2. Bölüm - VIII (b)
"Her şeyi yapmaya hazırız," dedi Winston, "elimizden ne gelirse."
O'Brien, iskemlesinde hafifçe Winston'a doğru dönmüştü. Winston'ın onun adına da konuşabileceğini düşündüğüne bakılırsa, Julia'yı pek önemsemiyordu. Bir an gözlerini kapadı. Sonra, yanıtların çoğunu bildiği sıradan bir sorgulama yapıyormuşçasına, alçak sesle, duyarsızca soruları sıralamaya başladı.
"Hayatınızı vermeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Cinayet işlemeye hazır mısınız?"
"Evet."
"Yüzlerce masum insanın ölmesine yol açabilecek sabotaj eylemlerine girişmeye?"
"Evet."
"Vatanınızı yabancı devletlere satmaya?"
"Evet."
"Düzenbazlık, sahtekârlık, şantaj yapmaya, çocukların zihinlerini bulandırmaya, alışkanlık yapan uyuşturucular dağıtmaya, fahişeliği özendirmeye, zührevi hastalıkları yaymaya, sözün kısası moral bozukluğu yaratacak ve Parti'nin gücünü kıracak her şeyi yapmaya hazır mısınız?"
"Evet."
"Peki, çıkarlarımız bir çocuğun yüzüne kezzap atmayı gerektirse, bunu da yapmaya hazır mısınız?"
"Evet."
"Kimliğinizden vazgeçip hayatınızın sonuna kadar garsonluk ya da tersane işçiliği yapmaya hazır mısınız?"
"Evet."
"Size emrettiğimiz anda canınıza kıymaya hazır mısınız?"
"Evet."
"Birbirinizden ayrılmaya ve birbirinizi bir daha hiç görmemeye hazır mısınız?"
'Hayır!" diye patladı Julia.
Winston bu son soruyu yanıtlayıncaya kadar asırlar geçti. Bir ara dili tutulur gibi oldu. Sözcükler adeta diline yapıştı. Ne diyeceğini bilemedi. En sonunda, "Hayır," dedi.
"Bak, söylediğiniz iyi oldu," dedi O'Brien. "Her şeyi bilelim de."
Julia'ya dönüp biraz daha duyarlı bir sesle ekledi:
"Yaşasa bile bambaşka biri olacağını bilmelisiniz. Ona yeni bir kimlik vermek zorunda kalabiliriz. Yüzü, davranışları, ellerinin biçimi, saçının rengi, hatta sesi bile değişebilir. Siz de farklı birine dönüşebilirsiniz. Cerrahlarımız insanları tanınmayacak kadar değiştirebiliyorlar. Bazen gerekiyor da. Kolu bacağı kestiğimiz bile oluyor.
Winston, Martin'in Moğolsu yüzüne bir kez daha göz ucuyla bakmadan edemedi. Yüzünde hiçbir yara izi görünmüyordu. Julia'nın yüzü bembeyaz kesilmiş, çilleri daha bir ortaya çıkmıştı, ama gözlerini cesaretle O'Brien'a dikmişti. Onayladığını belli eden bir şeyler mırıldandı.
"İyi. Sorun yok o zaman."
Masanın üstünde gümüş bir sigaralık duruyordu. Dalgın görünen O'Brien sigaralığı onlara doğru iterken içinden bir sigara aldı, sonra yerinden kalkıp ayakta daha iyi düşünüyormuşçasına odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Sigaralar çok esaslıydı, hem kalındı hem de ipek gibi bir kâğıda sarılmıştı. O'Brien bir kez daha kolundaki saate baktı.
"Martin, sen şimdi doğru kilere," dedi. "Tele-ekranı on beş dakikaya kadar açacağım. Gitmeden bu yoldaşların yüzlerine iyice bir bak. Onları yeniden göreceksin. Ben göremeyebilirim."
Ufak tefek adam, daha önce ön kapıda yaptığı gibi, siyah gözlerini Julia ile Winston'ın yüzlerinde gezdirdi. Bakışlarında dostluktan eser yoktu. Onlara en küçük bir ilgi duymadan, yüzlerini ezberlemeye çalışıyordu. Winston, yapay bir yüzün belki de ifadesini hiç değiştiremeyeceğini geçirdi aklından. Martin, bir şey demeden, hatta selam bile vermeden odadan çıktı, kapıyı ardından usulca kapattı. O'Brien, bir eli siyah tulumunun cebinde, bir elinde sigarası, bir aşağı bir yukarı dolanıyordu.
"Sizin anlayacağınız," dedi, "karanlıkta savaşıyor olacaksınız. Hep karanlıkta olacaksınız. Aldığınız emirleri nedenini bilmeden yerine getireceksiniz. Size, daha sonra, yaşadığımız toplumun gerçek yüzünü ve onu yok etmek için izleyeceğimiz stratejiyi öğreneceğiniz bir kitap göndereceğim. Kitabı okuduktan sonra Kardeşliğin gerçek üyeleri olacaksınız. Fakat uğrunda savaştığımız genel amaçlar ile günün gerektirdiği görevlerden başka hiçbir şey bilmeyeceksiniz. Size Kardeşliğin var olduğunu söylüyorum, yüz üyesi mi var, yoksa on milyon üyesi mi, söyleyemem. Siz bir düzinesini bile asla bilmeyeceksiniz. Üç dört bağlantınız olacak, onlar da ortadan kayboldukça yerlerini yenileri alacak. Bu sizin ilk bağlantınız olduğu için hep sürecek. Aldığınız emirler benden gelecek. Sizinle bağlantıya geçmemiz gerekirse, bunu Martin aracılığıyla yapacağız. Bir gün yakalanırsanız, itiraf edersiniz. Bu kaçınılmazdır. Ama kendi eylemleriniz dışında itiraf edecek pek az şeyiniz olacak. Bir avuç önemsiz insan dışında kimseyi ele veremeyeceksiniz. Büyük olasılıkla beni bile ele veremeyeceksiniz, çünkü o zamana kadar ben ya ölmüş ya da farklı bir yüzü olan farklı birine dönüşmüş olacağım."
Yumuşak halının üstünde bir aşağı bir yukarı gezinmeyi sürdürüyordu. Gövdesinin iriliğine karşın, hareketlerinde gözle görülür bir zarafet vardı. Elini cebine sokuşunda ya da sigara içişinde hemen göze çarpıyordu. Karşısındakinde, güçlü biri olduğu izleniminden çok, güvenilir ve alaycılığı eksik etmeyen anlayışlı biri olduğu izlenimini bırakıyordu. Onca ciddiliğine karşın, onda bağnazlara özgü sığlıktan eser yoktu. Cinayetten, intihardan, zührevi hastalıktan, kesilen kollar ve bacaklardan, değiştirilen yüzlerden belli belirsiz bir küçümsemeyle söz ediyordu. Sesinde, "Bütün bunlar şimdilik kaçınılmaz," diyen bir şey vardı sanki, "bunları hiç çekinmeden yapmak zorundayız. Ama hayatı yeniden yaşanılır kıldığımızda böyle şeyler yapmayacağız. "Winston'da O'Brien'a karşı bir hayranlık belirmişti, handiyse tapınacaktı O'Brien'a. Goldstein'ın o belli belirsiz görüntüsü bir an için silinmişti zihninden. O'Brien'ın güçlü omuzlarına, çirkin ama uygar bir izlenim uyandıran ablak yüzüne baktığınızda, onun alt edilmesi olanaksız biri olduğuna inanıyordunuz. Üstesinden gelemeyeceği hiçbir tuzak, önceden göremeyeceği hiçbir tehlike yoktu. Julia bile etkilenmiş görünüyordu. Adamın anlattıklarına kendini o kadar kaptırmıştı ki, sigarasının söndüğünün farkında değildi. O'Brien devam etti:
"Kulağınıza Kardeşliğin var olduğuna ilişkin söylentiler mutlaka gelmiştir. Hiç kuşkusuz, kafanızda bir resim canlanmıştır. Büyük olasılıkla, mahzenlerde gizlice buluşan, duvarlara sloganlar yazan, birbirlerini kod adlarıyla ya da özel el işaretleriyle tanıyan gizli örgüt üyelerinin oluşturduğu kocaman bir yeraltı dünyası canlandırmışsınızdır kafanızda. Bilesiniz ki, böyle bir şey yok. Kardeşlik üyelerinin birbirlerini tanımaları için böyle yöntemlere gerek yoktur, bir üyenin birkaç üyeden fazlasının kimliğini bilmesi olanaksızdır. Goldstein bile, Düşünce Polisi'nin eline düşecek olsa, tam bir üye listesi ya da tam bir listeye ulaşmalarını sağlayacak hiçbir bilgi veremez. Böyle bir liste yok. Kardeşlik, bildik anlamda bir örgüt olmadığı için ortadan kaldırılamaz. Onu, yok edilmesi olanaksız bir düşünceden başka bir arada tutan bir şey yoktur. Sizin de o düşünceden başka hiçbir desteğiniz olmayacak. Size yoldaşlık eden, omuz veren hiç kimse olmayacak. Bir gün yakalanacak olursanız, kimseden yardım görmeyeceksiniz. Biz üyelerimize hiçbir zaman yardım etmeyiz. Eğer birinin ille de susturulması gerekiyorsa, tutuklunun hücresine gizlice jilet soktuğumuz olur, hepsi o kadar. Hiçbir sonuç beklemeden, hiçbir umuda kapılmadan yaşamaya alışmanız gerekecek. Bir süre çalışacak, yakalanacak, itiraf edecek, sonra da öleceksiniz. Görüp göreceğiniz tek sonuç bunlar olacak. Bizim yaşadığımız dönemde gözle görülür bir değişiklik olma olasılığı sıfır. Biz ölüyüz. Bizim biricik gerçek yaşamımız gelecekte. O da, bir avuç toprak ve kemik parçaları olarak. Ama bu gelecek ne kadar uzakta, bilen yok. Bin yıl sonra da olabilir. Şimdilik aklın alanını azar azar genişletmekten başka hiçbir şey mümkün değil. Ortak hareket edemeyiz. Ancak bilgimizi başkalarına, bireyden bireye, kuşaktan kuşağa yayabiliriz. Düşünce Polisi varken, başka bir yol yok."
Sustu ve üçüncü kez saatine baktı.
"Artık yavaş yavaş gitseniz iyi olacak, yoldaş," dedi Julia'ya. "Ama bir dakika. Şarabın yarısı duruyor daha.''
Kadehleri doldurduktan sonra kendi kadehini kaldırdı.
Yine işin alayındaymış gibi, "Bu sefer neye içeceğiz?" dedi. "Düşünce Polisi'ni adatmaya mı? Büyük Birader'in ölümüne mi? İnsanlığa mı? Yoksa geleceğe mi?"
"Geçmişe," dedi Winston.
O'Brien, ciddi bir sesle, "Evet, geçmiş daha önemli," diye onayladı. İçkiler biter bitmez Julia gitmek için kalktı. O'Brien, dolabın üstünde duran küçük bir kutuyu aldı, içinden çıkardığı yassı beyaz tableti Julia'ya uzatarak dilinin üstüne koymasını söyledi. Dışarıda ağzı şarap kokmamalıydı, asansör görevlileri çok dikkatliydi. Julia dışarı çıkıp kapıyı kapatır kapatmaz, O'Brien onun varlığını unutmuştu bile. Odanın içinde birkaç kez daha gidip geldikten sonra durdu.
"Konuşulması gereken bazı ayrıntılar var," dedi. "Umarım gizli bir yeriniz vardır."
Winston, Bay Charrington'ın dükkânının üst katındaki odayı söyledi.
"Şimdilik işinizi görür. Bir süre sonra size başka bir yer buluruz. Gizli yerler sık sık değiştirilmeli. Bu arada, en kısa zamanda size kitabın..." –Winston, O'Brien'ın bile bu sözcüğe özel bir vurgu yaptığını fark etti– "yani Goldstein'ın kitabının bir nüshasını göndereceğim. Bulmam birkaç gün alabilir. Tahmin edebileceğiniz gibi kolay bulunmuyor. Biz elimizden geldiği kadar hızlı basıyoruz, ama Düşünce Polisi de nerdeyse bizim kadar hızlı, kitapları bir bir bulup yok ediyor. Ama pek bir şey fark etmiyor. Kitabın kendisini ortadan kaldırmaları mümkün değil. Son nüsha bile yok olsa, kelimesi kelimesine yeniden basabiliriz. İşe çantayla mı gidiyorsunuz?"
"Evet, çoğu zaman."
"Nasıl bir çanta?"
"Siyah, çok eski. İki kayışı var.''
"Siyah, iki kayışı var, çok eski... tamamdır. Pek yakında –gün veremem– sabah çalıştığınız sırada gelen mesajlardan birinde yanlış dizilmiş bir sözcük görecek ve yeniden gönderilmesini istemek zorunda kalacaksınız. Ertesi gün işe giderken çantanızı almayacaksınız. O gün sokakta bir adam kolunuza dokunup, "Galiba çantanızı düşürdünüz," diyecek ve size bir çanta uzatacak. Size verdiği çantada, Goldstein'ın kitabının bir nüshasını bulacaksınız. Kitabı iki hafta içinde geri vermeniz gerekiyor."
O'Brien, bir anlık sessizliğin ardından, "Birazdan gitseniz iyi olur," dedi. "Yeniden görüşeceğiz... görüşebilirsek tabii..."
Winston başını kaldırıp O'Brien'a baktı. İkircikli bir sesle, "Karanlığın olmadığı yerde mi?" dedi.
O'Brien, şaşırmamış görünerek, başıyla onayladı. Winston'ın ne demek istediğini anlamışçasına, "Karanlığın olmadığı yerde," dedi. "Ha, bu arada, gitmeden söylemek istediğiniz bir şey var mı? Bildirmek istediğiniz bir şey? Sormak istediğiniz bir soru?"
Winston biraz düşündü. Sormak istediği başka bir şey yoktu; büyük laflar etmek ise hiç gelmiyordu içinden. Doğrudan O'Brien ya da Kardeşlik'le ilgili birtakım şeyler yerine, annesinin son günlerini geçirdiği karanlık yatak odası, Bay Charrington'ın dükkânının üstündeki küçük oda, cam kâğıt ağırlığı ve gülağacı çerçeveli metalbaskı gravür birbiri ardı sıra aklına düştü.
Birden, "'Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. Clement'in' diye başlayan şu eski çocuk şarkısını anımsıyor musunuz?" diye sormaktan alamadı kendini.
O'Brien yine başıyla onayladıktan sonra, ağırbaşlı bir incelikle dörtlüğü tamamlayıverdi:
"'Portakal var, limon var,' diye çalar çanları St. Clement'in,
'Nerde benim üç çeyreğim,' diye çalar çanları St. Martin'in,
'Ödesene şu borcunu,' diye çalar çanları Old Bailey'nin,
'Hele bir zengin olayım,' diye çalar çanları Shoreditch'in."
"Demek son dizeyi biliyorsunuz!" diye atıldı Winston.
"Evet, son dizeyi biliyorum. Eh, artık gitmeniz gerekiyor sanırım. Ama bir dakika. Şu tabletlerden bir tane de size versem iyi olacak."
Winston yerinden kalkarken, O'Brien elini uzattı. Elini o kadar sert sıktı ki, Winston parmakları kırılıyor sandı. Kapıdan çıkarken dönüp baktığında, O'Brien artık onu kafasından silmeye hazırlanır gibiydi. Eli tele-ekranın düğmesinde, bekliyordu. Winston, O'Brien'ın arkasında, yeşil başlıklı lambasıyla yazı masasını, söyleyaz'ı ve ağzına kadar kâğıt dolu telgraf sepetlerini gördü. Olay bitmişti. Belli ki, O'Brien az sonra Parti'yle ilgili yarım kalmış, çok önemli işlerin başına dönecekti.