×

LingQ'yu daha iyi hale getirmek için çerezleri kullanıyoruz. Siteyi ziyaret ederek, bunu kabul edersiniz: cookie policy.


image

Book - 1984 - George Orwell, 3. Bölüm - III (a)

3. Bölüm - III (a)

III

"Yeniden bütünlenmen üç aşamadan oluşuyor," dedi O'Brien. "Öğrenme, kavrama ve kabullenme. Artık ikinci aşamaya geçmenin vakti geldi."

Winston, yine sırtüstü, dümdüz yatıyordu. Ama kayışları biraz gevşetilmişti. Hâlâ yatağa bağlı olmakla birlikte, dizlerini bir parça kımıldatabiliyor, başını iki yana çevirebiliyor, kollarını dirsekten kaldırabiliyordu. Kadran da eskisi kadar ürkütücü olmaktan çıkmıştı. Çabuk ve zekice yanıtlar verdiğinde acıdan kurtuluyordu; O'Brien, kadranın kolunu, ancak Winston aptallık ettiği zaman kaldırıyordu. Bazen bütün bir oturum boyunca kadrana gerek kalmadığı bile oluyordu. Winston kaç oturum olduğunu anımsayamıyordu. Sorgulamanın tümü uzun, belirsiz bir zamana –belki birkaç haftaya– yayılmıştı; bazen günlerce, bazen de yalnızca bir iki saat ara veriliyordu.

"Orada yatarken," dedi O'Brien, "hep Sevgi Bakanlığı'nın sana neden bu kadar zaman ayırdığını, seninle neden bu kadar uğraştığını merak ettin, hatta bana sordun bile. Aslında aynı soru serbestken de kafanı kurcalıyordu. Yaşadığın toplumun işleyişini kavrıyor, ama altında yatan güdüleri kavrayamıyordun. Güncene ne yazdığını anımsıyor musun: 'Nasıl'ını anlıyorum: neden'ini anlamıyorum.' 'Neden'ini düşündüğün zaman aklından kuşku duymuştun. Kitabı, Goldstein'ın kitabını okudun; en azından bazı bölümlerini okumuşsundur. Bilmediğin bir şey var mıydı içinde?"

"Siz okudunuz mu?" dedi Winston.

"O kitabı yazan benim. Daha doğrusu, yazılmasına katkıda bulundum. Bilirsin, hiçbir kitap tek başına yazılmaz."

"Kitapta yazanlar doğru mu peki?"

"Tanımlamalar doğru. Ortaya koyduğu program ise tam bir saçmalık. Bilginin gizliden gizliye birikmesi –bilinçlenmenin giderek yaygınlaşması–; en sonunda da proleteryanın ayaklanması... Parti'nin alaşağı edilmesi. Bunları söyleyeceğini sen de kestirmiştin. Hepsi saçma. Proleterler, bin yıl da, bir milyon yıl da geçse, asla ayaklanmazlar. Ayaklanamazlar. Nedenini söylememe gerek yok; sen biliyorsun zaten. Şiddetli bir isyan hayalleri besliyorsan, sil at kafandan. Parti'nin alaşağı edilmesi olanaksız. Parti egemenliği sonsuza dek sürecek. İyice kafana sok bunu."

Yatağa biraz daha yaklaştı. "Parti'nin egemenliği sonsuza dek sürecek," diye yineledi. Sonra da, Winston susadursun, "Şimdi, gelelim, 'nasıl' ve 'neden' sorununa. Parti'nin iktidarını nasıl koruduğunu çok iyi biliyorsun," diye ekledi. "Sen bana, iktidara neden sımsıkı sarıldığımızı söyle. Bizi buna yönelten ne? İktidarı neden bu kadar istiyoruz? Haydi, söyle bakalım."

Winston yine de kısa bir süre suskun kaldı. Kendini bitkin hissediyordu. O'Brien'ın yüzünde yine o kendinden geçişin çılgınca pırıltısı belirmişti. O'Brien'ın ne diyeceğini biliyordu: Parti, iktidarı, kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyordu. Parti iktidarda olmak istiyordu, çünkü halk kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen, dolayısıyla kendilerinden güçlü birileri tarafından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde aldatılması gereken zayıf, korkak yaratıklardı. İnsanlar özgürlük ile mutluluk arasında seçim yapmak zorundaydı ve büyük çoğunluk mutluluğu seçiyordu. Parti, zayıfların ebedi koruyucusu, iyilik olsun diye kötülük eden, başkalarının mutluluğu uğruna kendi mutluluğundan vazgeçen, bu yola baş koymuş bir mezhepti. Ama korkunç olan, diye düşündü Winston, O'Brien'ın bütün bunları inanarak söyleyecek olması. Yüzünden okunuyordu bu. O'Brien her şeyi biliyordu. Dünyanın aslında nasıl bir yer olduğunu, kitlelerin ne kadar küçük düşürücü koşullarda yaşadıklarını, Parti'nin onları hangi yalanlar ve zorbalıklarla o koşullarda tuttuğunu Winston'dan çok daha iyi biliyordu. Her şeyi kavramış, her şeyi tartıp değerlendirmiş olmasına karşın, hiçbir şey fark etmemişti: En sonunda ulaşılacak amaç, her şeyi haklı kılıyordu. Senin görüşlerini sonuna kadar dinledikten sonra kendi bildiğini okumakta direten, senden daha zeki bir çılgına karşı ne yapabilirsin ki, diye geçirdi aklından.

"Bizi bizim iyiliğimiz için yönetiyorsunuz," dedi duyulur duyulmaz bir sesle. "İnsanların kendi kendilerini yönetemeyeceklerine inanıyorsunuz. O yüzden de..."

Sözünü bitiremeden çığlığı bastı. Ansızın bıçak gibi bir acı saplanmıştı bedenine. O'Brien kolu kaldırmış, ibreyi otuz beşe yükseltmişti.

"Çok aptalcaydı, Winston, çok aptalca," dedi. "Bu kadar aptalcasını senden beklemezdim, çok daha akıllıca bir yanıt verebilirdin."

Kolu geri çekip devam etti:

"Sorumun yanıtı neydi, söyleyeyim sana. Şöyle: Parti, iktidarda olmayı, yalnızca kendi çıkarı için istiyor. Başkalarının iyiliği bizim umurumuzda değil, bizi ilgilendiren yalnızca iktidardır. Servet, lüks, uzun yaşamak ya da mutluluk değil, yalnızca iktidar, salt iktidar. Salt iktidarın ne demek olduğunu birazdan anlayacaksın. Bizi geçmişteki tüm oligarşilerden farklı kılan, ne yaptığımızı biliyor olmamız. Onların hepsi, hatta bize benzeyenleri bile korkak ve ikiyüzlüydü. Alman Nazilerinin ve Rus Komünistlerinin yöntemleri bizim yöntemlerimize çok yaklaşmıştı, ama onlar kendi güdülerini tanımayı hiçbir zaman göze alamadılar. İktidarı zorunlu olarak ve belirli bir süre için ele geçirdiklerini, yolun sonunda insanların özgür ve eşit olacakları bir cennetin beklediğini söylüyorlar, dahası belki de buna inanıyorlardı bile. Biz öyle değiliz Kimsenin iktidarı sonradan bırakmak amacıyla ele geçirmediğini biliyoruz. İktidar bir araç değil, bir amaçtır. Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar. Zulmün amacı zulümdür. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır. Şimdi anlamaya başladın mı beni?"

Winston, daha önce de olduğu gibi, O'Brien'ın yüzünün ne kadar yorgun olduğunu fark ederek irkildi. Gerçi güçlü, tıkız ve acımasız bir yüzdü, bu yüzdeki zekâ ve denetimli tutku karşısında kendini hep umarsız hissediyordu; ama yine de bir yorgunluk vardı bu yüzde. Gözlerinin altında torbalar oluşmuş, yanaklarının derisi sarkmıştı. O'Brien, ona doğru eğilerek göçkün yüzünü iyice yaklaştırdı.

"Yüzümün yaşlı ve yorgun olduğu geçiyor aklından," dedi. "İktidardan dem vurmama karşın, kendi bedenimin çürümesini bile önleyemediğimi düşünüyorsun. Bireyin yalnızca bir hücre olduğunu anlayamıyor musun, Winston? Hücrenin yorgunluğu, organizmanın canlılığını gösterir. Tırnaklarını kesince ölüyor musun?"

Yataktan uzaklaştı, odanın içinde yine bir eli cebinde gidip gelmeye başladı.

"Biz iktidarın rahipleriyiz," dedi. "Tanrı, iktidardır. Ama şu anda iktidar, senin için bir sözcükten öte bir şey değil. Artık iktidarın ne demek olduğunu biraz öğrenmen gerekiyor. İlk kavraman gereken de, iktidarın ortaklaşa bir şey olduğu. Birey ancak birey olmaktan çıktığı ölçüde iktidar sahibi olabilir. Parti sloganını biliyorsun: 'Özgürlük Köleliktir.' Bunun tersinden de söylenebileceğini hiç düşündün mü? Kölelik özgürlüktür. Yalnız –yani özgür– insan her zaman yenilgiye uğrar. Böyledir, çünkü insan yıkımların en büyüğü olan ölmeye yazgılıdır. Ama tümüyle, tam anlamıyla boyun eğebildiği, kimliğinden sıyrılabildiği, Parti'yle kaynaşıp bir olabildiği zaman, işte o zaman gücü her şeye yeter ve ölümsüz olur. Kavraman gereken ikinci şey de, iktidarın insanlara hükmetmek olduğu. Bedenlere hükmetmek, ama en çok da zihinlere hükmetmek. Maddeye –senin deyişinle, dış gerçekliğe– hükmetmek önemli değildir. Üstelik maddeye tümüyle hükmediyoruz zaten."

Winston, bir an, kadranı umursamaksızın var gücüyle doğrulup oturmaya çalıştıysa da, acıyla debelenerek olduğu yerde kaldı.

"Ama maddeye nasıl hükmedebilirsiniz ki?" diye haykırdı. "İklime ya da yerçekimi yasasına bile hükmedemiyorsunuz. Hastalığa, acıya, ölüme de..."

O'Brien, Winston'ı eliyle susturdu. "Biz maddeye hükmediyoruz, çünkü zihne hükmediyoruz. Gerçeklik kafanın içindedir. Yavaş yavaş öğreneceksin, Winston. Bizim yapamayacağımız hiçbir şey yok. Görünmezlik, havaya yükselme, ne istersen. İstersem bir sabun köpüğü gibi yükselebilirim yerden. İstemiyorum, çünkü Parti istemiyor. Doğa yasalarıyla ilgili bu on dokuzuncu yüzyıl düşüncelerini kafandan atmalısın. Doğa yasalarını biz yaparız."

"Hayır, doğru değil! Siz bu gezegenin bile efendisi değilsiniz. Avrasya ve Doğuasya ne olacak? Daha oraları bile fethedemediniz."

"Hiç önemli değil. Gerektiği zaman fethederiz. Hem fethetmesek bile ne fark eder ki? Bizim için varlığıyla yokluğu bir onların. Dünya, Okyanusya'dır."

"Ama sizin dünya dediğiniz yer bu evrende küçücük bir nokta. İnsanoğlu da minicik, umarsız! Ne kadar zamandır var ki? Milyonlarca yıl kimse yaşamadı dünyada."

"Saçmalama. Dünya bizimle yaşıt, bizden yaşlı değil. Nasıl daha yaşlı olsun ki? İnsanoğlunun bilincinde olmadığı hiçbir şey var olamaz."

"Ama kayalar, insanoğlunun esamisi okunmazken burada yaşamış olan soyu tükenmiş hayvanların, mamutlar, mastodonlar[[7]](https://www.lingq.com/en/learn/tr/web/editor?course=632427#_7_1) ve dev sürüngenlerin kemikleriyle dolu."

"Sen o kemikleri gözlerinle gördün mü, Winston? Görmedin tabii. Onlar on dokuzuncu yüzyıl biyologlarının uydurması. İnsandan önce hiçbir şey yoktu. Bir gün sonu gelirse, insandan sonra da hiçbir şey olmayacak. İnsan dışında hiçbir şey yoktur."

"Ama tüm evren bizim dışımızda. Yıldızlara baksanıza! Bazıları bir milyon ışık yılı uzağımızda. Onlara hiçbir zaman erişemeyeceğiz."

O'Brien, hiç umursamadan, "Yıldız dediğin ne ki?" dedi. "Birkaç kilometre uzaktaki kor parçası. İstesek erişebiliriz yıldızlara. Hatta onları yok edebiliriz. Dünya, evrenin merkezidir. Güneş ve yıldızlar dünyanın çevresinde dönerler."

Winston bir kez daha debelenerek doğrulmaya çalıştı. Bu kez hiçbir şey söylemedi. O'Brien, Winston dediklerine karşı çıkmış da onu yanıtlıyormuşçasına sürdürdü sözünü:

"Bu dediğim, belirli durumlarda geçerli olmayabilir tabii. Okyanusa açılırken ya da bir güneş tutulmasını önceden belirlemeye çalışırken, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü ve yıldızların milyonlarca, milyonlarca kilometre uzakta olduğunu varsaymak çoğu zaman daha uygun düşer. Ama ne fark eder ki? İkili bir astronomi sistemi yaratamayacağımızı mı sanıyorsun? Yıldızlar, gereksinimimize göre, yakın ya da uzak olabilir. Matematikçilerimizin bu konuda yetersiz olduklarını mı sanıyorsun? Çiftdüşünü ne çabuk unuttun?"

Winston yatağında iyice büzüldü. Ne söylerse söylesin, O'Brien'ın yanıtı hazırdı, yanıt sopa gibi tepesine iniyordu. Oysa haklı olduğunu biliyordu, çok iyi biliyordu. İnsanın zihninin dışında hiçbir şeyin var olmadığı inancının yanlışlığını ortaya koymanın mutlaka bir yolu olmalıydı. Bu görüşün bir aldatmaca olduğu uzun yıllar önce kanıtlanmamış mıydı? Hatta bunun şimdi aklına gelmeyen bir adı bile vardı. Tepesinde durmuş, kendisine bakan O'Brien'ın yüzünde sinsice bir gülümseyiş belirdi.

"Metafizikten pek anlamadığını sana söylemiştim, Winston," dedi. "Anımsamaya çalıştığın sözcük tekbencilik. [[8]](https://www.lingq.com/en/learn/tr/web/editor?course=632427#_8_1) Ama yanılıyorsun. Tekbencilik değil bu. İstersen, ortaklaşa tekbencilik diyebilirsin. Ama bu başka bir şey; aslında tam tersi." Sonra da, sesinin tonunu değiştirerek ekledi: "Her neyse, bütün bunların konumuzla bir ilgisi yok. Gerçek güç, uğruna gece gündüz savaşmamız gereken güç, nesnelere değil, insanlara hükmeden güçtür." Bir an durdu, bir kez daha parlak bir öğrenciye soru soran bir öğretmen havasına büründü: "İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?"

Winston, biraz düşünüp, "Acı çektirerek," dedi.

"Tamam işte. Acı çektirerek. Boyun eğmek yetmez. Acı çekmiyorsa, kendi iradesine değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur. Nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anlamaya başladın mı şimdi? Eski reformcuların hayalini kurduğu o enayi, zevk düşkünü ütopyaların tam tersi bir dünya. Korku, ihanet ve azap dolu bir dünya, ezmenin ve ezilmenin dünyası, kendini yetkinleştirdikçe daha az acımasız olacak yerde daha da acımasız olan bir dünya. Bizim dünyamızda ilerleme, daha fazla acıya doğru bir ilerleme olacak. Eski uygarlıklar ya sevgi ya da adalet üstüne kurulduklarını öne sürüyorlardı. Bizim uygarlığımız ise nefret üstüne kurulu. Bizim dünyamızda korku, öfke, zafer ve kendini aşağılamadan başka bir duyguya yer yok. Başka ne varsa hepsini yok edeceğiz, hepsini. Devrim öncesinden bu yana süregelmiş düşünce alışkanlıklarını daha şimdiden kırıyoruz. Çocuk ile ana baba, insan ile insan, kadın ile erkek arasındaki bağları kopardık. Artık hiç kimse karısına, çocuğuna ya da arkadaşına güvenmeyi göze alamaz. İleride kimsenin karısı ve arkadaşı olmayacak. Çocuklar, tıpkı tavuğun altından alınan yumurtalar gibi, doğar doğmaz annelerinden alınacaklar. Cinsellik içgüdüsü yok edilecek. Dölleme, tayın vesikasının yenilenmesi gibi, her yıl yinelenen bir formalite olacak. Orgazmı ortadan kaldıracağız. Nörologlarımız şu sıralar bunun üzerinde çalışıyorlar. Parti'ye sadakat dışında sadakat diye bir şey olmayacak. Büyük Birader'e duyulan sevgi dışında sevgi diye bir şey olmayacak. Düşmanı bozguna uğrattıktan sonra atılan zafer kahkahası dışında hiçbir kahkaha atılmayacak. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey olmayacak. Kadiri mutlak olduğumuzda bilime gereksinimimiz kalmayacak. Güzellik ile çirkinlik arasında hiçbir ayrım olmayacak. Merak diye bir şey, yaşama sevinci diye bir şey olmayacak. Yaşamın tüm zevkleri yok edilecek. Ama durmadan büyüyen ve gittikçe ustalaşıp yetkinleşen bir iktidar esrikliği her zaman var olacak; bunu hiç aklından çıkarma, Winston. Zafer heyecanı, umarsız düşmanı ezip geçmenin coşkusu her zaman, her an yaşanacak. Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne basmış bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek."


3. Bölüm - III (a)

III

"Yeniden bütünlenmen üç aşamadan oluşuyor," dedi O'Brien. “Your reintegration consists of three phases,” O'Brien said. "Öğrenme, kavrama ve kabullenme. "Learning, understanding and acceptance. Artık ikinci aşamaya geçmenin vakti geldi." Now it's time to move on to the second phase."

Winston, yine sırtüstü, dümdüz yatıyordu. Winston was lying flat on his back again. Ama kayışları biraz gevşetilmişti. But the straps were a little loose. Hâlâ yatağa bağlı olmakla birlikte, dizlerini bir parça kımıldatabiliyor, başını iki yana çevirebiliyor, kollarını dirsekten kaldırabiliyordu. Still tied to the bed, he could move his knees a little, turn his head, and raise his arms at the elbow. Kadran da eskisi kadar ürkütücü olmaktan çıkmıştı. The dial was no longer as scary as it used to be. Çabuk ve zekice yanıtlar verdiğinde acıdan kurtuluyordu; O'Brien, kadranın kolunu, ancak Winston aptallık ettiği zaman kaldırıyordu. He was relieved of pain when he answered quickly and intelligently; O'Brien only lifted the dial's arm when Winston was being silly. Bazen bütün bir oturum boyunca kadrana gerek kalmadığı bile oluyordu. Sometimes the dial wasn't even needed for an entire session. Winston kaç oturum olduğunu anımsayamıyordu. Winston could not remember how many sessions there were. Sorgulamanın tümü uzun, belirsiz bir zamana –belki birkaç haftaya– yayılmıştı; bazen günlerce, bazen de yalnızca bir iki saat ara veriliyordu. The entire interrogation spanned a long, uncertain time—perhaps a few weeks; sometimes for days, sometimes only for an hour or two.

"Orada yatarken," dedi O'Brien, "hep Sevgi Bakanlığı'nın sana neden bu kadar zaman ayırdığını, seninle neden bu kadar uğraştığını merak ettin, hatta bana sordun bile. "As you lay there," said O'Brien, "you've always wondered why the Ministry of Love is giving you so much time, why is it so hard on you, you even asked me. Aslında aynı soru serbestken de kafanı kurcalıyordu. In fact, the same question was boggling your mind when you were free. Yaşadığın toplumun işleyişini kavrıyor, ama altında yatan güdüleri kavrayamıyordun. You understood the workings of the society in which you lived, but you failed to grasp the underlying motives. Güncene ne yazdığını anımsıyor musun: 'Nasıl'ını anlıyorum: neden'ini anlamıyorum.' Do you remember what you wrote in your diary: I understand your 'how': I don't understand your why.' 'Neden'ini düşündüğün zaman aklından kuşku duymuştun. You doubted your mind when you thought about your 'why'. Kitabı, Goldstein'ın kitabını okudun; en azından bazı bölümlerini okumuşsundur. You read the book, Goldstein's book; You've read at least some parts of it. Bilmediğin bir şey var mıydı içinde?" Was there anything in it that you didn't know?"

"Siz okudunuz mu?" "Did you read?" dedi Winston. said Winston.

"O kitabı yazan benim. "I'm the one who wrote that book. Daha doğrusu, yazılmasına katkıda bulundum. More precisely, I contributed to its writing. Bilirsin, hiçbir kitap tek başına yazılmaz." You know, no book is written alone."

"Kitapta yazanlar doğru mu peki?" "Is it true what is written in the book?"

"Tanımlamalar doğru. "The descriptions are correct. Ortaya koyduğu program ise tam bir saçmalık. His program is complete nonsense. Bilginin gizliden gizliye birikmesi –bilinçlenmenin giderek yaygınlaşması–; en sonunda da proleteryanın ayaklanması... Parti'nin alaşağı edilmesi. The secret accumulation of knowledge – the increasing prevalence of awareness –; finally the uprising of the proletariat... the overthrow of the Party. Bunları söyleyeceğini sen de kestirmiştin. You predicted that you would say this. Hepsi saçma. It's all nonsense. Proleterler, bin yıl da, bir milyon yıl da geçse, asla ayaklanmazlar. The proletarians will never revolt, whether a thousand years or a million years pass. Ayaklanamazlar. They cannot stand. Nedenini söylememe gerek yok; sen biliyorsun zaten. I don't need to tell you why; you already know. Şiddetli bir isyan hayalleri besliyorsan, sil at kafandan. If you're harboring dreams of violent rebellion, wipe it out. Parti'nin alaşağı edilmesi olanaksız. The Party cannot be overthrown. Parti egemenliği sonsuza dek sürecek. Party domination will last forever. İyice kafana sok bunu." Get that into your head well."

Yatağa biraz daha yaklaştı. He moved a little closer to the bed. "Parti'nin egemenliği sonsuza dek sürecek," diye yineledi. "The Party's dominance will last forever," he repeated. Sonra da, Winston susadursun, "Şimdi, gelelim, 'nasıl' ve 'neden' sorununa. Then, as Winston thirsted, "Now, on to the question of 'how' and 'why'. Parti'nin iktidarını nasıl koruduğunu çok iyi biliyorsun," diye ekledi. You know very well how the Party maintains its power,” he added. "Sen bana, iktidara neden sımsıkı sarıldığımızı söyle. "Tell me why we cling to power. Bizi buna yönelten ne? What drives us to this? İktidarı neden bu kadar istiyoruz? Why do we want power so much? Haydi, söyle bakalım." Come on, tell me."

Winston yine de kısa bir süre suskun kaldı. Winston was silent for a short while, however. Kendini bitkin hissediyordu. He felt exhausted. O'Brien'ın yüzünde yine o kendinden geçişin çılgınca pırıltısı belirmişti. O'Brien had that frenzied glint of ecstasy again on his face. O'Brien'ın ne diyeceğini biliyordu: Parti, iktidarı, kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyordu. He knew what O'Brien was going to say: The party wanted power for the good of the majority, not for its own interests. Parti iktidarda olmak istiyordu, çünkü halk kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen, dolayısıyla kendilerinden güçlü birileri tarafından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde aldatılması gereken zayıf, korkak yaratıklardı. The party wanted to be in power because the masses of the people were weak, cowardly creatures who could not stand for freedom or face reality and therefore had to be led and systematically deceived by someone stronger than them. İnsanlar özgürlük ile mutluluk arasında seçim yapmak zorundaydı ve büyük çoğunluk mutluluğu seçiyordu. People had to choose between freedom and happiness, and the vast majority chose happiness. Parti, zayıfların ebedi koruyucusu, iyilik olsun diye kötülük eden, başkalarının mutluluğu uğruna kendi mutluluğundan vazgeçen, bu yola baş koymuş bir mezhepti. The Party was the eternal protector of the weak, a sect that did evil for the sake of good, gave up its own happiness for the sake of others, and set out on this path. Ama korkunç olan, diye düşündü Winston, O'Brien'ın bütün bunları inanarak söyleyecek olması. But the terrible thing, thought Winston, is that O'Brien will say all this with conviction. Yüzünden okunuyordu bu. It was on his face. O'Brien her şeyi biliyordu. O'Brien knew everything. Dünyanın aslında nasıl bir yer olduğunu, kitlelerin ne kadar küçük düşürücü koşullarda yaşadıklarını, Parti'nin onları hangi yalanlar ve zorbalıklarla o koşullarda tuttuğunu Winston'dan çok daha iyi biliyordu. He knew better than Winston what the world really was, what humiliating conditions the masses lived in, and with what lies and tyranny the Party kept them in those conditions. Her şeyi kavramış, her şeyi tartıp değerlendirmiş olmasına karşın, hiçbir şey fark etmemişti: En sonunda ulaşılacak amaç, her şeyi haklı kılıyordu. Though he had grasped everything, had weighed everything, he had noticed nothing: the end to be achieved justified everything. Senin görüşlerini sonuna kadar dinledikten sonra kendi bildiğini okumakta direten, senden daha zeki bir çılgına karşı ne yapabilirsin ki, diye geçirdi aklından. What can you do against a smarter madman than you, he thought, who, after listening to your views to the end, insists on reading what he knows.

"Bizi bizim iyiliğimiz için yönetiyorsunuz," dedi duyulur duyulmaz bir sesle. “You rule us for our own good,” he said audibly. "İnsanların kendi kendilerini yönetemeyeceklerine inanıyorsunuz. “You believe that people cannot rule themselves. O yüzden de..." That's why..."

Sözünü bitiremeden çığlığı bastı. He cried out before he could finish speaking. Ansızın bıçak gibi bir acı saplanmıştı bedenine. A sudden stab of pain stabbed through his body. O'Brien kolu kaldırmış, ibreyi otuz beşe yükseltmişti. O'Brien had raised the arm, raised the hand to thirty-five.

"Çok aptalcaydı, Winston, çok aptalca," dedi. “It was very stupid, Winston, very stupid,” he said. "Bu kadar aptalcasını senden beklemezdim, çok daha akıllıca bir yanıt verebilirdin." "I wouldn't have expected such a stupid thing from you, you could have given a much smarter answer."

Kolu geri çekip devam etti: He pulled back the handle and continued:

"Sorumun yanıtı neydi, söyleyeyim sana. "What was the answer to my question, let me tell you. Şöyle: Parti, iktidarda olmayı, yalnızca kendi çıkarı için istiyor. It's like this: The party wants to be in power only for its own benefit. Başkalarının iyiliği bizim umurumuzda değil, bizi ilgilendiren yalnızca iktidardır. We do not care about the well-being of others, it is only power that concerns us. Servet, lüks, uzun yaşamak ya da mutluluk değil, yalnızca iktidar, salt iktidar. Not wealth, luxury, longevity or happiness, only power, pure power. Salt iktidarın ne demek olduğunu birazdan anlayacaksın. You will soon understand what mere power means. Bizi geçmişteki tüm oligarşilerden farklı kılan, ne yaptığımızı biliyor olmamız. What makes us different from all oligarchies of the past is that we know what we are doing. Onların hepsi, hatta bize benzeyenleri bile korkak ve ikiyüzlüydü. All of them, even those like us, were cowards and hypocrites. Alman Nazilerinin ve Rus Komünistlerinin yöntemleri bizim yöntemlerimize çok yaklaşmıştı, ama onlar kendi güdülerini tanımayı hiçbir zaman göze alamadılar. The methods of the German Nazis and Russian Communists came very close to ours, but they never dared to recognize their own motives. İktidarı zorunlu olarak ve belirli bir süre için ele geçirdiklerini, yolun sonunda insanların özgür ve eşit olacakları bir cennetin beklediğini söylüyorlar, dahası belki de buna inanıyorlardı bile. They said that they had seized power by necessity and for a certain period of time, that at the end of the road a heaven where people would be free and equal awaited, and perhaps they even believed it. Biz öyle değiliz Kimsenin iktidarı sonradan bırakmak amacıyla ele geçirmediğini biliyoruz. We are not. We know that no one has ever seized power with the intention of leaving it later. İktidar bir araç değil, bir amaçtır. Power is not a means, it is an end. Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar. Nobody establishes a dictatorship to protect the revolution; makes a revolution to establish a dictatorship. Zulmün amacı zulümdür. The purpose of cruelty is cruelty. İşkencenin amacı işkencedir. The purpose of torture is torture. İktidarın amacı iktidardır. The purpose of power is power. Şimdi anlamaya başladın mı beni?" Are you starting to understand me now?"

Winston, daha önce de olduğu gibi, O'Brien'ın yüzünün ne kadar yorgun olduğunu fark ederek irkildi. Winston winced, noticing how tired O'Brien's face was, as before. Gerçi güçlü, tıkız ve acımasız bir yüzdü, bu yüzdeki zekâ ve denetimli tutku karşısında kendini hep umarsız hissediyordu; ama yine de bir yorgunluk vardı bu yüzde. Though he was a strong, stocky, and ruthless face, he always felt helpless in the face of intelligence and controlled passion; but there was still a weariness on this face. Gözlerinin altında torbalar oluşmuş, yanaklarının derisi sarkmıştı. There were bags under his eyes, and the skin on his cheeks sagged. O'Brien, ona doğru eğilerek göçkün yüzünü iyice yaklaştırdı. O'Brien leaned over her, bringing his slumped face closer.

"Yüzümün yaşlı ve yorgun olduğu geçiyor aklından," dedi. "You're thinking that my face is old and tired," he said. "İktidardan dem vurmama karşın, kendi bedenimin çürümesini bile önleyemediğimi düşünüyorsun. "You think I can't even prevent my own body from rotting, despite my talk of power. Bireyin yalnızca bir hücre olduğunu anlayamıyor musun, Winston? Can't you understand that the individual is just a cell, Winston? Hücrenin yorgunluğu, organizmanın canlılığını gösterir. The fatigue of the cell indicates the vitality of the organism. Tırnaklarını kesince ölüyor musun?" Do you die when you cut your nails?"

Yataktan uzaklaştı, odanın içinde yine bir eli cebinde gidip gelmeye başladı. He moved away from the bed and began to pace around the room again with one hand in his pocket.

"Biz iktidarın rahipleriyiz," dedi. “We are priests of power,” he said. "Tanrı, iktidardır. "God is power. Ama şu anda iktidar, senin için bir sözcükten öte bir şey değil. But right now power is nothing more than a word to you. Artık iktidarın ne demek olduğunu biraz öğrenmen gerekiyor. Now you need to learn a little about what power means. İlk kavraman gereken de, iktidarın ortaklaşa bir şey olduğu. The first thing you need to realize is that power is a collective thing. Birey ancak birey olmaktan çıktığı ölçüde iktidar sahibi olabilir. The individual can have power only to the extent that he ceases to be an individual. Parti sloganını biliyorsun: 'Özgürlük Köleliktir.' You know the party slogan: 'Liberty is Slavery.' Bunun tersinden de söylenebileceğini hiç düşündün mü? Have you ever thought that it could be said the other way around? Kölelik özgürlüktür. Slavery is freedom. Yalnız –yani özgür– insan her zaman yenilgiye uğrar. Alone—that is, free—man always suffers defeat. Böyledir, çünkü insan yıkımların en büyüğü olan ölmeye yazgılıdır. This is so because man is destined to die, the greatest of destructions. Ama tümüyle, tam anlamıyla boyun eğebildiği, kimliğinden sıyrılabildiği, Parti'yle kaynaşıp bir olabildiği zaman, işte o zaman gücü her şeye yeter ve ölümsüz olur. But when he can fully, fully submit, shed his identity, merge and become one with the Party, then he is omnipotent and immortal. Kavraman gereken ikinci şey de, iktidarın insanlara hükmetmek olduğu. The second thing you need to grasp is that power is dominating people. Bedenlere hükmetmek, ama en çok da zihinlere hükmetmek. To dominate bodies, but most of all to dominate minds. Maddeye –senin deyişinle, dış gerçekliğe– hükmetmek önemli değildir. It is not important to dominate matter – external reality, as you would call it. Üstelik maddeye tümüyle hükmediyoruz zaten." Moreover, we already completely dominate the matter.”

Winston, bir an, kadranı umursamaksızın var gücüyle doğrulup oturmaya çalıştıysa da, acıyla debelenerek olduğu yerde kaldı. For a moment Winston tried with all his might to sit up, ignoring the dial, but remained there, struggling with pain.

"Ama maddeye nasıl hükmedebilirsiniz ki?" "But how can you master matter?" diye haykırdı. she cried. "İklime ya da yerçekimi yasasına bile hükmedemiyorsunuz. "You can't even rule the climate or the law of gravity. Hastalığa, acıya, ölüme de..." To sickness, to pain, to death...

O'Brien, Winston'ı eliyle susturdu. O'Brien silenced Winston with his hand. "Biz maddeye hükmediyoruz, çünkü zihne hükmediyoruz. “We dominate matter, because we dominate the mind. Gerçeklik kafanın içindedir. Reality is in your head. Yavaş yavaş öğreneceksin, Winston. You will learn little by little, Winston. Bizim yapamayacağımız hiçbir şey yok. There is nothing we cannot do. Görünmezlik, havaya yükselme, ne istersen. Invisibility, levitation, whatever you want. İstersem bir sabun köpüğü gibi yükselebilirim yerden. If I want, I can rise from the ground like a soap bubble. İstemiyorum, çünkü Parti istemiyor. I don't want it, because the Party doesn't want it. Doğa yasalarıyla ilgili bu on dokuzuncu yüzyıl düşüncelerini kafandan atmalısın. You must get rid of these nineteenth-century thoughts about the laws of nature. Doğa yasalarını biz yaparız." We make the laws of nature."

"Hayır, doğru değil! "No, it's not true! Siz bu gezegenin bile efendisi değilsiniz. You are not even the master of this planet. Avrasya ve Doğuasya ne olacak? What about Eurasia and Eastasia? Daha oraları bile fethedemediniz." You haven't even conquered them yet."

"Hiç önemli değil. "Does not matter. Gerektiği zaman fethederiz. We conquer when needed. Hem fethetmesek bile ne fark eder ki? And even if we don't conquer, what difference does it make? Bizim için varlığıyla yokluğu bir onların. Their presence and absence are one for us. Dünya, Okyanusya'dır." The world is Oceania."

"Ama sizin dünya dediğiniz yer bu evrende küçücük bir nokta. “But what you call the world is a tiny dot in this universe. İnsanoğlu da minicik, umarsız! Mankind is also tiny, helpless! Ne kadar zamandır var ki? How long has it been? Milyonlarca yıl kimse yaşamadı dünyada." No one has lived on earth for millions of years."

"Saçmalama. "Don't talk nonsense. Dünya bizimle yaşıt, bizden yaşlı değil. The world is as old as us, not older than us. Nasıl daha yaşlı olsun ki? How can he be older? İnsanoğlunun bilincinde olmadığı hiçbir şey var olamaz." Nothing can exist that man is not conscious of."

"Ama kayalar, insanoğlunun esamisi okunmazken burada yaşamış olan soyu tükenmiş hayvanların, mamutlar, mastodonlar[[7]](https://www.lingq.com/en/learn/tr/web/editor?course=632427#_7_1) ve dev sürüngenlerin kemikleriyle dolu." "But the rocks are the mammoths, mastodons[7]](https://www.lingq.com/en/learn/tr/web/editor?course=632427#_7_1) of the extinct animals that lived here while the human ancestry was unreadable, and full of bones of giant reptiles."

"Sen o kemikleri gözlerinle gördün mü, Winston? "Did you see those bones with your own eyes, Winston? Görmedin tabii. Of course you didn't see it. Onlar on dokuzuncu yüzyıl biyologlarının uydurması. They are the fabrication of nineteenth-century biologists. İnsandan önce hiçbir şey yoktu. There was nothing before man. Bir gün sonu gelirse, insandan sonra da hiçbir şey olmayacak. If one day the end comes, nothing will happen after man. İnsan dışında hiçbir şey yoktur." There is nothing but man."

"Ama tüm evren bizim dışımızda. "But the entire universe is outside of us. Yıldızlara baksanıza! Look at the stars! Bazıları bir milyon ışık yılı uzağımızda. Some are a million light years away. Onlara hiçbir zaman erişemeyeceğiz." We will never be able to reach them."

O'Brien, hiç umursamadan, "Yıldız dediğin ne ki?" "What do you call a star?" said O'Brien, carelessly. dedi. "Birkaç kilometre uzaktaki kor parçası. "A piece of ember a few kilometers away. İstesek erişebiliriz yıldızlara. We can reach the stars if we want. Hatta onları yok edebiliriz. We can even destroy them. Dünya, evrenin merkezidir. Earth is the center of the universe. Güneş ve yıldızlar dünyanın çevresinde dönerler." The sun and the stars revolve around the earth."

Winston bir kez daha debelenerek doğrulmaya çalıştı. Winston struggled once more, trying to get up. Bu kez hiçbir şey söylemedi. This time he didn't say anything. O'Brien, Winston dediklerine karşı çıkmış da onu yanıtlıyormuşçasına sürdürdü sözünü: O'Brien went on, as if he was answering Winston's words:

"Bu dediğim, belirli durumlarda geçerli olmayabilir tabii. "What I'm saying may not be valid in certain situations, of course. Okyanusa açılırken ya da bir güneş tutulmasını önceden belirlemeye çalışırken, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü ve yıldızların milyonlarca, milyonlarca kilometre uzakta olduğunu varsaymak çoğu zaman daha uygun düşer. When sailing out into the ocean or trying to predict a solar eclipse, it is often more convenient to assume that the earth revolves around the sun and that the stars are millions or millions of kilometers away. Ama ne fark eder ki? But what difference does it make? İkili bir astronomi sistemi yaratamayacağımızı mı sanıyorsun? You think we can't create a binary system of astronomy? Yıldızlar, gereksinimimize göre, yakın ya da uzak olabilir. The stars can be near or far, according to our need. Matematikçilerimizin bu konuda yetersiz olduklarını mı sanıyorsun? Do you think our mathematicians are incompetent in this regard? Çiftdüşünü ne çabuk unuttun?" How quickly have you forgotten your doublethink?"

Winston yatağında iyice büzüldü. Winston slumped in his bed. Ne söylerse söylesin, O'Brien'ın yanıtı hazırdı, yanıt sopa gibi tepesine iniyordu. Whatever he said, O'Brien's answer was ready, the answer going down like a stick. Oysa haklı olduğunu biliyordu, çok iyi biliyordu. But he knew he was right, he knew very well. İnsanın zihninin dışında hiçbir şeyin var olmadığı inancının yanlışlığını ortaya koymanın mutlaka bir yolu olmalıydı. There must have been a way to disprove the belief that nothing exists outside of one's mind. Bu görüşün bir aldatmaca olduğu uzun yıllar önce kanıtlanmamış mıydı? Wasn't this view proven many years ago to be a hoax? Hatta bunun şimdi aklına gelmeyen bir adı bile vardı. It even had a name that he couldn't think of now. Tepesinde durmuş, kendisine bakan O'Brien'ın yüzünde sinsice bir gülümseyiş belirdi. A sly smile appeared on O'Brien's face as he stood on top of her, staring at her.

"Metafizikten pek anlamadığını sana söylemiştim, Winston," dedi. "I told you, Winston, you don't know much about metaphysics," he said. "Anımsamaya çalıştığın sözcük tekbencilik. "The word you're trying to remember is solipsism. [[8]](https://www.lingq.com/en/learn/tr/web/editor?course=632427#_8_1) Ama yanılıyorsun. Tekbencilik değil bu. İstersen, ortaklaşa tekbencilik diyebilirsin. You can call it collective solipsism if you want. Ama bu başka bir şey; aslında tam tersi." But this is something else; actually the opposite." Sonra da, sesinin tonunu değiştirerek ekledi: "Her neyse, bütün bunların konumuzla bir ilgisi yok. Then, changing the tone of his voice, he added: "Anyway, all this is irrelevant. Gerçek güç, uğruna gece gündüz savaşmamız gereken güç, nesnelere değil, insanlara hükmeden güçtür." The real power, the power for which we must fight day and night, is the power that dominates people, not things." Bir an durdu, bir kez daha parlak bir öğrenciye soru soran bir öğretmen havasına büründü: "İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?" He paused for a moment, taking on the air of a teacher once again asking a brilliant student: "How does one dominate another, Winston?"

Winston, biraz düşünüp, "Acı çektirerek," dedi. "By inflicting pain," said Winston, after some thought.

"Tamam işte. "Okay fine. Acı çektirerek. By inflicting pain. Boyun eğmek yetmez. Bowing is not enough. Acı çekmiyorsa, kendi iradesine değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? If he is not suffering, how can you be sure that he is obeying your will and not his own? Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. To dominate is to inflict pain and humiliation. Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur. To rule is to smash people's minds, and then reshape them as you wish and bring them together. Nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anlamaya başladın mı şimdi? Are you starting to understand what kind of world we are creating now? Eski reformcuların hayalini kurduğu o enayi, zevk düşkünü ütopyaların tam tersi bir dünya. It's the opposite of the sucky, sensual utopias dreamed of by the old reformers. Korku, ihanet ve azap dolu bir dünya, ezmenin ve ezilmenin dünyası, kendini yetkinleştirdikçe daha az acımasız olacak yerde daha da acımasız olan bir dünya. A world full of fear, betrayal and torment, a world of oppression and oppression, a world that becomes more cruel instead of less cruel the more he perfects himself. Bizim dünyamızda ilerleme, daha fazla acıya doğru bir ilerleme olacak. Progress in our world will be progress towards more pain. Eski uygarlıklar ya sevgi ya da adalet üstüne kurulduklarını öne sürüyorlardı. Ancient civilizations claimed to be founded on either love or justice. Bizim uygarlığımız ise nefret üstüne kurulu. Our civilization is built on hatred. Bizim dünyamızda korku, öfke, zafer ve kendini aşağılamadan başka bir duyguya yer yok. There is no room in our world for any emotion other than fear, anger, triumph and self-contempt. Başka ne varsa hepsini yok edeceğiz, hepsini. We will destroy everything else, all of them. Devrim öncesinden bu yana süregelmiş düşünce alışkanlıklarını daha şimdiden kırıyoruz. We are already breaking the habits of thought that have existed since the pre-revolutionary period. Çocuk ile ana baba, insan ile insan, kadın ile erkek arasındaki bağları kopardık. We broke the ties between the child and the parents, the human and the human, the woman and the man. Artık hiç kimse karısına, çocuğuna ya da arkadaşına güvenmeyi göze alamaz. No one can afford to trust their wife, child or friend anymore. İleride kimsenin karısı ve arkadaşı olmayacak. No one will have a wife and friend in the future. Çocuklar, tıpkı tavuğun altından alınan yumurtalar gibi, doğar doğmaz annelerinden alınacaklar. Children will be taken from their mothers as soon as they are born, just like eggs from under a chicken. Cinsellik içgüdüsü yok edilecek. The sexual instinct will be destroyed. Dölleme, tayın vesikasının yenilenmesi gibi, her yıl yinelenen bir formalite olacak. Insemination will be an annual formality, like the renewal of a ration certificate. Orgazmı ortadan kaldıracağız. We will eliminate the orgasm. Nörologlarımız şu sıralar bunun üzerinde çalışıyorlar. Our neurologists are currently working on this. Parti'ye sadakat dışında sadakat diye bir şey olmayacak. There will be no such thing as loyalty but loyalty to the Party. Büyük Birader'e duyulan sevgi dışında sevgi diye bir şey olmayacak. There will be no such thing as love except love for Big Brother. Düşmanı bozguna uğrattıktan sonra atılan zafer kahkahası dışında hiçbir kahkaha atılmayacak. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey olmayacak. There will be no such thing as art, literature, science. Kadiri mutlak olduğumuzda bilime gereksinimimiz kalmayacak. When we are omnipotent, we will no longer need science. Güzellik ile çirkinlik arasında hiçbir ayrım olmayacak. Merak diye bir şey, yaşama sevinci diye bir şey olmayacak. There will be no such thing as curiosity, there will be no such thing as joy of living. Yaşamın tüm zevkleri yok edilecek. All the joys of life will be destroyed. Ama durmadan büyüyen ve gittikçe ustalaşıp yetkinleşen bir iktidar esrikliği her zaman var olacak; bunu hiç aklından çıkarma, Winston. But there will always be an ecstasy of power that is constantly growing and becoming more and more masterful and perfect; keep that in mind, Winston. Zafer heyecanı, umarsız düşmanı ezip geçmenin coşkusu her zaman, her an yaşanacak. The excitement of victory, the enthusiasm of crushing the hopeless enemy will always be experienced at every moment. Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne basmış bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek." If you want to see a picture of the future, picture a boot stamped on a human face, forever."