3. Bölüm - II (b)
O'Brien, başına dikilmiş, dikkatle ona bakıyordu. Dikbaşlı ama parlak bir çocuğa sabırla özen gösteren bir öğretmenden farksızdı.
"Geçmişin denetlenmesiyle ilgili bir Parti sloganı vardır," dedi. "Söyler misin, lütfen."
Winston, boyun eğerek, "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar," dedi.
O'Brien, başıyla onaylayarak, "Şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar," dedi. "Geçmişin gerçekten var olduğu kanısında mısın, Winston?"
Winston bir kez daha umarsızlığa kapılmıştı. Kadrana bir bakış fırlattı. Kendisini acı duymaktan kurtaracak yanıtın "evet" mi, yoksa "hayır" mı olduğunu bilmediği gibi, hangi yanıtın doğru olduğuna inandığını da bilmiyordu.
O'Brien, hafifçe gülümseyerek, "Sen metafizikçi değilsin, Winston," dedi. "Var olmanın ne anlama geldiğini şu ana kadar hiç düşünmedin. Daha açık söyleyeyim. Geçmiş, uzamda somut olarak var mıdır? Geçmişin varlığını hâlâ koruduğu herhangi bir yer, bir somut nesneler dünyası var mıdır?"
"Hayır."
"Öyleyse, geçmiş, varsa eğer, nerededir?"
"Kayıtlarda. Yazılı olarak."
"Kayıtlarda. Başka nerede?"
"Zihinlerde. İnsanların belleğinde."
"Bellekte. Güzel. Eh, biz Parti olarak tüm kayıtları da, tüm bellekleri de denetim altında tuttuğumuza göre, geçmişi de denetim altında tutuyoruz demektir, değil mi?"
Winston, kadranı bir an için yine unutarak, "Ama insanların bir sürü şeyi anımsamalarını nasıl önleyebilirsiniz ki?" diye bağırdı. "İstemdışı bir şey bu. Anımsamamak insanın elinde değil. Belleği nasıl denetim altında tutabilirsiniz? Benimkini denetlemediniz!"
O'Brien yeniden sertleşti. Elini kadrana uzattı.
"Tam tersine," dedi, "sen denetlemedin belleğini. O yüzden buradasın. Alçakgönüllülüğü, özdenetimi beceremediğin için buradasın. Akıllılığın bedeli olan boyun eğmeye hiç yanaşmadın. Deliliği, tek kişilik bir azınlık olmayı yeğledin. Gerçekliği ancak denetim altındaki zihinler görebilir, Winston. Sen, gerçekliğin nesnel, dışsal ve kendi başına var olan bir şey olduğunu sanıyorsun. Ayrıca, gerçekliğin apaçık ortada olduğuna inanıyorsun. Herkesin her şeyi senin gibi gördüğüne inandırıyorsun kendini. Ama beni dinlersen, Winston, gerçeklik dışsal bir şey değildir. Gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değil. Bireyin her zaman yanılabilen ve kısa zamanda yok olup giden zihinlerinde değil, yalnızca Parti'nin ortaklaşa ve ölümsüz zihnindedir. Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur. Parti'nin gözünden bakmadıkça, gerçekliği görmek olanaksızdır. İşte senin yeniden öğrenmen gereken de bu, Winston. Bu da, benliğini yok etmeyi, iradeli olmayı gerektirir. Akıllı olmak istiyorsan, özünden geçmelisin."
Söylediklerinin özümsenmesini bekliyormuşçasına bir an durduktan sonra, "Güncene, 'Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir' diye yazdığını anımsıyor musun?" diye sordu.
"Evet," dedi Winston.
O'Brien, başparmağını kapatarak sol elini tersinden Winston'a gösterdi.
"Kaç parmağımı görüyorsun, Winston?"
"Dört."
"Peki, Parti dört değil de beş diyorsa, o zaman kaç?"
"Dört."
Winston acıyla inledi. Kadranın ibresi elli beşe çıkmıştı. Gövdesi tepeden tırnağa tere batmıştı. Hava ciğerlerine doldu ve dışarı boşalırken, dişlerini kenetleyerek bile önleyemediği boğuk iniltiler çıkardı Winston. O'Brien, hâlâ dört parmağını göstererek, onu izliyordu. Kolu geri çekti. Acı birazcık hafifledi.
"Kaç parmak görüyorsun, Winston?"
"Dört."
İbre altmışa yükseldi.
"Şimdi kaç parmak, Winston?"
"Dört! Dört! Başka ne diyebilirim ki? Dört!"
İbre yeniden yükselmiş olmalıydı, ama Winston kadrana bakamıyordu. O kaba, acımasız yüzden ve dört parmaktan başka bir şey görmüyordu. Parmaklar, gözlerinin önünde dev birer sütun gibi dikiliyordu; bulanık ve titreşir gibiydiler, ama dört tane oldukları kesindi.
"Kaç parmak var, Winston?"
"Dört! Kesin şunu, kesin! Nasıl yaparsınız? Dört! Dört!"
"Kaç parmak, Winston?"
"Beş! Beş! Beş!"
"Hayır, Winston, yararı yok. Yalan söylüyorsun. Hâlâ dört olduğunu düşünüyorsun. Söyle lütfen, kaç parmak var?
"Dört! Beş! Dört! Siz ne diyorsanız. Yeter ki kesin şunu, durdurun şu acıyı!"
Bir de baktı, O'Brien'ın kolu omuzlarında, dikilmiş oturuyor. Birkaç saniyeliğine kendinden geçmiş olsa gerekti. Gövdesini saran kayışlar gevşetilmişti. Çok üşüyordu, zangır zangır titriyor, çeneleri birbirine vuruyor, gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Bir an küçük bir çocuk gibi O'Brien'a sarıldı, omzuna dolanan o ağır kol onu rahatlattı. Sanki O'Brien onun koruyucusuydu, acı başka bir yerden geliyordu, kaynağı başka bir yerdeydi, onu acıdan kurtaracak olan O'Brien'dı sanki.
"Çok yavaş öğreniyorsun, Winston," dedi O'Brien usulca.
Winston, hüngür hüngür ağlayarak, "Elimde değil," dedi. "Gözümle gördüğümü nasıl yadsırım? İki kere iki dört eder."
"Bak, Winston. Bazen iki kere iki beş eder. Hatta bazen üç eder. Bazen aynı anda hem beş hem üç ettiği de olur. Daha fazla çaba göstermelisin. Aklı başında olmak kolay değildir."
Winston'ı yatağa uzandırdı. Winston'ın kolları ve bacaklarını saran kayışlar yeniden sıkılandı; gerçi acı geçmiş, titreme durmuştu, ama bitkin düşmüştü, üşüyordu. O'Brien, işlem boyunca yerinden kıpırdamadan öylece durmuş olan beyaz önlüklü adama başıyla işaret etti. Beyaz önlüklü adam eğilip Winston'ın gözlerine baktı, nabzını saydı, göğsünü dinledi, parmaklarıyla orasına burasına vurarak tepeden tırnağa muayene ettikten sonra, O'Brien'a başıyla olur verdi.
"Bir daha ver," dedi O'Brien.
Acı Winston'ın bedeninin içinden akıp geçti. İbre yetmişte, yetmiş beşte olmalıydı. Bu kez gözlerini kapamıştı. Biliyordu, parmaklar hâlâ oradaydı ve hâlâ dört taneydi. Önemli olan tek bir şey vardı, o da bedeninin kasılması geçinceye kadar hayatta kalabilmekti. Artık ağlayıp ağlamadığının ayırdında değildi. Acı yeniden hafifledi. Gözlerini açtı. O'Brien kolu geriye çekmişti.
"Kaç parmak var, Winston?"
"Dört. Sanırım dört. Elimde olsa beş görürdüm. Beş görmeye çalışıyorum."
"Hangisini istiyorsun: Beni beş parmak gördüğüne inandırmaya mı, yoksa gerçekten beş görmeyi mi?"
"Gerçekten beş görmek istiyorum."
"Bir daha ver," dedi O'Brien.
İbre belki de seksen dokuza yükselmişti. Winston, acının nereden kaynaklandığını artık ancak kesik kesik anımsayabiliyordu. Sımsıkı kapalı gözkapaklarının gerisinde, bir yığın parmak şıkır şıkır oynuyor, birbirine dolanıp çözülüyor, birbirinin ardında kaybolup yeniden beliriyordu. Onları saymaya çalışıyor, ama neden saymaya çalıştığını bilmiyordu. Tek bildiği, onları saymanın olanaksız olduğu ve bunun her nasılsa dört ile beş arasındaki gizemli özdeşlikten kaynaklandığıydı. Acı yeniden azaldı. Gözlerini açtığında, hâlâ aynı şeyi görmekte olduğunu fark etti. Sayısız parmak, akıp giden ağaçlar gibi, durmadan birbirine karışarak iki yönde geçip gidiyordu hâlâ. Gözlerini yeniden kapadı.
"Kaç parmağımı görüyorsun, Winston?"
"Bilmiyorum. Bilmiyorum. Bir daha yaparsanız ölürüm. Dört, beş, altı... İnan olsun, bilmiyorum."
"Bu daha iyi," dedi O'Brien.
Winston'ın koluna bir iğne girdi. Çok geçmeden tüm bedenine sağaltıcı, yatıştırıcı bir sıcaklık yayıldı. Acısını nerdeyse unutmuş gibiydi. Gözlerini açtı ve minnetle O'Brien'a baktı. O kaba saba, çirkin ama bir o kadar da zeki yüzü görünce yüreği altüst oldu. Kımıldayabilse, elini uzatıp O'Brien'ın koluna koyacaktı. Onu hiç o andaki kadar sevmemişti, ama bunun nedeni yalnızca çektiği acıya son vermiş olması değildi. O eski, derinlerde yatan duygu geri gelmişti; O'Brien'ın dost mu, yoksa düşman mı olduğu önemli değildi. Konuşulabilecek biriydi O'Brien. İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de. O'Brien yaptığı işkenceyle onu çıldırmanın eşiğine getirmişti, birazdan canını alacağı da açıktı. Ama hiç fark etmezdi. Bir bakıma, arkadaşlıktan derin bir şeydi bu, yakın dosttular: Asıl söylenmesi gerekenler hiçbir zaman söylenmeyecek olsa bile, bir gün bir yerde buluşup konuşabilirlerdi. O'Brien, aklından aynı düşünce geçiyormuşçasına ona bakıyordu.
Sakin, sohbet edercesine, "Nerede olduğunu biliyor musun, Winston?" diye sordu.
"Bilmiyorum. Tahmin edebiliyorum. Sevgi Bakanlığı'nda."
"Ne kadardır burada olduğunu biliyor musun?"
"Bilmiyorum. Günler, haftalar, aylardır... Sanırsam aylardır."
"Peki, insanları neden buraya getiriyoruz sence?"
"İtiraf ettirmek için."
"Hayır, onun için değil. Başka?"
"Cezalandırmak için."
"Hayır!" diye bağırdı O'Brien. Sesi müthiş değişmiş, yüzüne hem bir sertlik hem de canlılık gelmişti. "Hayır! Ne yalnızca itiraf ettirmek için ne de cezalandırmak için. Seni neden buraya getirdiğimizi söyleyeyim mi? İyileştirmek için! Aklını başına getirmek için! Bilesin, Winston, buraya getirdiğimiz hiç kimseyi iyileşmeden bırakmayız! İşlediğin o ahmakça suçlar umurumuzda değil. Parti gözle görülür eylemlerle ilgilenmez; bizi ilgilendiren tek şey düşüncedir. Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz. Bilmem, anlatabiliyor muyum?"
Winston'ın üzerine eğilmişti. Yüzü çok yakında olduğu için kocaman, aşağıdan bakıldığı için korkunç çirkin görünüyordu. Cezbeye gelmiş gibiydi, çılgınca bir coşku okunuyordu yüzünde. Winston'ın yüreğine yine bir ürküntü düştü. Elinde olsa, yattığı yere iyice gömülecekti. O'Brien'ın durduk yerde, sırf zevk için kadranın kolunu kaldırmak üzere olduğundan emindi. Ama tam o sırada O'Brien arkasını döndü. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Öfkesi biraz olsun yatışmış gibiydi: "Her şeyden önce bilmelisin ki, burada şehit olmak diye bir şey yoktur. Geçmişte din adına yapılan gaddarlıkları okumuşsundur. Ortaçağ'da Engizisyon diye bir şey vardı. Hiçbir işe yaramadı. Sapkınlığı ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı, güçlendirmekten başka bir şey yapmadılar. Engizisyon'un diri diri yaktığı her sapkının yerine binlercesi ortaya çıktı. Neden? Çünkü Engizisyon, düşmanlarını meydanlarda, hem de hâlâ nedamet getirmemişlerken öldürdü; daha doğrusu, onları nedamet getirmedikleri için öldürdü. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçmedikleri için ölüyorlardı. İster istemez, tüm onur kurbanın, tüm utanç da onu diri diri yakan Engizisyoncu'nun oluyordu. Sonraları, yirminci yüzyılda totaliter denenler ortaya çıktı. Alman Nazileri ve Rus Komünistleri. Ruslar sapkınlığı Engizisyondan daha acımasızca bastırdılar. Geçmişteki hatalardan ders çıkarmışlardı; en azından, şehitler yaratmamak gerektiğini öğrenmişlerdi. Kurbanlarını halk mahkemesine çıkarmadan önce onurlarını yerle bir ediyorlardı. İşkence yaparak, hücreye atarak dirençlerini kırıp öyle bir sindiriyorlardı ki, acınası, umarsız birer şamar oğlanına dönüyordu hepsi; sonunda, ne istenirse itiraf ediyorlar, birbirlerini ihbar ederek, suçlayarak paçalarını kurtarmaya çalışıyorlar, merhamet dilenmeye başlıyorlardı. Ama yine de, yalnızca birkaç yıl sonra aynı olayın tekrarlanmasına engel olunamadı. Ölenler birer şehit olup çıkmışlar, gözden düşürülüp saygınlıklarını yitirdikleri unutuluvermişti. Peki, niçin bir kez daha böyle olmuştu? Bir kere, işkence altında konuşturuldukları ve itiraflarının doğru olmadığı açıkça bilindiği için. Oysa biz böyle hatalar yapmayız. Burada ağızlardan çıkan itirafların hepsi doğrudur. Doğru olmalarını sağlarız. En önemlisi de, ölülerin ayağa kalkıp karşımıza dikilmelerine izin vermeyiz. Gelecek kuşakların senin hakkını teslim edeceğini aklından bile geçirme, Winston. Gelecek kuşaklar senin adını bile duymayacak. Tarihten silineceksin. Seni gaza dönüştürüp stratosfere yollayacağız. Geriye hiçbir şey kalmayacak senden; ne nüfus kütüğünde bir ad ne de belleklerde yaşayan bir anı. Geçmişten silindiğin gibi, gelecekten de silineceksin. Hiç var olmamış olacaksın!"