkubbeydi ve kubbenin altında her şey insanın sonsuz uzaklıkları görebildiği duru, yumuşak bir ışığa boğulmuştu. Everything was passing in the glass paperweight, but the surface of the glass was the dome of the sky, and under the dome everything was bathed in a clear, soft light from which one could see infinite distances. Rüyada, annesinin kolunu uzatışı, otuz yıl sonra da haber filminde gördüğü Yahudi kadının küçük çocuğu kurşunlardan korumaya çalışırken o hareketi yineleyişi, sonra helikopterlerin ikisini paramparça edişi de vardı; aslında rüya buydu belki de. In the dream, there was also his mother's stretching out her arm, and thirty years later the Jewish woman she saw in the newsreel trying to protect the little boy from bullets, repeating that gesture, then smashing both of the helicopters; Actually, maybe that was the dream.

"Biliyor musun," dedi, "şu ana kadar annemi benim öldürdüğüme inanıyordum." "You know," he said, "I believed until now I killed my mother."

Julia, uykulu uykulu, "Neden öldürdün onu?" "Why did you kill him?" Julia said sleepily. diye sordu. she asked.

"Öldürmedim ki. "I didn't kill it. Yani fiziksel olarak öldürmedim." So I didn't physically kill it."

Rüyasında, annesini o son görüşünü anımsamıştı ve uyanmasına yakın o son andaki bir sürü küçük olay da zihnine doluşmuştu. In his dream, he remembered the last time he had seen his mother, and many small events of that last moment near his awakening flooded his mind. Anlaşılan, yıllar boyunca bilincinden bile bile kovmuş olduğu bir anıydı bu. Apparently, it was a memory he had deliberately dismissed from his consciousness over the years. Tarihinden emin değildi, ama o sıralar en azından on, belki de on iki yaşında olmalıydı. He wasn't sure of the date, but he must have been at least ten, perhaps twelve at the time.

Babası daha önce ortadan kaybolmuştu; ne kadar önceydi, anımsamıyordu. His father had disappeared before; How long ago, he couldn't remember. O günlerin patırtılı, gergin ortamını daha iyi anımsıyordu: ikide bir hava akınları karşısında panikleyip metro istasyonlarına sığınmalar, dört bir yandaki moloz yığınları, sokak köşelerine asılan anlaşılmaz bildiriler, aynı renk gömlekler giymiş gençlik çeteleri, fırınların önünde uzayıp giden kuyruklar, arada sırada uzaklardan duyulan makineli tüfek tarrakaları, hepsinden önemlisi de yeterince yiyecek bulunamaması. He remembered better the tumultuous and tense atmosphere of those days: panicking in the face of air raids and sheltering in subway stations, piles of rubble all around, obscure notices hung on street corners, gangs of youth in uniform shirts, long queues in front of bakeries, occasional machine guns heard from far away. rifle tarrakas, and above all the lack of food. Öğleden sonraları öteki oğlanlarla birlikte saatlerce çöp tenekeleri ve süprüntü yığınları arasında nasıl dolandıklarını, lahana artıklarını, patates kabuklarını, hatta bazen üstlerindeki pislikleri bir güzel kazıdıkları bayat ekmek kabuklarını nasıl topladıklarını; sonra, hep aynı yerden geçen ve sığır yemi taşıdığını bildikleri kamyonların yolunu bekleyip kamyonlar yoldaki çukurlarda sarsıldıkça dökülen küspeleri nasıl kapıştıklarını anımsıyordu. How they spent hours in the afternoons wandering among the garbage cans and piles of rubbish with the other boys, picking up cabbage scraps, potato skins, sometimes even crusts of stale bread, which they scraped off the dirt; then he remembered how they had waited for the way of trucks that they knew were carrying cattle feed, always passing the same place, and snatched up the spilled pulp as the trucks jolted in the potholes in the road.

Babası ortadan kaybolduğunda, annesi ne şaşkına dönmüş ne de ağıtlar yakmış, ama birden bambaşka biri olup çıkmıştı. When her father disappeared, her mother was neither shocked nor lamented, but suddenly she was a different person. Sanki ruhunu yitirmişti. It was as if he had lost his soul. Gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunu bildiği bir olayı beklediğini Winston bile anlamıştı. Even Winston knew he was waiting for an event that he knew was inevitable. Yapılması gereken bütün işleri yapıyordu: Yemek pişiriyor, çamaşır yıkıyor, giysileri onarıp sökükleri dikiyor, yatağı yapıyor, yerleri süpürüyor, şöminenin önünü temizliyor, ama bütün bunları hep ağırdan alarak ve gereksiz davranışlardan kaçınarak, sanki kendi başına hareket eden bir vitrin mankeni gibi yapıyordu. She did all the work that needed to be done: cooking, doing the laundry, mending and sewing, making the bed, vacuuming the floors, cleaning in front of the fireplace, but always doing it slowly and avoiding unnecessary behavior, as if she were a mannequin moving on its own. İri, endamlı bedeni kendiliğinden durağanlaşmıştı sanki. It was as if his large, stout body had become stagnant by itself. Bazen Winston'ın iki üç yaşlarındaki minik, hastalıklı, sesi soluğu çıkmayan, yüzü kaşık kadar kalmış kız kardeşini kucağına alıp yatakta hiç kımıldamadan saatlerce oturuyordu. Sometimes he would sit on the bed for hours without moving, holding Winston's little, sickly, voiceless, spoonful-faced little sister, about two or three years old. Arada sırada da hiçbir şey söylemeden Winston'ı kollarına alıp göğsüne bastırıyordu. Every now and then he would take Winston in his arms and press him to his chest without saying a word. Winston, çocuk bencilliğiyle bile, bunun, olması beklenen ama hiç sözü edilmeyen o olayla bağıntılı olduğunu sezebiliyordu. Even in his childish selfishness Winston could sense that it was connected with the event that was supposed to happen but was never mentioned.

Oturdukları odayı, nerdeyse yarısını beyaz örtülü bir yatağın kapladığı o karanlık odayı anımsıyordu. He remembered the room they were sitting in, the dark room almost half of which was covered by a white covered bed. Odada ayaklı bir gazocağı, yiyeceklerin konduğu bir raf, dışarıdaki sahanlıkta da, başka odalarla ortaklaşa kullanılan, kahverengi fayanstan bir lavabo vardı. There was a freestanding gas stove in the room, a shelf for groceries, and a brown tile sink on the outside landing that was shared with other rooms. Annesinin, heykelsi gövdesiyle gazocağının üzerine eğilmiş, tencereyi karıştırdığını anımsıyordu. He remembered his mother, with her sculptural body bent over the gas stove, stirring the pot. Ama sürekli açlık çekmeleri, yemek vakti geldiğinde birbirlerine girmeleri hiç aklından çıkmıyordu. But it never occurred to him that they were always hungry, and that they would fight each other when it was time to eat. Annesine ikide bir mızırdanarak neden daha fazla yemek olmadığını sorar, kadıncağıza öfkeyle bağırıp çağırır (erken yaşta çatlamaya başlayan, dahası bazen boğuklaşan sesinin tonunu bile anımsıyordu) ya da payına düşenden fazlasını kapabilmek için burnunu çeke çeke ağlayarak kendini acındırmaya çalışırdı. He would whine and ask his mother why there was no more food, yell at her angrily (he even recalled the tone of her voice that started cracking at an early age, and sometimes hoarse), or he would try to hurt himself by sighing to get more than his fair share. Annesi ona payından fazlasını vermeye çoktan hazırdı. His mother was already ready to give him more than his share. Aslan payını "oğlan"ın almasından daha doğal ne olabilirdi ki? What could be more natural than for the "boy" to take the lion's share? Ama o ne kadar verilse doymaz, hep daha da fazlasını isterdi. But no matter how much he was given, he always wanted more. Annesi her yemekte, bencillik etmemesi, kız kardeşinin hasta olduğunu, onun da beslenmesi gerektiğini unutmaması için yalvarırdı, ama ne fayda. At every meal, her mother begged her not to be selfish, not to forget that her sister was sick and she needed to be fed, but to no avail. Annesi tabağına yemek koymayı kesince, gözleri yuvalarından fırlayarak bağırır, tencereyle kepçeyi elinden kapmaya kalkışır, kız kardeşinin tabağındakileri aşırırdı. When her mother stopped putting food on her plate, she would scream with her eyes bulging out of their sockets, try to snatch the saucepan and ladle from her hand, and snatch the contents of her sister's plate. Annesiyle kardeşini aç bıraktığının farkındaydı, ama kendine engel olamadığı gibi, bunu bir hak olarak görüyordu. He was aware that he was starving his mother and brother, but he could not help himself and saw it as a right. Sanki karnının sürekli zil çalması ona böyle bir hak veriyordu. It was as if the constant ringing of his stomach gave him such a right. İki yemek arasında, annesi uyanık davranmazsa, gidip gidip raftan yiyecek yürütürdü. Between two meals, if his mother wasn't vigilant, he would go and walk the food off the shelf.

Bir keresinde, çikolata tayını dağıtılmıştı. Once, the chocolate ration was handed out. Haftalardır, belki aylardır ilk kez dağıtılıyordu. It was being distributed for the first time in weeks, maybe months. O ufacık ama çok değerli çikolata parçasını çok iyi anımsıyordu. He remembered very well that tiny but precious piece of chocolate. İki onsluk parçanın (o günlerde hâlâ ons diyorlardı) üçü arasında paylaşılması gerekiyordu. A two-ounce piece (they still called an ounce in those days) had to be shared between the three. Belli ki, üç eşit dilime bölünecekti. Obviously, it would be divided into three equal slices. Winston birden çikolatanın tümünün kendisine verilmesi gerektiğini söyleyerek bas bas bağırmaya başlamıştı; sanki kendisi değil de, başka biriydi kıyameti koparan. Winston suddenly began to shout loudly that all the chocolate should be given to him; as if it wasn't him but someone else who broke the hell out. Annesi açgözlülük etmemesini söylüyordu, ama neye yarar; Winston yaygarayı basıyor, ciyaklıyor, sızlanıp yakınıyor, pazarlık ediyor, çekişme uzayıp gidiyordu. His mother was telling him not to be greedy, but what's the use; Winston was clamoring, squealing, whining and complaining, bargaining, and the quarrel went on. Minicik kız kardeşi, tıpkı bir maymun yavrusu gibi annesine sımsıkı sarılmış, iri, hüzünlü gözleriyle annesinin omzu üzerinden Winston'a bakıyordu. Her little sister was hugging her mother tightly like a monkey cub, her big sad eyes looking over her mother's shoulder at Winston. Sonunda annesi çikolatanın dörtte üçünü Winston'a, dörtte birini de kız kardeşine vermişti. In the end, her mother gave three-quarters of the chocolate to Winston and one-fourth to her sister. Küçük kız çikolatayı alıp belki ne olduğunu bile anlamadan boş boş bakıyordu ki, Winston bir an izledikten sonra ansızın atılıp çikolatayı kız kardeşinin elinden kapmış, kapıya doğru fırlamıştı. The little girl took the chocolate and stared blankly, perhaps not even knowing what it was, when Winston had watched for a moment, then suddenly jumped, snatched the chocolate from her sister's hand, and dashed towards the door.

Annesi, arkasından, "Winston, Winston!" "Winston, Winston!" diye seslenmişti. he had called. "Çabuk buraya gel! "Come here quick! Çikolatasını hemen geri ver kardeşine!" Give your brother back his chocolate now!"

Winston olduğu yerde kalmış, ama geri gelmemişti. Winston remained where he was, but did not come back. Annesi gözünü gözüne dikmişti. His mother had her eyes on him. Winston, o anda bile, bir şeyler olacağını seziyor, ama ne olacağını bilemiyordu. Even then, Winston sensed something was going to happen, but he didn't know what. Elinden bir şey kapıldığını fark eden kız kardeşi usul usul ağlamaya başlamıştı. Realizing that she had taken something from her hand, her sister began to cry softly. Annesi çocuğu kollarına almış, bağrına basmıştı. The mother took the child in her arms and embraced her. Winston, annesinin bu davranışından, kız kardeşinin ölmekte olduğunu sezmiş; elinde yapış yapış olan çikolatayla merdivenden aşağı fırlamış, kaçıp gitmişti. Winston sensed from his mother's behavior that his sister was dying; He had run off the stairs with the sticky chocolate in his hand.

Annesini bir daha görmemişti. He never saw his mother again. Çikolatayı mideye indirdikten sonra kendinden utanmış, karnı acıkıncaya kadar saatlerce sokaklarda dolanıp durmuştu. After swallowing the chocolate, he was ashamed of himself and wandered the streets for hours until he was hungry. Eve döndüğünde, annesi ortadan kaybolmuştu. When he returned home, his mother had disappeared. O günlerde bu tür ortadan kayboluşlar artık olağan sayılmaya başlamıştı. In those days, such disappearances were now considered commonplace. Annesi ve kız kardeşi dışında odada her şey yerli yerindeydi. Except for his mother and sister, everything was in place in the room. Yanlarına hiçbir giysi almamışlardı, annesinin mantosu bile duruyordu. They hadn't taken any clothes with them, even her mother's coat. Winston annesinin ölüp ölmediği konusunda hâlâ kesin bir bilgi edinebilmiş değildi. Winston was still unsure whether his mother had died or not. Bir çalışma kampına gönderilmiş olması pekâlâ mümkündü. It was quite possible that he was sent to a labor camp. Kız kardeşi ise, tıpkı Winston gibi, iç savaşla birlikte ortaya çıkan, evsiz barksız çocukların gönderildiği (Islahevi dedikleri) yurtlardan birini boylamış olabilirdi; belki de annesiyle birlikte çalışma kampına gönderilmiş ya da bir köşede ölüme terk edilmişti. His sister, on the other hand, might have ended up in one of the dormitories (which they called the Reformatory), which emerged with the civil war, and where homeless children were sent, just like Winston; maybe he was sent to a labor camp with his mother or left to die in a corner.

Gördüğü rüya hâlâ olanca canlılığıyla aklındaydı, özellikle de tüm anlamın saklı olduğu o koruyucu kol hareketi. The dream he had had was still vividly in his mind, especially that protective arm gesture where all the meaning was hidden. Aklına, iki ay önce gördüğü bir başka rüya düştü. Another dream he had two months ago came to his mind. Annesi, tıpkı çocuğu göğsüne bastırarak soluk, beyaz örtülü yatakta oturduğu gibi , Winston'ın çok aşağılarında bir yerde, batık gemide oturmuş, gittikçe derinlere gömülmekte, ama giderek kararan suların içinden hâlâ yukarılara, ona doğru bakmaktaydı. His mother sat in the sunken ship, far below Winston, just as she sat on the pale, white-covered bed with the child pressed to her breast, sinking deeper and deeper, but still looking up at him through the darkening waters.

Winston, Julia'ya, annesinin ortadan kayboluşunu anlattı. Winston told Julia about her mother's disappearance. Julia, gözlerini açmadan, yatağın içinde dönenip daha rahat bir konuma geçti. Without opening her eyes, Julia spun around in the bed and settled into a more comfortable position.

Duyulur duyulmaz bir sesle, "Belli ki, o zamanlar azgın canavarın tekiymişsin," dedi. “Obviously you were a raging beast back then,” he said audibly. "Bütün çocuklar canavardır." "All children are monsters."

"Evet. "Yes. Ama asıl hikâye..." But the real story is..."

Julia'nın soluyuşundan yeniden uykuya dalmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Julia's breathing showed that she was about to fall asleep again. Oysa Winston annesinden söz etmeyi sürdürmek istiyordu. Yet Winston wanted to keep talking about his mother. Anımsadığı kadarıyla, annesinin olağanüstü bir kadın olduğunu sanmıyordu, hele zeki bir kadın olduğu hiç söylenemezdi; yine de, tümüyle kendine özgü davranışlarından kaynaklanan bir soyluluk, bir eldeğmemişlik vardı onda. As he remembered, he did not think that his mother was an extraordinary woman, least of all that she was an intelligent woman; yet there was in him a nobility, an untouchedness, which emanated entirely from his idiosyncratic behavior. Duyguları sahiciydi ve dış etkilerle değiştirilmesi olanaksızdı. His feelings were genuine and could not be changed by external influences. Onun gözünde, bir davranış sırf etkisiz olduğu için anlamını yitirmezdi. In his eyes, an act did not lose its meaning simply because it was ineffective. Birini seviyorsan gerçekten severdin, verecek başka hiçbir şeyin yoksa bile sevgin yeterdi. If you loved someone, you would truly love them, even if you had nothing else to give, your love was enough. Verecek çikolata kalmadığında, annesi çocuğu sımsıkı göğsüne bastırmıştı. When there was no more chocolate to give, his mother held the boy tightly to her chest. Bunun hiçbir yararı yoktu, hiçbir şeyi değiştirmiyordu, çikolatayı geri getirmiyordu, çocuğun ya da kendisinin ölümünü önlemiyordu; ama böylesi ona doğal geliyordu. It was of no use, it did not change anything, it did not bring back the chocolate, it did not prevent the death of the child or himself; but it just seemed natural to him. Mültecilerle dolu gemideki kadın da, mermilerden korumayacağını bile bile, küçük çocuğu kollarının arasına almıştı. The woman on board the ship full of refugees also took the little boy in her arms, knowing that she would not protect him from bullets. Parti'nin yaptığı en korkunç şeylerden biri de, sizi içgüdülerin, duyguların hiçbir işe yaramayacağına inandırmak, ama aynı zamanda sizi maddi dünya karşısında tümden güçsüz kılmaktı. One of the most terrible things the Party did was to make you believe that instincts and feelings were useless, but at the same time render you completely powerless in the face of the material world. Bir kez Parti'nin buyruğu altına girdiniz mi, ne hissettiğiniz ya da ne hissetmediğiniz, ne yaptığınız ya da ne yapmaktan kaçındığınız hiç fark etmiyordu. Once you were under the command of the Party, it made no difference what you felt or didn't feel, what you did or what you refrained from doing. Ne yaparsanız yapın ortadan kayboluyordunuz; siz de silinip gidiyordunuz, yaptıklarınız da. No matter what you did, you were disappearing; you were also fading away, and so were your actions. Tarihin akışının dışına atılıyordunuz. You were being thrown out of the flow of history. Ve daha iki kuşak öncesine kadar bunun insanlar için en küçük bir önemi yoktu, çünkü tarihi değiştirmeye kalkışmıyorlardı. And it didn't matter to people in the least until two generations ago, because they weren't trying to change history. Onları çekip çeviren, sorgulamayı akıllarından geçirmedikleri özel bağlılıklardı. It was the special attachments they hadn't thought of questioning that drove them. Asıl önemli olan, kişisel ilişkilerdi; hiçbir işe yaramayacak bir hareketin, birini kollarına almanın, dökülen bir gözyaşının, ölmekte olan birine söylenen bir sözün bir değeri olabiliyordu. Winston, birden, proleterlerin hâlâ böyle olduklarını fark etti. Winston suddenly realized that the proletarians were still like that. Bir partiye, bir ülkeye ya da bir düşünceye değil, birbirlerine bağlıydılar. They belonged not to a party, a country, or an idea, but to each other. Winston, hayatında ilk kez, proleterleri aşağılamadığını ya da onları yalnızca, bir gün zembereğinden boşanıp dünyayı yeniden yaratması beklenen durağan bir güç olarak görmediğini düşündü. For the first time in his life, Winston thought that he did not despise the proletarians or see them simply as a stagnant force expected to one day break free from its mainspring and remake the world. Proleterler insan kalmışlardı. The proletarians remained human. Yürekleri katılaşmamıştı. Their hearts were not hardened. Şimdi kendisinin özel bir çaba göstererek yeniden edinmeye çalıştığı ilkel duygulara tutunmuşlardı. They were now clinging to the primal feelings that he had made a special effort to recapture. Winston, bunu düşünürken, hiçbir ilgisi yokken, birkaç hafta önce kaldırımda gördüğü ve bir lahana sapıymışçasına bir tekmede yolun kıyısına attığı kopuk eli anımsadı. As he thought about it, Winston remembered, unrelated to it, the severed hand he had seen on the pavement a few weeks earlier and kicked to the side of the road as if it were a cabbage stalk.

"Proleterler insan," dedi sesini yükselterek. “Proletarians are people,” he said, raising his voice. "Biz insan değiliz." "We are not human."

Yeniden uyanmış olan Julia, "Neden?" Reawakened, Julia asked, "Why?" diye soracak oldu. he was going to ask.

Winston, biraz duraksadıktan sonra, "Hiç düşündün mü?" dedi. said. "En iyisi, buradan bir an önce çıkıp gitmemiz, bir daha da birbirimizi görmememiz sanırım." "I think it's best if we get out of here as soon as possible and never see each other again."

"Evet, sevgilim, hem de kaç kere düşündüm. "Yes, darling, how many times have I thought about it. Ama biç niyetim yok öyle yapmaya." But I have no intention of doing so."

"Şimdiye kadar talihimiz yaver gitti," dedi Winston, "ama böyle sürüp gitmez. "We've had good luck so far," said Winston, "but it doesn't go on like that. Sen gençsin. Doğal ve masum bir görünüşün var. You have a natural and innocent look. Benim gibilerinden uzak durursan, bir elli yıl daha yaşayabilirsin." If you stay away from people like me, you might live another fifty years."

"Olmaz. "Impossible. Ben her şeyi düşündüm. I thought of everything. Sen nereye, ben oraya. Where you go, I go there. Ayrıca, o kadar da kapıp koyverme kendini. Also, don't get so carried away. Ben hayatta kalmayı beceririm." I can survive."

"Kim bilir, altı ay, belki bir yıl daha birlikte olabiliriz. "Who knows, we could be together for another six months, maybe another year. Ama sonunda ayrılmak zorunda kalacağımız belli. But it's clear that we're going to have to part in the end. Ne kadar yalnız kalacağımızın farkında mısın? Do you realize how lonely we will be? Bizi yakaladıkları zaman birbirimiz için hiçbir şey, ama hiçbir şey yapamayacağız. When they catch us, we won't be able to do anything, anything, for each other. Ben konuşsam da, konuşmasam da seni kurşuna dizerler. Whether I speak or not, they will shoot you. Ne yapsam, ne söylesem ya da ne söylemesem, seni öldürmelerini engelleyemem. Whatever I do, say or don't say, I can't stop them from killing you. Birbirimizin yaşayıp yaşamadığını bile bilemeyeceğiz. We won't even know if each other is alive or not. Elimiz ermeyecek, gücümüz yetmeyecek. We won't be able to handle it, we won't be able to. Önemli olan bir tek şey var, o da hiçbir yararı olmasa bile birbirimize ihanet etmemek." The only thing that matters is that we don't betray each other, even if it's no use."

"İtiraf etmekten söz ediyorsan, bülbül gibi öteceğiz," dedi Julia. “If you're talking about confession, we'll sing like a nightingale,” Julia said. "Önünde sonunda herkes itiraf eder. “Everybody confesses eventually. Engel olamazsın. You cannot be a hindrance. İşkenceden geçiriyorlar insanı." They torture people."

"İtiraf etmekten söz etmiyorum. "I'm not talking about confession. İtiraf, ihanet değildir. Confession is not betrayal. Ne söylediğin ya da ne yaptığın önemli değil; yalnızca duygulardır önemli olan. It doesn't matter what you say or do; only emotions matter. Beni seni sevmekten caydırırlarsa, işte o zaman gerçekten ihanet etmiş olurum." If they dissuade me from loving you, then I would truly have betrayed you."

Julia, iyice düşündükten sonra, "Bunu yapamazlar," dedi. "They can't do that," said Julia, after reflection. "Bunu asla yapamazlar. "They can never do that. Sana her şeyi, ama her şeyi söyletebilirler, ama seni beni sevmediğine inandıramazlar. İçine giremezler." They can't get in."

Winston, biraz umutlanarak, "Evet," dedi, "evet, çok haklısın. İnsanın içine giremezler. Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir."

Her şeyi sürekli dinleyen tele-ekranı düşündü. He thought of the telescreen, which was constantly listening to everything. Seni gece gündüz gözetleyebilirlerdi, ama soğukkanlılığını koruduğun sürece onları atlatabilirdin. They could spy on you day and night, but as long as you kept your cool, you could dodge them. O kadar zeki olmalarına karşın, insanın aklından geçenleri okumanın sırrını çözmeyi becerememişlerdi. Although they were so clever, they had not been able to decipher the secret of reading one's mind. Kim bilir, belki de ellerine düştüğünüzde böyle olmuyordu. Who knows, maybe it wasn't like this when you fell into their hands. Sevgi Bakanlığı'nda neler olup bittiğini bilen yoktu, ama yine de kestirmek o kadar zor olmasa gerekti: Herhalde işkenceden geçiriyorlar, ilaçlar veriyorlar, duyarlı aygıtlarla sinirsel tepkilerinizi ölçüyorlar, uykusuz ve yalnız bırakarak, sürekli sorguya çekerek yavaş yavaş bitkin düşürüyorlardı. No one knew what was going on in the Ministry of Love, but it still shouldn't have been that hard to guess: they probably tortured you, gave you drugs, measured your nervous reactions with sensitive devices, left you sleepless and alone, constantly questioning them, and gradually exhausted you. Gerçekler, ne yaparsanız yapın, gizlenemezdi. The truth could not be hidden, no matter what you did. Araştırıp kovuşturarak ortaya çıkarılabilir, işkence yaparak sizden sökülüp alınabilirdi. It could be uncovered by investigating and prosecuting, it could be ripped from you by torture. Ama amacınız hayatta kalmak değil de insan kalmaksa, sonuçta ne fark ederdi ki? But after all, what difference would it make if your goal was not to survive but to remain human? Duygularınızı değiştirmeleri olanaksızdı; siz kendiniz bile değiştiremezdiniz duygularınızı, isteseniz bile. It was impossible for them to change your feelings; You couldn't even change your own feelings, even if you wanted to. Yaptığınız, söylediğiniz ya da düşündüğünüz her şeyi en küçük ayrıntısına kadar açığa çıkarabilirlerdi; ama nasıl işlediğini sizin bile bilmediğiniz, yüreğinizin içi, sırrını korurdu.