×

Używamy ciasteczek, aby ulepszyć LingQ. Odwiedzając stronę wyrażasz zgodę na nasze polityka Cookie.


image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - V (b)

2. Bölüm - V (b)

Bazen de, Parti'ye karşı bir isyan eylemine girişmekten söz ediyorlardı, ama nereden başlayacakları konusunda en küçük bir fikirleri yoktu. Dillere destan Kardeşlik örgütünün gerçekten var olduğu düşünülse bile, bu örgüte katılmak hiç de kolay olmasa gerekti. Winston, Julia'ya, O'Brien'la arasında tuhaf bir yakınlık olduğundan ya da en azından kendisinin böyle sandığından söz etmişti: Bazen, O'Brien'a gidip Parti'ye düşman olduğunu açıklamak ve kendisine yardım etmesini istemek geçiyordu içinden. Nedense, Winston'ın bu düşüncesi Julia'ya fazla gözüpek gelmemişti. İnsanları yüzlerine bakarak tanımakta deneyimli sayılırdı; o yüzden, Winston'ın bir anlık göz göze gelişe dayanarak O'Brien'ın güvenilir olduğuna inanmasını doğal karşılamıştı. Kaldı ki, herkesin ya da hemen hemen herkesin Parti'den gizlice nefret ettiği ve başına bir şey gelmeyeceğini bilse kuralları çiğneyebileceği kanısındaydı. Ama yaygın ve örgütlü bir muhalefetin var olduğuna da, var olabileceğine de doğrusu pek inanmıyordu. Goldstein ve onun yeraltı ordusuyla ilgili hikâyelerin, Parti'nin kendi amaçları için uydurduğu ve herkesin de inanıyormuş gibi görünmek zorunda kaldığı bir sürü saçmalıktan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Parti toplantılarında ve kendiliğinden düzenlenen gösterilerde, kim bilir kaç kez, adlarını bile duymadığı ve söylenen suçları işlediklerine zerre kadar inanmadığı insanların idam edilmeleri için yeri göğü inletmişti. Bu insanlar topluca yargılanırken, bütün gün mahkemeyi kuşatarak aralarda, "Hainlere ölüm!" diye haykıran Gençlik Birliği müfrezelerinde yer almıştı. İki Dakika Nefret toplantılarında Goldstein'a sövgüler yağdırılırken sesi ayyuka çıkmıştı. Oysa Goldstein'ın kim olduğu konusunda da, savunduğu söylenen öğretiler konusunda da en küçük bir fikri yoktu. Devrim'den sonra yetişen kuşaktandı ve ellilerle altmışların ideolojik savaşlarını anımsayamayacak kadar gençti. Bağımsız bir siyasal hareketin var olabileceğini hayal bile edemezdi; kaldı ki, Parti'nin yenilgiye uğratılması olanaksızdı. Parti hep var olacak ve hep aynı kalacaktı. Parti'ye ancak gizli itaatsizliklerle ya da en çok birini öldürmek ya da bir yeri havaya uçurmak gibi birbirinden kopuk şiddet eylemleriyle baş kaldırabilirdiniz.

Julia bazı bakımlardan Winston'dan çok daha uyanıktı ve Parti propagandasından çok daha az etkileniyordu. Bir gün Winston bir vesileyle Avrasya'ya karşı savaştan söz açacak olduğunda, Julia hiç umursamadan, savaş olduğuna inanmadığını söyleyerek onu şaşkınlık içinde bırakmıştı. Her gün Londra'nın tepesine inen tepkili bombalar, olasılıkla, "sırf halka korku vermek için" Okyanusya Hükümeti tarafından atılıyordu. Bu, açıkçası, hiç aklına gelmemişti Winston'ın. Sonra, Julia, İki Dakika Nefret sırasında makaraları koyvermemek için kendini zor tuttuğunu söylediğinde, Winston ona imrenmeden edememişti. Ne var ki, Julia, Parti öğretilerini yalnızca kendi yaşamına iliştiği ölçüde sorguluyordu. Doğru ile yalan arasındaki farkı önemsemediği için, resmi ağızlardan yayılan hikâyeleri çoğu zaman kolayca kabulleniyordu. Örnekse, okulda öğretildiği gibi, uçağı Parti'nin icat etmiş olduğuna inanıyordu. (Winston, kendisinin okula gittiği ellili yılların sonlarında, Parti'nin yalnızca helikopteri icat ettiğini ileri sürdüğünü anımsıyordu; on yıldan fazla bir zaman sonra, Julia'nın okula gittiği günlerde ise uçağın da Parti'nin buluşu olduğu öne sürülmeye başlamıştı; anlaşılan, Parti bir kuşak sonra buharlı makinenin icadına da sahip çıkacaktı.) Winston, uçakların kendisi daha doğmadan, Devrim'den çok önceleri de var olduğunu söylediğinde, Julia umursamamıştı bile. Uçağın kimin icadı olduğunun ne önemi vardı ki? Winston'ı asıl şaşkınlığa düşüren ise, bir sohbet sırasında, Julia'nın Okyanusya'nın daha dört yıl önceye kadar Doğuasya'yla savaşta, Avrasya'yla barışta olduğunu anımsamadığını keşfetmesi olmuştu. Savaşı tümüyle bir saçmalık olarak gördüğü açıktı; ama belli ki, düşmanın adının değiştiğini fark etmemişti bile. Pek de ilgilenmeden, "Ben hep Avrasya'yla savaşta olduğumuzu sanıyordum," demesi, Winston'ı az da olsa ürkütmüştü. Uçak Julia dünyaya gelmeden çok önce icat olmuştu, savaşılan düşmanın değişmesi ise daha dört yıl önceye, Julia'nın artık çoktan yetişkin olduğu bir döneme rastlıyordu. Winston, Julia'yla bu konuyu belki on beş dakika tartışmıştı. Sonunda, Julia'nın belleğini zorlamasını, bir zamanlar düşmanın Avrasya değil de Doğuasya olduğunu belli belirsiz de olsa anımsamasını sağlamıştı. Ne ki, Julia bu konuyu hâlâ önemsemiyordu. "Kimin umurunda?" demişti omuz silkerek. "Savaş savaştır, kan dökülür, üstelik verdikleri haberlerin hepsinin yalan olduğunu biliyoruz."

Winston, bazen de, Arşiv Dairesi'nden ve orada göz göre göre yaptığı sahtekârlıklardan söz ediyordu. Böyle şeyler karşısında dehşete kapılmıyordu Julia. Yalanların gerçeğe dönüştüğünü bilmek bile ona ürkünç gelmiyordu. Winston, ona Jones, Aaronson ve Rutherford'un başlarına gelenleri anlatmış, eline geçen o çok önemli fotoğraftan söz etmişse de, Julia pek etkilenmemişti. Dahası, ilk başta, olup bitenleri anlayamamıştı bile.

"Senin arkadaşların mıydılar?" diye sormuştu.

"Hayır," demişti Winston, "hiç tanımıyordum onları. İç Parti üyeleriydiler. Kaldı ki, benden çok yaşlıydılar. Eski günlerin, Devrim öncesinin insanlarıydılar. Şöyle bir görmüştüm onları, o kadar."

"O zaman neden bu kadar üzülüyorsun ki? Bir sürü insan durmadan öldürülmüyor mu?"

Ona anlatmaya çalışmıştı. "Bu apayrı bir durumdu. Birinin öldürülmesinden çok daha ciddi bir durum söz konusuydu. Geçmişin resmen silinip yok edildiğini kavramıyor musun? Geçmiş yalnızca şu cam parçası gibi, üstünde hiçbir şey yazmayan nesnelerde yaşıyor. Artık Devrim'le, Devrim'den önceki yıllarla ilgili hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Bütün kayıtlar ya yok edilmiş ya da çarpıtılmış, bütün kitaplar yeniden yazılmış, bütün resimler yeniden yapılmış, bütün heykeller, sokaklar ve yapılar yeniden adlandırılmış, bütün tarihler değiştirilmiş. Üstelik bu işlem her gün, her dakika uygulanmaya devam ediyor. Tarih durdu. Parti'nin her zaman haklı olduğu sonsuz bir şimdiden başka bir şey yok. Geçmişin çarpıtıldığını biliyorum, ama bu çarpıtmaları ben yaptığım halde bunu asla kanıtlayamayacağım. İş bittikten sonra geride tek bir kanıt kalmıyor. Tek kanıt kafamın içinde ve benim anılarımı paylaşacak bir kişi daha var mı, bilemiyorum. Hayatım boyunca yalnızca bir kez gerçek, somut bir kanıt geçti elime, o da olaydan yıllar sonra."

"İyi de, ne işe yaradı?"

"Hiçbir işe yaramadı, çünkü birkaç dakika sonra fotoğrafı bellek deliğine attım. Bugün olsa saklardım."

"Açıkçası ben saklamazdım!" demişti Julia. "Tehlikeleri göze almaya hazırım, ama değecekse eğer, eski gazete parçaları için değil. Hem, saklasan bile ne yapabilirdin ki?"

"Fazla bir şey yapamazdım belki de. Ama basbayağı kanıttı işte. Birilerine göstermeye cesaret edebilseydim, hiç değilse birkaçının kulağına kar suyu kaçırabilirdim. Biz hayattayken herhangi bir şeyin değiştirilebileceğini düşünemiyorum. Yine de, küçük direniş grupları orada burada baş gösterebilir; bu küçük gruplar bir araya gelip yavaş yavaş büyüyebilir, dahası arkalarında birkaç belge bırakabilir, o zaman gelecek kuşak bizim bıraktığımız yerden devam edebilir."

"Gelecek kuşak beni ilgilendirmiyor, canım. Beni bizim ne olacağımız ilgilendiriyor."

"Sen yalnızca belden aşağısıyla ilgilenen bir asisin," demişti Winston.

Bu sözleri çok zekice bulan Julia sevinçle Winston'ın boynuna sarılmıştı.

Gerçekten de, Parti öğretisinin yol açtığı sonuçlar Julia'yı hiç ilgilendirmiyordu. Winston, İngsos ilkelerinden, çiftdüşünden, geçmişin değiştirilmesinden ve nesnel gerçekliğin yadsınmasından, Yenisöylem sözcüklerinin kullanılmasından ne zaman söz açacak olsa, Julia'nın canı sıkılıyor, kafası karışıyor, bu tür şeylere zerre kadar ilgi duymadığını söylüyordu. Bunların hepsinin saçma olduğunu bildiklerine göre, neden kaygılansınlardı ki? Ne zaman övmesi, ne zaman yermesi gerektiğini biliyordu ya, bu yeter de artardı bile. Sinir bozucu bir alışkanlık edinmişti: Winston bu tür konuları konuşmakta direttiğinde, uyuyakalıyordu. Hangi saatte, hangi konumda olursa olsun, uyuyabilen biriydi. Winston, Julia'yla konuşurken, bağnazlığın ne anlama geldiğini azıcık olsun kavramadan bağnaz gibi görünmenin ne kadar kolay olduğunu fark etmişti. Açıkçası, Parti'nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. Gerçekliğin en açık biçimde çarpıtılması böylelerine kolayca benimsetilebiliyordu, çünkü kendilerinden istenenin iğrençliğini hiçbir zaman tam olarak kavrayamadıkları gibi, toplumsal olaylarla yeterince ilgilenmedikleri için neler olup bittiğini de göremiyorlardı. Hiçbir şeyi kavrayamadıkları için hiçbir zaman akıllarını kaçırmıyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı, çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.


2. Bölüm - V (b)

Bazen de, Parti'ye karşı bir isyan eylemine girişmekten söz ediyorlardı, ama nereden başlayacakları konusunda en küçük bir fikirleri yoktu. Sometimes they talked of embarking on an act of insurrection against the Party, but they had not the slightest idea where to start. Dillere destan Kardeşlik örgütünün gerçekten var olduğu düşünülse bile, bu örgüte katılmak hiç de kolay olmasa gerekti. Even considering that the notorious Brotherhood organization actually existed, it was not easy to join it. Winston, Julia'ya, O'Brien'la arasında tuhaf bir yakınlık olduğundan ya da en azından kendisinin böyle sandığından söz etmişti: Bazen, O'Brien'a gidip Parti'ye düşman olduğunu açıklamak ve kendisine yardım etmesini istemek geçiyordu içinden. Winston had told Julia that she and O'Brien had a strange affinity, or at least she thought so: she sometimes wanted to go to O'Brien and explain that she was hostile to the Party and ask him to help her. Nedense, Winston'ın bu düşüncesi Julia'ya fazla gözüpek gelmemişti. For some reason, Winston's thought didn't seem too bold to Julia. İnsanları yüzlerine bakarak tanımakta deneyimli sayılırdı; o yüzden, Winston'ın bir anlık göz göze gelişe dayanarak O'Brien'ın güvenilir olduğuna inanmasını doğal karşılamıştı. He was considered experienced in recognizing people by their faces; so it took it natural for Winston to believe O'Brien was trustworthy, based on a glimpse of eye contact. Kaldı ki, herkesin ya da hemen hemen herkesin Parti'den gizlice nefret ettiği ve başına bir şey gelmeyeceğini bilse kuralları çiğneyebileceği kanısındaydı. Moreover, he was of the opinion that everyone, or almost everyone, secretly hated the Party and would break the rules if he knew that nothing would happen to him. Ama yaygın ve örgütlü bir muhalefetin var olduğuna da, var olabileceğine de doğrusu pek inanmıyordu. But he did not really believe that a widespread and organized opposition existed or could exist. Goldstein ve onun yeraltı ordusuyla ilgili hikâyelerin, Parti'nin kendi amaçları için uydurduğu ve herkesin de inanıyormuş gibi görünmek zorunda kaldığı bir sürü saçmalıktan başka bir şey olmadığını söylüyordu. He said that the stories about Goldstein and his underground army were nothing but a bunch of bullshit the Party made up for their own purposes and that everyone had to pretend to believe. Parti toplantılarında ve kendiliğinden düzenlenen gösterilerde, kim bilir kaç kez, adlarını bile duymadığı ve söylenen suçları işlediklerine zerre kadar inanmadığı insanların idam edilmeleri için yeri göğü inletmişti. In party meetings and spontaneous demonstrations, who knows how many times he had made the heavens cry for the execution of people he had not even heard of and whose names he did not believe in committing the crimes he was told. Bu insanlar topluca yargılanırken, bütün gün mahkemeyi kuşatarak aralarda, "Hainlere ölüm!" While these people were being tried en masse, they surrounded the court all day and said, "Death to the traitors!" diye haykıran Gençlik Birliği müfrezelerinde yer almıştı. he was in the Youth League detachments exclaimed. İki Dakika Nefret toplantılarında Goldstein'a sövgüler yağdırılırken sesi ayyuka çıkmıştı. Goldstein's voice came out loud as he was cursed at at Two Minute Hate meetings. Oysa Goldstein'ın kim olduğu konusunda da, savunduğu söylenen öğretiler konusunda da en küçük bir fikri yoktu. Yet he had no idea who Goldstein was, or what the doctrines he was said to be advocating. Devrim'den sonra yetişen kuşaktandı ve ellilerle altmışların ideolojik savaşlarını anımsayamayacak kadar gençti. He was from the generation that grew up after the Revolution and was too young to remember the ideological battles of the fifties and sixties. Bağımsız bir siyasal hareketin var olabileceğini hayal bile edemezdi; kaldı ki, Parti'nin yenilgiye uğratılması olanaksızdı. He could not have imagined that an independent political movement could exist; it was impossible for the Party to be defeated. Parti hep var olacak ve hep aynı kalacaktı. The party will always exist and always remain the same. Parti'ye ancak gizli itaatsizliklerle ya da en çok birini öldürmek ya da bir yeri havaya uçurmak gibi birbirinden kopuk şiddet eylemleriyle baş kaldırabilirdiniz. You could only revolt against the Party by covert disobedience or, at best, by disjointed acts of violence, such as killing someone or blowing up a place.

Julia bazı bakımlardan Winston'dan çok daha uyanıktı ve Parti propagandasından çok daha az etkileniyordu. Julia was in some ways more vigilant than Winston and much less influenced by Party propaganda. Bir gün Winston bir vesileyle Avrasya'ya karşı savaştan söz açacak olduğunda, Julia hiç umursamadan, savaş olduğuna inanmadığını söyleyerek onu şaşkınlık içinde bırakmıştı. One day, when Winston was about to speak of war against Eurasia on one occasion, Julia dismissively said that she did not believe there was a war, to her astonishment. Her gün Londra'nın tepesine inen tepkili bombalar, olasılıkla, "sırf halka korku vermek için" Okyanusya Hükümeti tarafından atılıyordu. The reactive bombs that landed on London every day were probably dropped by the Government of Oceania "just to scare the people". Bu, açıkçası, hiç aklına gelmemişti Winston'ın. This, frankly, had never occurred to Winston. Sonra, Julia, İki Dakika Nefret sırasında makaraları koyvermemek için kendini zor tuttuğunu söylediğinde, Winston ona imrenmeden edememişti. Then, Winston couldn't help but envy her when Julia said she was struggling not to let the reels go during Two Minutes of Hate. Ne var ki, Julia, Parti öğretilerini yalnızca kendi yaşamına iliştiği ölçüde sorguluyordu. However, Julia questioned Party teachings only to the extent that they pertained to her own life. Doğru ile yalan arasındaki farkı önemsemediği için, resmi ağızlardan yayılan hikâyeleri çoğu zaman kolayca kabulleniyordu. Because he didn't care about the difference between truth and lie, he often easily accepted the stories that were spread by official mouths. Örnekse, okulda öğretildiği gibi, uçağı Parti'nin icat etmiş olduğuna inanıyordu. For example, he believed the Party had invented the airplane, as taught in school. (Winston, kendisinin okula gittiği ellili yılların sonlarında, Parti'nin yalnızca helikopteri icat ettiğini ileri sürdüğünü anımsıyordu; on yıldan fazla bir zaman sonra, Julia'nın okula gittiği günlerde ise uçağın da Parti'nin buluşu olduğu öne sürülmeye başlamıştı; anlaşılan, Parti bir kuşak sonra buharlı makinenin icadına da sahip çıkacaktı.) (Winston recalled that in the late fifties, when he went to school, he claimed that the Party had only invented the helicopter; more than a decade later, by the time Julia went to school, the airplane was also being claimed to be the Party's invention; apparently, the Party had invented a helicopter. generation later, he would claim the invention of the steam engine.) Winston, uçakların kendisi daha doğmadan, Devrim'den çok önceleri de var olduğunu söylediğinde, Julia umursamamıştı bile. Julia didn't care when Winston said that airplanes existed long before the Revolution, before she was even born. Uçağın kimin icadı olduğunun ne önemi vardı ki? What did it matter whose invention the airplane was? Winston'ı asıl şaşkınlığa düşüren ise, bir sohbet sırasında, Julia'nın Okyanusya'nın daha dört yıl önceye kadar Doğuasya'yla savaşta, Avrasya'yla barışta olduğunu anımsamadığını keşfetmesi olmuştu. What really shocked Winston was the discovery, during a conversation, that Julia could not remember that Oceania had been at war with Eastasia, at peace with Eurasia, until four years ago. Savaşı tümüyle bir saçmalık olarak gördüğü açıktı; ama belli ki, düşmanın adının değiştiğini fark etmemişti bile. It was clear that he regarded the war as pure nonsense; but obviously he hadn't even noticed that the enemy's name had changed. Pek de ilgilenmeden, "Ben hep Avrasya'yla savaşta olduğumuzu sanıyordum," demesi, Winston'ı az da olsa ürkütmüştü. "I always thought we were at war with Eurasia," he said without much concern, startled Winston a little. Uçak Julia dünyaya gelmeden çok önce icat olmuştu, savaşılan düşmanın değişmesi ise daha dört yıl önceye, Julia'nın artık çoktan yetişkin olduğu bir döneme rastlıyordu. The airplane had been invented long before Julia was born, and the change in the enemy fought was only four years ago, when Julia was already an adult. Winston, Julia'yla bu konuyu belki on beş dakika tartışmıştı. Winston had discussed the matter with Julia for perhaps fifteen minutes. Sonunda, Julia'nın belleğini zorlamasını, bir zamanlar düşmanın Avrasya değil de Doğuasya olduğunu belli belirsiz de olsa anımsamasını sağlamıştı. In the end, it made Julia strain her memory, vaguely remembering that once the enemy was Eastasia, not Eurasia. Ne ki, Julia bu konuyu hâlâ önemsemiyordu. However, Julia still didn't care about it. "Kimin umurunda?" "Who cares?" demişti omuz silkerek. he said, shrugging. "Savaş savaştır, kan dökülür, üstelik verdikleri haberlerin hepsinin yalan olduğunu biliyoruz." "War is war, blood is spilled, and we know that all their reports are false."

Winston, bazen de, Arşiv Dairesi'nden ve orada göz göre göre yaptığı sahtekârlıklardan söz ediyordu. Winston sometimes spoke of the Archives and the blatant frauds he had committed there. Böyle şeyler karşısında dehşete kapılmıyordu Julia. Julia was not dismayed by such things. Yalanların gerçeğe dönüştüğünü bilmek bile ona ürkünç gelmiyordu. It didn't even seem scary to him to know that the lies had become the truth. Winston, ona Jones, Aaronson ve Rutherford'un başlarına gelenleri anlatmış, eline geçen o çok önemli fotoğraftan söz etmişse de, Julia pek etkilenmemişti. Although Winston told her about what had happened to Jones, Aaronson, and Rutherford and talked about the crucial photograph she had received, Julia was not impressed. Dahası, ilk başta, olup bitenleri anlayamamıştı bile. Moreover, at first, he couldn't even understand what was going on.

"Senin arkadaşların mıydılar?" "Were they your friends?" diye sormuştu. he had asked.

"Hayır," demişti Winston, "hiç tanımıyordum onları. "No," Winston had said, "I didn't know them at all. İç Parti üyeleriydiler. They were members of the Inner Party. Kaldı ki, benden çok yaşlıydılar. Besides, they were much older than me. Eski günlerin, Devrim öncesinin insanlarıydılar. They were people of the old days, before the Revolution. Şöyle bir görmüştüm onları, o kadar." I just saw them, that's all."

"O zaman neden bu kadar üzülüyorsun ki? "Then why are you so upset? Bir sürü insan durmadan öldürülmüyor mu?" Aren't lots of people being killed nonstop?"

Ona anlatmaya çalışmıştı. She had tried to tell him. "Bu apayrı bir durumdu. “This was a peculiar situation. Birinin öldürülmesinden çok daha ciddi bir durum söz konusuydu. It was a much more serious situation than the murder of someone. Geçmişin resmen silinip yok edildiğini kavramıyor musun? Do you not realize that the past is officially erased and destroyed? Geçmiş yalnızca şu cam parçası gibi, üstünde hiçbir şey yazmayan nesnelerde yaşıyor. The past lives only on objects that have nothing written on them, like that piece of glass. Artık Devrim'le, Devrim'den önceki yıllarla ilgili hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Now we know almost nothing about the Revolution, the years before the Revolution. Bütün kayıtlar ya yok edilmiş ya da çarpıtılmış, bütün kitaplar yeniden yazılmış, bütün resimler yeniden yapılmış, bütün heykeller, sokaklar ve yapılar yeniden adlandırılmış, bütün tarihler değiştirilmiş. All records have been destroyed or distorted, all books have been rewritten, all paintings have been redone, all statues, streets and structures have been renamed, all dates have been changed. Üstelik bu işlem her gün, her dakika uygulanmaya devam ediyor. Moreover, this process continues to be applied every day, every minute. Tarih durdu. History has stopped. Parti'nin her zaman haklı olduğu sonsuz bir şimdiden başka bir şey yok. There is nothing but an eternal present in which the Party is always right. Geçmişin çarpıtıldığını biliyorum, ama bu çarpıtmaları ben yaptığım halde bunu asla kanıtlayamayacağım. I know the past has been distorted, but even though I made these distortions, I will never be able to prove it. İş bittikten sonra geride tek bir kanıt kalmıyor. After the job is done, not a single piece of evidence is left behind. Tek kanıt kafamın içinde ve benim anılarımı paylaşacak bir kişi daha var mı, bilemiyorum. The only evidence is in my head, and I don't know if there's anyone else to share my memories with. Hayatım boyunca yalnızca bir kez gerçek, somut bir kanıt geçti elime, o da olaydan yıllar sonra." I've only had real, tangible evidence once in my life, and that was years after the event."

"İyi de, ne işe yaradı?" "Well, what worked?"

"Hiçbir işe yaramadı, çünkü birkaç dakika sonra fotoğrafı bellek deliğine attım. "It didn't work, because after a few minutes I threw the photo into the memory hole. Bugün olsa saklardım." I would have kept it today."

"Açıkçası ben saklamazdım!" "Frankly, I wouldn't hide it!" demişti Julia. said Julia. "Tehlikeleri göze almaya hazırım, ama değecekse eğer, eski gazete parçaları için değil. "I'm willing to take the risk, but not for scraps of old newspaper if it's worth it. Hem, saklasan bile ne yapabilirdin ki?" Besides, what would you do even if you kept it?"

"Fazla bir şey yapamazdım belki de. “Perhaps I could not have done much. Ama basbayağı kanıttı işte. But it was just plain proof. Birilerine göstermeye cesaret edebilseydim, hiç değilse birkaçının kulağına kar suyu kaçırabilirdim. If I had the courage to show it to someone, I might at least get some snow water in their ears. Biz hayattayken herhangi bir şeyin değiştirilebileceğini düşünemiyorum. I can't imagine that anything could have been changed while we were alive. Yine de, küçük direniş grupları orada burada baş gösterebilir; bu küçük gruplar bir araya gelip yavaş yavaş büyüyebilir, dahası arkalarında birkaç belge bırakabilir, o zaman gelecek kuşak bizim bıraktığımız yerden devam edebilir." Still, small resistance groups may arise here and there; these small groups can come together and grow slowly, and moreover, leave a few documents behind, then the next generation can pick up where we left off."

"Gelecek kuşak beni ilgilendirmiyor, canım. "The next generation is none of my business, my dear. Beni bizim ne olacağımız ilgilendiriyor." I'm interested in what we will become."

"Sen yalnızca belden aşağısıyla ilgilenen bir asisin," demişti Winston. "You're a rebel who only cares about the waist down," Winston had said.

Bu sözleri çok zekice bulan Julia sevinçle Winston'ın boynuna sarılmıştı. Finding these words very clever, Julia clung happily around Winston's neck.

Gerçekten de, Parti öğretisinin yol açtığı sonuçlar Julia'yı hiç ilgilendirmiyordu. Indeed, the consequences of Party doctrine did not concern Julia at all. Winston, İngsos ilkelerinden, çiftdüşünden, geçmişin değiştirilmesinden ve nesnel gerçekliğin yadsınmasından, Yenisöylem sözcüklerinin kullanılmasından ne zaman söz açacak olsa, Julia'nın canı sıkılıyor, kafası karışıyor, bu tür şeylere zerre kadar ilgi duymadığını söylüyordu. Whenever Winston spoke of Ingsoc principles, of doublethink, of the alteration of the past and the denial of objective reality, of the use of the words Newspeak, Julia was annoyed and confused, saying that she had not the slightest interest in such things. Bunların hepsinin saçma olduğunu bildiklerine göre, neden kaygılansınlardı ki? Since they knew it was all nonsense, why should they worry? Ne zaman övmesi, ne zaman yermesi gerektiğini biliyordu ya, bu yeter de artardı bile. He knew when to praise and when to criticize, that would have been enough. Sinir bozucu bir alışkanlık edinmişti: Winston bu tür konuları konuşmakta direttiğinde, uyuyakalıyordu. He had a frustrating habit: when Winston insisted on such matters, he fell asleep. Hangi saatte, hangi konumda olursa olsun, uyuyabilen biriydi. He was someone who could sleep at any hour, in any position. Winston, Julia'yla konuşurken, bağnazlığın ne anlama geldiğini azıcık olsun kavramadan bağnaz gibi görünmenin ne kadar kolay olduğunu fark etmişti. While talking to Julia, Winston realized how easy it was to appear bigoted without even the slightest grasp of what bigotry meant. Açıkçası, Parti'nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. Frankly, the Party's worldview was much more easily imposed on people who could not understand it at all. Gerçekliğin en açık biçimde çarpıtılması böylelerine kolayca benimsetilebiliyordu, çünkü kendilerinden istenenin iğrençliğini hiçbir zaman tam olarak kavrayamadıkları gibi, toplumsal olaylarla yeterince ilgilenmedikleri için neler olup bittiğini de göremiyorlardı. The most obvious distortion of reality could easily be imposed on them, because they could never fully grasp the disgust of what was asked of them, nor could they see what was going on because they were not sufficiently interested in social events. Hiçbir şeyi kavrayamadıkları için hiçbir zaman akıllarını kaçırmıyorlardı. They were never out of their minds because they could not comprehend anything. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı, çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu. They swallowed everything and suffered no harm, for nothing remained of what they had swallowed, just as a grain of corn passes through the body of a bird without being digested.