×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 3. Bölüm - II (b)

3. Bölüm - II (b)

O'Brien, başına dikilmiş, dikkatle ona bakıyordu. Dikbaşlı ama parlak bir çocuğa sabırla özen gösteren bir öğretmenden farksızdı.

"Geçmişin denetlenmesiyle ilgili bir Parti sloganı vardır," dedi. "Söyler misin, lütfen."

Winston, boyun eğerek, "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar," dedi.

O'Brien, başıyla onaylayarak, "Şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar," dedi. "Geçmişin gerçekten var olduğu kanısında mısın, Winston?"

Winston bir kez daha umarsızlığa kapılmıştı. Kadrana bir bakış fırlattı. Kendisini acı duymaktan kurtaracak yanıtın "evet" mi, yoksa "hayır" mı olduğunu bilmediği gibi, hangi yanıtın doğru olduğuna inandığını da bilmiyordu.

O'Brien, hafifçe gülümseyerek, "Sen metafizikçi değilsin, Winston," dedi. "Var olmanın ne anlama geldiğini şu ana kadar hiç düşünmedin. Daha açık söyleyeyim. Geçmiş, uzamda somut olarak var mıdır? Geçmişin varlığını hâlâ koruduğu herhangi bir yer, bir somut nesneler dünyası var mıdır?"

"Hayır."

"Öyleyse, geçmiş, varsa eğer, nerededir?"

"Kayıtlarda. Yazılı olarak."

"Kayıtlarda. Başka nerede?"

"Zihinlerde. İnsanların belleğinde."

"Bellekte. Güzel. Eh, biz Parti olarak tüm kayıtları da, tüm bellekleri de denetim altında tuttuğumuza göre, geçmişi de denetim altında tutuyoruz demektir, değil mi?"

Winston, kadranı bir an için yine unutarak, "Ama insanların bir sürü şeyi anımsamalarını nasıl önleyebilirsiniz ki?" diye bağırdı. "İstemdışı bir şey bu. Anımsamamak insanın elinde değil. Belleği nasıl denetim altında tutabilirsiniz? Benimkini denetlemediniz!"

O'Brien yeniden sertleşti. Elini kadrana uzattı.

"Tam tersine," dedi, "sen denetlemedin belleğini. O yüzden buradasın. Alçakgönüllülüğü, özdenetimi beceremediğin için buradasın. Akıllılığın bedeli olan boyun eğmeye hiç yanaşmadın. Deliliği, tek kişilik bir azınlık olmayı yeğledin. Gerçekliği ancak denetim altındaki zihinler görebilir, Winston. Sen, gerçekliğin nesnel, dışsal ve kendi başına var olan bir şey olduğunu sanıyorsun. Ayrıca, gerçekliğin apaçık ortada olduğuna inanıyorsun. Herkesin her şeyi senin gibi gördüğüne inandırıyorsun kendini. Ama beni dinlersen, Winston, gerçeklik dışsal bir şey değildir. Gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değil. Bireyin her zaman yanılabilen ve kısa zamanda yok olup giden zihinlerinde değil, yalnızca Parti'nin ortaklaşa ve ölümsüz zihnindedir. Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur. Parti'nin gözünden bakmadıkça, gerçekliği görmek olanaksızdır. İşte senin yeniden öğrenmen gereken de bu, Winston. Bu da, benliğini yok etmeyi, iradeli olmayı gerektirir. Akıllı olmak istiyorsan, özünden geçmelisin."

Söylediklerinin özümsenmesini bekliyormuşçasına bir an durduktan sonra, "Güncene, 'Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir' diye yazdığını anımsıyor musun?" diye sordu.

"Evet," dedi Winston.

O'Brien, başparmağını kapatarak sol elini tersinden Winston'a gösterdi.

"Kaç parmağımı görüyorsun, Winston?"

"Dört."

"Peki, Parti dört değil de beş diyorsa, o zaman kaç?"

"Dört."

Winston acıyla inledi. Kadranın ibresi elli beşe çıkmıştı. Gövdesi tepeden tırnağa tere batmıştı. Hava ciğerlerine doldu ve dışarı boşalırken, dişlerini kenetleyerek bile önleyemediği boğuk iniltiler çıkardı Winston. O'Brien, hâlâ dört parmağını göstererek, onu izliyordu. Kolu geri çekti. Acı birazcık hafifledi.

"Kaç parmak görüyorsun, Winston?"

"Dört."

İbre altmışa yükseldi.

"Şimdi kaç parmak, Winston?"

"Dört! Dört! Başka ne diyebilirim ki? Dört!"

İbre yeniden yükselmiş olmalıydı, ama Winston kadrana bakamıyordu. O kaba, acımasız yüzden ve dört parmaktan başka bir şey görmüyordu. Parmaklar, gözlerinin önünde dev birer sütun gibi dikiliyordu; bulanık ve titreşir gibiydiler, ama dört tane oldukları kesindi.

"Kaç parmak var, Winston?"

"Dört! Kesin şunu, kesin! Nasıl yaparsınız? Dört! Dört!"

"Kaç parmak, Winston?"

"Beş! Beş! Beş!"

"Hayır, Winston, yararı yok. Yalan söylüyorsun. Hâlâ dört olduğunu düşünüyorsun. Söyle lütfen, kaç parmak var?

"Dört! Beş! Dört! Siz ne diyorsanız. Yeter ki kesin şunu, durdurun şu acıyı!"

Bir de baktı, O'Brien'ın kolu omuzlarında, dikilmiş oturuyor. Birkaç saniyeliğine kendinden geçmiş olsa gerekti. Gövdesini saran kayışlar gevşetilmişti. Çok üşüyordu, zangır zangır titriyor, çeneleri birbirine vuruyor, gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Bir an küçük bir çocuk gibi O'Brien'a sarıldı, omzuna dolanan o ağır kol onu rahatlattı. Sanki O'Brien onun koruyucusuydu, acı başka bir yerden geliyordu, kaynağı başka bir yerdeydi, onu acıdan kurtaracak olan O'Brien'dı sanki.

"Çok yavaş öğreniyorsun, Winston," dedi O'Brien usulca.

Winston, hüngür hüngür ağlayarak, "Elimde değil," dedi. "Gözümle gördüğümü nasıl yadsırım? İki kere iki dört eder."

"Bak, Winston. Bazen iki kere iki beş eder. Hatta bazen üç eder. Bazen aynı anda hem beş hem üç ettiği de olur. Daha fazla çaba göstermelisin. Aklı başında olmak kolay değildir."

Winston'ı yatağa uzandırdı. Winston'ın kolları ve bacaklarını saran kayışlar yeniden sıkılandı; gerçi acı geçmiş, titreme durmuştu, ama bitkin düşmüştü, üşüyordu. O'Brien, işlem boyunca yerinden kıpırdamadan öylece durmuş olan beyaz önlüklü adama başıyla işaret etti. Beyaz önlüklü adam eğilip Winston'ın gözlerine baktı, nabzını saydı, göğsünü dinledi, parmaklarıyla orasına burasına vurarak tepeden tırnağa muayene ettikten sonra, O'Brien'a başıyla olur verdi.

"Bir daha ver," dedi O'Brien.

Acı Winston'ın bedeninin içinden akıp geçti. İbre yetmişte, yetmiş beşte olmalıydı. Bu kez gözlerini kapamıştı. Biliyordu, parmaklar hâlâ oradaydı ve hâlâ dört taneydi. Önemli olan tek bir şey vardı, o da bedeninin kasılması geçinceye kadar hayatta kalabilmekti. Artık ağlayıp ağlamadığının ayırdında değildi. Acı yeniden hafifledi. Gözlerini açtı. O'Brien kolu geriye çekmişti.

"Kaç parmak var, Winston?"

"Dört. Sanırım dört. Elimde olsa beş görürdüm. Beş görmeye çalışıyorum."

"Hangisini istiyorsun: Beni beş parmak gördüğüne inandırmaya mı, yoksa gerçekten beş görmeyi mi?"

"Gerçekten beş görmek istiyorum."

"Bir daha ver," dedi O'Brien.

İbre belki de seksen dokuza yükselmişti. Winston, acının nereden kaynaklandığını artık ancak kesik kesik anımsayabiliyordu. Sımsıkı kapalı gözkapaklarının gerisinde, bir yığın parmak şıkır şıkır oynuyor, birbirine dolanıp çözülüyor, birbirinin ardında kaybolup yeniden beliriyordu. Onları saymaya çalışıyor, ama neden saymaya çalıştığını bilmiyordu. Tek bildiği, onları saymanın olanaksız olduğu ve bunun her nasılsa dört ile beş arasındaki gizemli özdeşlikten kaynaklandığıydı. Acı yeniden azaldı. Gözlerini açtığında, hâlâ aynı şeyi görmekte olduğunu fark etti. Sayısız parmak, akıp giden ağaçlar gibi, durmadan birbirine karışarak iki yönde geçip gidiyordu hâlâ. Gözlerini yeniden kapadı.

"Kaç parmağımı görüyorsun, Winston?"

"Bilmiyorum. Bilmiyorum. Bir daha yaparsanız ölürüm. Dört, beş, altı... İnan olsun, bilmiyorum."

"Bu daha iyi," dedi O'Brien.

Winston'ın koluna bir iğne girdi. Çok geçmeden tüm bedenine sağaltıcı, yatıştırıcı bir sıcaklık yayıldı. Acısını nerdeyse unutmuş gibiydi. Gözlerini açtı ve minnetle O'Brien'a baktı. O kaba saba, çirkin ama bir o kadar da zeki yüzü görünce yüreği altüst oldu. Kımıldayabilse, elini uzatıp O'Brien'ın koluna koyacaktı. Onu hiç o andaki kadar sevmemişti, ama bunun nedeni yalnızca çektiği acıya son vermiş olması değildi. O eski, derinlerde yatan duygu geri gelmişti; O'Brien'ın dost mu, yoksa düşman mı olduğu önemli değildi. Konuşulabilecek biriydi O'Brien. İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de. O'Brien yaptığı işkenceyle onu çıldırmanın eşiğine getirmişti, birazdan canını alacağı da açıktı. Ama hiç fark etmezdi. Bir bakıma, arkadaşlıktan derin bir şeydi bu, yakın dosttular: Asıl söylenmesi gerekenler hiçbir zaman söylenmeyecek olsa bile, bir gün bir yerde buluşup konuşabilirlerdi. O'Brien, aklından aynı düşünce geçiyormuşçasına ona bakıyordu.

Sakin, sohbet edercesine, "Nerede olduğunu biliyor musun, Winston?" diye sordu.

"Bilmiyorum. Tahmin edebiliyorum. Sevgi Bakanlığı'nda."

"Ne kadardır burada olduğunu biliyor musun?"

"Bilmiyorum. Günler, haftalar, aylardır... Sanırsam aylardır."

"Peki, insanları neden buraya getiriyoruz sence?"

"İtiraf ettirmek için."

"Hayır, onun için değil. Başka?"

"Cezalandırmak için."

"Hayır!" diye bağırdı O'Brien. Sesi müthiş değişmiş, yüzüne hem bir sertlik hem de canlılık gelmişti. "Hayır! Ne yalnızca itiraf ettirmek için ne de cezalandırmak için. Seni neden buraya getirdiğimizi söyleyeyim mi? İyileştirmek için! Aklını başına getirmek için! Bilesin, Winston, buraya getirdiğimiz hiç kimseyi iyileşmeden bırakmayız! İşlediğin o ahmakça suçlar umurumuzda değil. Parti gözle görülür eylemlerle ilgilenmez; bizi ilgilendiren tek şey düşüncedir. Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz. Bilmem, anlatabiliyor muyum?"

Winston'ın üzerine eğilmişti. Yüzü çok yakında olduğu için kocaman, aşağıdan bakıldığı için korkunç çirkin görünüyordu. Cezbeye gelmiş gibiydi, çılgınca bir coşku okunuyordu yüzünde. Winston'ın yüreğine yine bir ürküntü düştü. Elinde olsa, yattığı yere iyice gömülecekti. O'Brien'ın durduk yerde, sırf zevk için kadranın kolunu kaldırmak üzere olduğundan emindi. Ama tam o sırada O'Brien arkasını döndü. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Öfkesi biraz olsun yatışmış gibiydi: "Her şeyden önce bilmelisin ki, burada şehit olmak diye bir şey yoktur. Geçmişte din adına yapılan gaddarlıkları okumuşsundur. Ortaçağ'da Engizisyon diye bir şey vardı. Hiçbir işe yaramadı. Sapkınlığı ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı, güçlendirmekten başka bir şey yapmadılar. Engizisyon'un diri diri yaktığı her sapkının yerine binlercesi ortaya çıktı. Neden? Çünkü Engizisyon, düşmanlarını meydanlarda, hem de hâlâ nedamet getirmemişlerken öldürdü; daha doğrusu, onları nedamet getirmedikleri için öldürdü. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçmedikleri için ölüyorlardı. İster istemez, tüm onur kurbanın, tüm utanç da onu diri diri yakan Engizisyoncu'nun oluyordu. Sonraları, yirminci yüzyılda totaliter denenler ortaya çıktı. Alman Nazileri ve Rus Komünistleri. Ruslar sapkınlığı Engizisyondan daha acımasızca bastırdılar. Geçmişteki hatalardan ders çıkarmışlardı; en azından, şehitler yaratmamak gerektiğini öğrenmişlerdi. Kurbanlarını halk mahkemesine çıkarmadan önce onurlarını yerle bir ediyorlardı. İşkence yaparak, hücreye atarak dirençlerini kırıp öyle bir sindiriyorlardı ki, acınası, umarsız birer şamar oğlanına dönüyordu hepsi; sonunda, ne istenirse itiraf ediyorlar, birbirlerini ihbar ederek, suçlayarak paçalarını kurtarmaya çalışıyorlar, merhamet dilenmeye başlıyorlardı. Ama yine de, yalnızca birkaç yıl sonra aynı olayın tekrarlanmasına engel olunamadı. Ölenler birer şehit olup çıkmışlar, gözden düşürülüp saygınlıklarını yitirdikleri unutuluvermişti. Peki, niçin bir kez daha böyle olmuştu? Bir kere, işkence altında konuşturuldukları ve itiraflarının doğru olmadığı açıkça bilindiği için. Oysa biz böyle hatalar yapmayız. Burada ağızlardan çıkan itirafların hepsi doğrudur. Doğru olmalarını sağlarız. En önemlisi de, ölülerin ayağa kalkıp karşımıza dikilmelerine izin vermeyiz. Gelecek kuşakların senin hakkını teslim edeceğini aklından bile geçirme, Winston. Gelecek kuşaklar senin adını bile duymayacak. Tarihten silineceksin. Seni gaza dönüştürüp stratosfere yollayacağız. Geriye hiçbir şey kalmayacak senden; ne nüfus kütüğünde bir ad ne de belleklerde yaşayan bir anı. Geçmişten silindiğin gibi, gelecekten de silineceksin. Hiç var olmamış olacaksın!"


3. Bölüm - II (b) Part 3 - II (b)

O'Brien, başına dikilmiş, dikkatle ona bakıyordu. O'Brien was standing on his head, looking intently at her. Dikbaşlı ama parlak bir çocuğa sabırla özen gösteren bir öğretmenden farksızdı. He was like a teacher patiently caring for a headstrong but bright boy.

"Geçmişin denetlenmesiyle ilgili bir Parti sloganı vardır," dedi. "There is a Party slogan about controlling the past," he said. "Söyler misin, lütfen." "Can you tell me, please."

Winston, boyun eğerek, "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar," dedi. “He who controls the past controls the future; he who controls the present controls the past,” Winston said, yielding.

O'Brien, başıyla onaylayarak, "Şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar," dedi. "He who controls the present controls the past," said O'Brien, nodding. "Geçmişin gerçekten var olduğu kanısında mısın, Winston?" "Do you think the past really exists, Winston?"

Winston bir kez daha umarsızlığa kapılmıştı. Once again Winston was despondent. Kadrana bir bakış fırlattı. He cast a glance at the dial. Kendisini acı duymaktan kurtaracak yanıtın "evet" mi, yoksa "hayır" mı olduğunu bilmediği gibi, hangi yanıtın doğru olduğuna inandığını da bilmiyordu. He didn't know whether the answer that would save him the pain was "yes" or "no," nor did he know which answer he believed was right.

O'Brien, hafifçe gülümseyerek, "Sen metafizikçi değilsin, Winston," dedi. "You're not a metaphysician, Winston," said O'Brien, smiling faintly. "Var olmanın ne anlama geldiğini şu ana kadar hiç düşünmedin. “You have never thought about what it means to exist. Daha açık söyleyeyim. Let me be more clear. Geçmiş, uzamda somut olarak var mıdır? Does the past exist concretely in space? Geçmişin varlığını hâlâ koruduğu herhangi bir yer, bir somut nesneler dünyası var mıdır?" Is there any place, a world of concrete objects, where the past still exists?"

"Hayır." "No."

"Öyleyse, geçmiş, varsa eğer, nerededir?" "So where is the past, if any?"

"Kayıtlarda. "On the record. Yazılı olarak." In writing."

"Kayıtlarda. "On the record. Başka nerede?" Where else?"

"Zihinlerde. İnsanların belleğinde." in people's memory."

"Bellekte. Güzel. Eh, biz Parti olarak tüm kayıtları da, tüm bellekleri de denetim altında tuttuğumuza göre, geçmişi de denetim altında tutuyoruz demektir, değil mi?" Well, since we, as the Party, control all records and all memories, it means we control the past, right?"

Winston, kadranı bir an için yine unutarak, "Ama insanların bir sürü şeyi anımsamalarını nasıl önleyebilirsiniz ki?" "But how can you prevent people from remembering so many things?" Winston said, forgetting the dial again for a moment. diye bağırdı. "İstemdışı bir şey bu. "This is something involuntary. Anımsamamak insanın elinde değil. It is not in one's hands to remember. Belleği nasıl denetim altında tutabilirsiniz? How can you control memory? Benimkini denetlemediniz!" You didn't inspect mine!"

O'Brien yeniden sertleşti. O'Brien hardened again. Elini kadrana uzattı. He extended his hand to the dial.

"Tam tersine," dedi, "sen denetlemedin belleğini. "On the contrary," he said, "you did not check your memory. O yüzden buradasın. That's why you're here. Alçakgönüllülüğü, özdenetimi beceremediğin için buradasın. You are here because you have failed to master humility, self-control. Akıllılığın bedeli olan boyun eğmeye hiç yanaşmadın. You've never been willing to submit to the price of wisdom. Deliliği, tek kişilik bir azınlık olmayı yeğledin. You chose madness, to be a one-man minority. Gerçekliği ancak denetim altındaki zihinler görebilir, Winston. Only controlled minds can see reality, Winston. Sen, gerçekliğin nesnel, dışsal ve kendi başına var olan bir şey olduğunu sanıyorsun. You think that reality is something objective, external, and self-existent. Ayrıca, gerçekliğin apaçık ortada olduğuna inanıyorsun. Also, you believe the truth is obvious. Herkesin her şeyi senin gibi gördüğüne inandırıyorsun kendini. You convince yourself that everyone sees everything the way you do. Ama beni dinlersen, Winston, gerçeklik dışsal bir şey değildir. But if you listen to me, Winston, reality is not something external. Gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değil. Reality is in one's mind, not elsewhere. Bireyin her zaman yanılabilen ve kısa zamanda yok olup giden zihinlerinde değil, yalnızca Parti'nin ortaklaşa ve ölümsüz zihnindedir. It is only in the collective and immortal mind of the Party, not in the always fallible and soon perishable minds of the individual. Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur. Whatever the party calls truth is truth. Parti'nin gözünden bakmadıkça, gerçekliği görmek olanaksızdır. It is impossible to see reality unless we look through the eyes of the Party. İşte senin yeniden öğrenmen gereken de bu, Winston. That's what you need to relearn, Winston. Bu da, benliğini yok etmeyi, iradeli olmayı gerektirir. This requires self-destruction and willpower. Akıllı olmak istiyorsan, özünden geçmelisin." If you want to be smart, you have to go through the core."

Söylediklerinin özümsenmesini bekliyormuşçasına bir an durduktan sonra, "Güncene, 'Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir' diye yazdığını anımsıyor musun?" He paused for a moment, as if waiting for his words to be assimilated, "Do you remember when you wrote in your diary, 'Freedom is being able to say, 'Two plus two makes four'?'" diye sordu. she asked.

"Evet," dedi Winston. "Yes," said Winston.

O'Brien, başparmağını kapatarak sol elini tersinden Winston'a gösterdi. O'Brien closed his thumb and showed Winston his left hand on the reverse.

"Kaç parmağımı görüyorsun, Winston?" "How many fingers do you see, Winston?"

"Dört." "Four."

"Peki, Parti dört değil de beş diyorsa, o zaman kaç?" "Well, if the Party says five instead of four, then how many?"

"Dört." "Four."

Winston acıyla inledi. Winston groaned in pain. Kadranın ibresi elli beşe çıkmıştı. The dial's hand was at fifty-five. Gövdesi tepeden tırnağa tere batmıştı. His body was covered in sweat from head to toe. Hava ciğerlerine doldu ve dışarı boşalırken, dişlerini kenetleyerek bile önleyemediği boğuk iniltiler çıkardı Winston. Air filled his lungs, and as it blew out, Winston let out a muffled groan that he couldn't help by clenching his teeth. O'Brien, hâlâ dört parmağını göstererek, onu izliyordu. O'Brien was watching her, still showing four fingers. Kolu geri çekti. He pulled his arm back. Acı birazcık hafifledi. The pain eased a little.

"Kaç parmak görüyorsun, Winston?" "How many fingers do you see, Winston?"

"Dört." "Four."

İbre altmışa yükseldi. The hand rose to sixty.

"Şimdi kaç parmak, Winston?" "How many fingers now, Winston?"

"Dört! "Four! Dört! Four! Başka ne diyebilirim ki? What else can I say? Dört!" Four!"

İbre yeniden yükselmiş olmalıydı, ama Winston kadrana bakamıyordu. The hand must have risen again, but Winston could not look at the dial. O kaba, acımasız yüzden ve dört parmaktan başka bir şey görmüyordu. He saw nothing but that rough, cruel face and four fingers. Parmaklar, gözlerinin önünde dev birer sütun gibi dikiliyordu; bulanık ve titreşir gibiydiler, ama dört tane oldukları kesindi. Fingers stood like giant pillars before his eyes; They seemed fuzzy and pulsating, but there were definitely four of them.

"Kaç parmak var, Winston?" "How many fingers, Winston?"

"Dört! Kesin şunu, kesin! Cut it out, cut it! Nasıl yaparsınız? How do you do? Dört! Four! Dört!"

"Kaç parmak, Winston?"

"Beş! Beş! Beş!"

"Hayır, Winston, yararı yok. "No, Winston, it's no use. Yalan söylüyorsun. Hâlâ dört olduğunu düşünüyorsun. You still think it's four. Söyle lütfen, kaç parmak var? Tell me please, how many fingers are there?

"Dört! Beş! Dört! Siz ne diyorsanız. whatever you say. Yeter ki kesin şunu, durdurun şu acıyı!" Just stop it, stop this pain!"

Bir de baktı, O'Brien'ın kolu omuzlarında, dikilmiş oturuyor. And he looked up, sitting upright with O'Brien's arm on his shoulders. Birkaç saniyeliğine kendinden geçmiş olsa gerekti. He must have passed out for a few seconds. Gövdesini saran kayışlar gevşetilmişti. The straps around his body had been loosened. Çok üşüyordu, zangır zangır titriyor, çeneleri birbirine vuruyor, gözlerinden yaşlar boşanıyordu. He was very cold, he was trembling, his jaws were banging together, and his eyes were tearing. Bir an küçük bir çocuk gibi O'Brien'a sarıldı, omzuna dolanan o ağır kol onu rahatlattı. He hugged O'Brien for a moment like a little child, comforting him with the heavy arm that hung around his shoulder. Sanki O'Brien onun koruyucusuydu, acı başka bir yerden geliyordu, kaynağı başka bir yerdeydi, onu acıdan kurtaracak olan O'Brien'dı sanki. It was as if O'Brien was her protector, the pain was coming from somewhere else, its source was elsewhere, as if it was O'Brien who would save her from the pain.

"Çok yavaş öğreniyorsun, Winston," dedi O'Brien usulca. "You learn very slowly, Winston," said O'Brien softly.

Winston, hüngür hüngür ağlayarak, "Elimde değil," dedi. "I can't help it," said Winston, sobbing. "Gözümle gördüğümü nasıl yadsırım? "How can I deny what I have seen with my own eyes? İki kere iki dört eder." Two times two is four."

"Bak, Winston. "Look, Winston. Bazen iki kere iki beş eder. Sometimes two times two is five. Hatta bazen üç eder. Sometimes even three. Bazen aynı anda hem beş hem üç ettiği de olur. Sometimes it happens that it's both five and three at the same time. Daha fazla çaba göstermelisin. You should try harder. Aklı başında olmak kolay değildir." It's not easy to be sane."

Winston'ı yatağa uzandırdı. He laid Winston on the bed. Winston'ın kolları ve bacaklarını saran kayışlar yeniden sıkılandı; gerçi acı geçmiş, titreme durmuştu, ama bitkin düşmüştü, üşüyordu. The straps around Winston's arms and legs tightened again; though the pain had passed, the trembling had ceased, but he was exhausted, he was cold. O'Brien, işlem boyunca yerinden kıpırdamadan öylece durmuş olan beyaz önlüklü adama başıyla işaret etti. O'Brien nodded to the man in the white coat, who had remained motionless throughout the procedure. Beyaz önlüklü adam eğilip Winston'ın gözlerine baktı, nabzını saydı, göğsünü dinledi, parmaklarıyla orasına burasına vurarak tepeden tırnağa muayene ettikten sonra, O'Brien'a başıyla olur verdi. The man in the white coat leaned down to look Winston in the eyes, took his pulse, listened to his chest, after fingering it from head to toe, nodded to O'Brien.

"Bir daha ver," dedi O'Brien. “Give it again,” O'Brien said.

Acı Winston'ın bedeninin içinden akıp geçti. Pain flowed through Winston's body. İbre yetmişte, yetmiş beşte olmalıydı. The needle should have been at seventy, seventy-five. Bu kez gözlerini kapamıştı. This time he closed his eyes. Biliyordu, parmaklar hâlâ oradaydı ve hâlâ dört taneydi. He knew, the fingers were still there and there were still four. Önemli olan tek bir şey vardı, o da bedeninin kasılması geçinceye kadar hayatta kalabilmekti. There was only one thing that mattered, and that was to survive until the contraction of his body subsided. Artık ağlayıp ağlamadığının ayırdında değildi. He didn't know if he was crying anymore. Acı yeniden hafifledi. The pain eased again. Gözlerini açtı. He opened his eyes. O'Brien kolu geriye çekmişti. O'Brien had pulled the lever back.

"Kaç parmak var, Winston?" "How many fingers, Winston?"

"Dört. "Four. Sanırım dört. Elimde olsa beş görürdüm. I'd see five if I could. Beş görmeye çalışıyorum." I'm trying to see five."

"Hangisini istiyorsun: Beni beş parmak gördüğüne inandırmaya mı, yoksa gerçekten beş görmeyi mi?" "Which do you want: make me believe you see five fingers or really see five?"

"Gerçekten beş görmek istiyorum." "I really want to see five."

"Bir daha ver," dedi O'Brien. “Give it again,” O'Brien said.

İbre belki de seksen dokuza yükselmişti. The pointer had risen to perhaps eighty-nine. Winston, acının nereden kaynaklandığını artık ancak kesik kesik anımsayabiliyordu. Winston could barely remember now where the pain had come from. Sımsıkı kapalı gözkapaklarının gerisinde, bir yığın parmak şıkır şıkır oynuyor, birbirine dolanıp çözülüyor, birbirinin ardında kaybolup yeniden beliriyordu. Behind her tightly closed eyelids, a swarm of fingers rattled, entangled and unraveled, disappearing and reappearing one after the other. Onları saymaya çalışıyor, ama neden saymaya çalıştığını bilmiyordu. He was trying to count them, but he didn't know why he was trying to count them. Tek bildiği, onları saymanın olanaksız olduğu ve bunun her nasılsa dört ile beş arasındaki gizemli özdeşlikten kaynaklandığıydı. All he knew was that it was impossible to count them, and that somehow it was due to the mysterious identity between four and five. Acı yeniden azaldı. The pain subsided again. Gözlerini açtığında, hâlâ aynı şeyi görmekte olduğunu fark etti. When he opened his eyes, he realized that he was still seeing the same thing. Sayısız parmak, akıp giden ağaçlar gibi, durmadan birbirine karışarak iki yönde geçip gidiyordu hâlâ. Countless fingers were still crossing in both directions, intertwined like flowing trees. Gözlerini yeniden kapadı. He closed his eyes again.

"Kaç parmağımı görüyorsun, Winston?" "How many fingers do you see, Winston?"

"Bilmiyorum. "I do not know. Bilmiyorum. Bir daha yaparsanız ölürüm. Dört, beş, altı... İnan olsun, bilmiyorum." Four, five, six... Believe it or not, I don't know."

"Bu daha iyi," dedi O'Brien. "This is better," said O'Brien.

Winston'ın koluna bir iğne girdi. A needle went into Winston's arm. Çok geçmeden tüm bedenine sağaltıcı, yatıştırıcı bir sıcaklık yayıldı. Before long, a healing, soothing warmth spread through his entire body. Acısını nerdeyse unutmuş gibiydi. It was as if he had almost forgotten his pain. Gözlerini açtı ve minnetle O'Brien'a baktı. He opened his eyes and looked gratefully at O'Brien. O kaba saba, çirkin ama bir o kadar da zeki yüzü görünce yüreği altüst oldu. His heart sank when he saw that brutish, ugly yet intelligent face. Kımıldayabilse, elini uzatıp O'Brien'ın koluna koyacaktı. If he could move, he would reach out and place his hand on O'Brien's arm. Onu hiç o andaki kadar sevmemişti, ama bunun nedeni yalnızca çektiği acıya son vermiş olması değildi. He had never loved her as much as he did, but it wasn't just because he had put an end to his suffering. O eski, derinlerde yatan duygu geri gelmişti; O'Brien'ın dost mu, yoksa düşman mı olduğu önemli değildi. That old, deep-seated feeling had returned; It didn't matter whether O'Brien was friend or foe. Konuşulabilecek biriydi O'Brien. O'Brien was someone to talk to. İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de. Perhaps one wanted to be understood rather than loved. O'Brien yaptığı işkenceyle onu çıldırmanın eşiğine getirmişti, birazdan canını alacağı da açıktı. O'Brien had driven her to the brink of insanity with his torture, and it was clear that he was going to die soon. Ama hiç fark etmezdi. But it didn't matter. Bir bakıma, arkadaşlıktan derin bir şeydi bu, yakın dosttular: Asıl söylenmesi gerekenler hiçbir zaman söylenmeyecek olsa bile, bir gün bir yerde buluşup konuşabilirlerdi. In a way, it was something deeper than friendship, they were close friends: they could meet somewhere and talk someday, even if what really needed to be said would never be said. O'Brien, aklından aynı düşünce geçiyormuşçasına ona bakıyordu. O'Brien was looking at her as if the same thought was crossing his mind.

Sakin, sohbet edercesine, "Nerede olduğunu biliyor musun, Winston?" "Do you know where you are, Winston?" diye sordu. she asked.

"Bilmiyorum. "I do not know. Tahmin edebiliyorum. I can guess. Sevgi Bakanlığı'nda." In the Ministry of Love."

"Ne kadardır burada olduğunu biliyor musun?" "Do you know how long you've been here?"

"Bilmiyorum. "I do not know. Günler, haftalar, aylardır... Sanırsam aylardır." It's been days, weeks, months... I think it's months."

"Peki, insanları neden buraya getiriyoruz sence?" "Well, why do you think we bring people here?"

"İtiraf ettirmek için." "To confess."

"Hayır, onun için değil. "No, not for him. Başka?" Other?"

"Cezalandırmak için." "To punish."

"Hayır!" "No!" diye bağırdı O'Brien. cried O'Brien. Sesi müthiş değişmiş, yüzüne hem bir sertlik hem de canlılık gelmişti. His voice had changed tremendously, and his face was both firm and lively. "Hayır! Ne yalnızca itiraf ettirmek için ne de cezalandırmak için. Not just to make a confession or to punish him. Seni neden buraya getirdiğimizi söyleyeyim mi? Shall I tell you why we brought you here? İyileştirmek için! To improve! Aklını başına getirmek için! To make up your mind! Bilesin, Winston, buraya getirdiğimiz hiç kimseyi iyileşmeden bırakmayız! You know, Winston, we never leave anyone we bring here unhealed! İşlediğin o ahmakça suçlar umurumuzda değil. We don't care about your stupid crimes. Parti gözle görülür eylemlerle ilgilenmez; bizi ilgilendiren tek şey düşüncedir. The Party is not concerned with visible actions; The only thing that interests us is thought. Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz. We don't try to destroy our enemies, we change them. Bilmem, anlatabiliyor muyum?" I don't know, can I explain?"

Winston'ın üzerine eğilmişti. He was leaning over Winston. Yüzü çok yakında olduğu için kocaman, aşağıdan bakıldığı için korkunç çirkin görünüyordu. His face looked huge because he was so close, and terribly ugly when viewed from below. Cezbeye gelmiş gibiydi, çılgınca bir coşku okunuyordu yüzünde. It was as if he was tempted, a frenzied enthusiasm was evident on his face. Winston'ın yüreğine yine bir ürküntü düştü. Fear fell in Winston's heart again. Elinde olsa, yattığı yere iyice gömülecekti. Had he been able to, he would have sunk deep into his bed. O'Brien'ın durduk yerde, sırf zevk için kadranın kolunu kaldırmak üzere olduğundan emindi. He was sure that O'Brien was out of the blue that he was about to lift the dial's arm for sheer pleasure. Ama tam o sırada O'Brien arkasını döndü. But just then, O'Brien turned around. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. He was pacing up and down the room. Öfkesi biraz olsun yatışmış gibiydi: "Her şeyden önce bilmelisin ki, burada şehit olmak diye bir şey yoktur. His anger seemed to have subsided a little: "First of all, you should know that there is no such thing as martyrdom here. Geçmişte din adına yapılan gaddarlıkları okumuşsundur. You may have read about atrocities committed in the name of religion in the past. Ortaçağ'da Engizisyon diye bir şey vardı. In the Middle Ages there was such a thing as the Inquisition. Hiçbir işe yaramadı. It didn't work. Sapkınlığı ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı, güçlendirmekten başka bir şey yapmadılar. They aimed to eradicate heresy, they did nothing but strengthen it. Engizisyon'un diri diri yaktığı her sapkının yerine binlercesi ortaya çıktı. For every heretic burned alive by the Inquisition, thousands more appeared. Neden? Çünkü Engizisyon, düşmanlarını meydanlarda, hem de hâlâ nedamet getirmemişlerken öldürdü; daha doğrusu, onları nedamet getirmedikleri için öldürdü. For the Inquisition slew their enemies in the squares, while they still had not repented; rather, he killed them because they did not bring remorse. İnsanlar gerçek inançlarından vazgeçmedikleri için ölüyorlardı. People were dying because they did not give up their true beliefs. İster istemez, tüm onur kurbanın, tüm utanç da onu diri diri yakan Engizisyoncu'nun oluyordu. Inevitably, all honor went to your victim, and all shame to the Inquisitor who burned him alive. Sonraları, yirminci yüzyılda totaliter denenler ortaya çıktı. Later, in the twentieth century, so-called totalitarians emerged. Alman Nazileri ve Rus Komünistleri. German Nazis and Russian Communists. Ruslar sapkınlığı Engizisyondan daha acımasızca bastırdılar. The Russians suppressed heresy more ruthlessly than the Inquisition. Geçmişteki hatalardan ders çıkarmışlardı; en azından, şehitler yaratmamak gerektiğini öğrenmişlerdi. They had learned from past mistakes; at least they had learned not to create martyrs. Kurbanlarını halk mahkemesine çıkarmadan önce onurlarını yerle bir ediyorlardı. They were dishonoring their victims before they brought them to the people's court. İşkence yaparak, hücreye atarak dirençlerini kırıp öyle bir sindiriyorlardı ki, acınası, umarsız birer şamar oğlanına dönüyordu hepsi; sonunda, ne istenirse itiraf ediyorlar, birbirlerini ihbar ederek, suçlayarak paçalarını kurtarmaya çalışıyorlar, merhamet dilenmeye başlıyorlardı. By torture and throwing them into the cell, they broke their resistance and intimidated them so much that they all turned into pathetic, helpless whipping boys; in the end, they confessed whatever they wanted, they tried to get away with denunciation and accusation of each other, they started to beg for mercy. Ama yine de, yalnızca birkaç yıl sonra aynı olayın tekrarlanmasına engel olunamadı. But still, only a few years later the same incident could not be prevented. Ölenler birer şehit olup çıkmışlar, gözden düşürülüp saygınlıklarını yitirdikleri unutuluvermişti. Those who died became martyrs, their disgrace and their dignity were forgotten. Peki, niçin bir kez daha böyle olmuştu? So why did it happen again? Bir kere, işkence altında konuşturuldukları ve itiraflarının doğru olmadığı açıkça bilindiği için. For one thing, because they were made to speak under torture and their confessions were clearly known to be untrue. Oysa biz böyle hatalar yapmayız. However, we do not make such mistakes. Burada ağızlardan çıkan itirafların hepsi doğrudur. All the confessions that come out of the mouth here are true. Doğru olmalarını sağlarız. We make sure they are correct. En önemlisi de, ölülerin ayağa kalkıp karşımıza dikilmelerine izin vermeyiz. Gelecek kuşakların senin hakkını teslim edeceğini aklından bile geçirme, Winston. Don't even think that future generations will give you credit, Winston. Gelecek kuşaklar senin adını bile duymayacak. Future generations will not even hear your name. Tarihten silineceksin. Seni gaza dönüştürüp stratosfere yollayacağız. We'll turn you into gas and send you into the stratosphere. Geriye hiçbir şey kalmayacak senden; ne nüfus kütüğünde bir ad ne de belleklerde yaşayan bir anı. Nothing will be left of you; neither a name in the census nor a memory that lives in the memories. Geçmişten silindiğin gibi, gelecekten de silineceksin. You will be erased from the future just as you were erased from the past. Hiç var olmamış olacaksın!" You will never have existed!”