3. Bölüm - I (b)
Aradan, Winston'a çok uzun gelen bir zaman geçti. Karnındaki ağrı yeniden başlamıştı. Zihni, her seferinde aynı deliklere düşen bir top gibi, hep aynı hatta sürükleniyordu. Yalnızca altı şey geçiyordu kafasından. Karnındaki ağrı; bir parça ekmek; kan ve çığlıklar; O'Brien; Julia; jilet. Yine içi çekildi; postal sesleri yaklaşıyordu. Kapının açılmasıyla birlikte içeriye ağır bir ter kokusu yayıldı. Parsons hücreden içeri girdi. Altında haki bir şort, üstünde spor bir gömlek vardı.
Bu kez Winston'ın aklı başından gitmişti.
"Sen, burada ha!" deyiverdi.
Parsons'ın Winston'a bakışında merak ve şaşkınlıktan eser yoktu, gözlerinde yalnızca acı okunuyordu. Bir aşağı bir yukarı sarsak sarsak yürümeye başladı, ayakta zor duruyordu. Tombul bacaklarının üstünde dik durduğunda ise, dizlerinin titrediği açıkça görülüyordu. Ardına kadar açılmış gözleri uzak bir noktaya takılıp kalmıştı sanki.
"Neden alındın içeri?" diye sordu Winston.
Parsons, ağlamaklı bir sesle, "Düşüncesuçu!" dedi. Sesinin tonunda, aynı anda hem suçunu tam bir kabulleniş hem de böyle bir suçun yöneltilmesi karşısında duyulan inanılmaz dehşet vardı. Winston'ın tam karşısında durdu, umarsızca içini döktü: "Ne dersin, beni vurmazlar, değil mi, dostum? Durup dururken niye vursunlar ki? İnsan elinde olmayan düşünceleri yüzünden vurulur mu? Duruşmaların hakça yapıldığını biliyorum. Evet, bu konuda güveniyorum onlara! Sicilimi biliyorlardır, değil mi? Sen biliyorsun nasıl bir herif olduğumu. Kendi çapımda fena bir adam değilimdir işte. Pek zeki sayılmam, tamam, ama salağın teki olduğum da söylenemez. Parti için elimden geleni yapmaya çalıştım, değil mi? Söylesene, beş yılla kurtulur muyum sence? Hadi on yıl olsun! Benim gibi bir adam çalışma kampında çok işe yarar. Bir kerecik yoldan çıktım diye öldürmezler değil mi beni?"
"Suçlu musun?" dedi Winston.
"Tabii ki suçluyum!" diye bağırdı Parsons, tele+ekrana dalkavukça bakarak. "Parti masum bir adamı tutuklayacak değil ya!" Kurbağayı andıran yüzüne bir dinginlik, dahası bir ermişlik gelmişti. "Düşüncesuçu korkunç bir şeydir, dostum," dedi bir özdeyiş söylüyormuşçasına. "Sinsi bir şeydir. Adamı esir alır da, farkına bile varmazsın. Beni nasıl ele geçirdi, biliyor musun? Uykumda! İster inan, ister inanma. Çalışıp çabalayan, üzerine düşeni yapmaya çalışan bir adamım ben, kafamın içinde kötü şeyler olduğunu nereden bileyim. Sonra uykumda konuşmaya başlamışım. Hem de ne demişim, biliyor musun?"
Sağlığından söz ederken tiksinç bir şey söylemek zorunda kalan biri gibi, sesini alçalttı.
"'Kahrolsun Büyük Birader!' Evet, böyle demişim. Hem de kaç kere. Aramızda kalsın, dostum, iş çığırından çıkmadan beni yakaladıklarına öyle memnunum ki. Mahkemeye çıktığımda onlara ne diyeceğim, biliyor musun? 'Sağ olun,' diyeceğim, 'çok geç olmadan beni kurtardığınız için sağ olun.'"
Winston "Seni kim ihbar etti?" diye sordu.
Parsons, üzünçlü bir övünçle, "Küçük kızım," diye karşılık verdi "Meğer kapı deliğinden dinlemiş. Uykumda söylediklerimi ertesi gün devriyelere yetiştirmiş. Yedi yaşında bir bacaksızdan bekler misin? Ama en küçük bir kin beslemiyorum ona karşı. Tam tersine, övünç duyuyorum onunla. Demek, iyi yetiştirmişim."
Birkaç kez daha sarsak sarsak gitti geldi; dönüp dönüp istekle tuvalete bakıyordu. Sonra birden şortunu indirdi.
"Özür dilerim, dostum," dedi. "Ne yapayım. Geldi işte."
Koca poposunu klozete yerleştirdi. Winston elleriyle yüzünü kapattı.
Tele+ekrandan, "Smith!" diye bir bağırtı geldi. "6079 Smith W! Aç yüzünü. Hücrede yüzünü örtmek yasak."
Winston yüzünü açtı. Parsons tuvalette gürültülü bir biçimde uzun uzun işini gördü. Sonra anlaşıldı ki sifon bozuktu; hücre saatlerce kokudan geçilmedi.
Parsons'ı götürdüler. Nedendir bilinmez, daha başka tutuklular da geldi gitti. İçlerinde "101 Numaralı Oda"ya götürülmüş bir kadın da vardı; o odanın adı geçmeyegörsün, tir tir titremeye başlıyor, beti benzi kireç kesiliyordu. Bir ara Winston tahmin yürütmeye çalıştı: Oraya sabahleyin getirildiyse şimdi öğleden sonra olmalıydı, yok öğleden sonra getirildiyse o zaman şimdi gece yarısı olsa gerekti. Hücrede kadınlı erkekli altı mahkûm vardı. Hepsi de hiç kıpırdamadan oturuyordu. Winston'ın tam karşısında, yüzü tıpkı iri, zararsız bir kemirgenin yüzüne benzeyen, çenesiz, dişlek bir adam oturmaktaydı. Pençe pençe olmuş, tombul yanaklarının altı o kadar sarkmıştı ki, yediklerini orada biriktirdiği izlenimini uyandırıyordu. Açık gri gözlerini ürkek ürkek içeridekilerin yüzlerinde gezdiriyor, biriyle göz göze gelince de bakışlarını kaçırıveriyordu.
Kapı açıldı, içeriye bir mahkûm daha girdi; Winston adamı görür görmez tepeden tırnağa ürperdi. Sıradan, kılıksız bir adamdı, mühendis ya da teknisyen olabilirdi. Ama Winston'ı asıl afallatan, yüzünün sıskalığıydı. Avurdu avurduna göçmüştü. Yüzü o kadar zayıftı ki, ağzı ve gözleri kocaman kalıyordu; gözlerinde, birine ya da bir şeye karşı korkunç, ölümcül bir nefret okunuyordu.
Adam, Winston'ın biraz ilerisine oturdu. Winston dönüp bir daha bakmadı adama, ama acılar içindeki, kadidi çıkmış yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu. Birden ne olduğunu anladı. Adam açlıktan ölüyordu. Nerdeyse aynı anda hücredekilerin de aklına aynı şey gelmişti. Tahta sırada çepeçevre oturanlar şöyle bir kıpırdandılar. Çenesiz adam, gözlerini yeni gelene dikiyor, sonra suçluluk duyarak bakışlarını kaçırıyor, ama dayanamayıp yeniden bakmaktan alamıyordu kendini. Biraz sonra, oturduğu yerde kıpırdanmaya başladı. Sonunda kalktı, hücrede paytak paytak gezinirken elini tulumunun cebine daldırdı, bir parça kirli ekmeği utanarak, yüzü bir deri bir kemik kalmış adama uzattı.
Tele+ekrandan kulakları sağır eden, korkunç bir bağırtı geldi. Çenesiz adam korkudan havaya sıçradı. Suratı kurukafaya dönmüş adam, kendisine uzatılan armağanı almak istemediğini bütün dünyaya göstermek istercesine, ellerini hemen arkasına götürdü.
Tele+ekrandaki ses, "Bumstead!" diye gürledi. "2713 Bumstead J! Bırak o ekmeği elinden!"
Çenesiz adam ekmeği yere bıraktı.
"Olduğun yerde kal," dedi ses. "Yüzünü kapıya dön. Kıpırdayayım deme."
Çenesiz adam deneni yaptı. Tombul, sarkık yanaklarının titremesine engel olamıyordu. Kapı gıcırdayarak açıldı. İçeri girip bir adım yana çekilen genç subayın ardından, kısa boylu, tıknaz, kolları kaslı, ense kulak yerinde bir muhafız belirdi. Gelip çenesiz adamın karşısına dikildi ve subayın bir işaretiyle, suratının ortasına var gücüyle korkunç bir yumruk attı. Yumruğun gücüyle nerdeyse ayakları yerden kesilen adam savrulup gitti, tuvaletin altına çarptı. Kendinden geçmişçesine yerde yatarken, ağzından burnundan koyu bir kan geldi. Elinde olmadan hafif bir inilti çıktı ağzından. Yerde dertop olduktan sonra elleri ve dizleri üstünde güçlükle doğruldu. Takma dişleri, ağzından gelen kanlı salyalara bulanarak yere düştü.
Tutuklular, elleri dizlerinde kenetlenmiş, hiç kıpırdamadan oturuyorlardı. Çenesiz adam zorlukla kalkıp yerine oturdu. Yüzünün bir yanı şimdiden morarmaya başlamıştı. Dudakları davul gibi şişmiş, ağzı, tam ortasında kara bir delik bulunan kıpkırmızı bir et yığınına dönmüştü. Ara sıra tulumunun göğsüne kan damlıyordu. Gri gözleri, daha da suçlu bakışlarla, bu onur kırıcı olaydan ötürü kendisini ne kadar aşağıladıklarını anlamak istercesine öbürlerinin yüzlerinde dolaşıyordu.
Kapı açıldı. Subay, suratı bir deri bir kemik kalmış adama el etti.
"101 Numaralı Oda'ya," dedi.
Winston'ın oturduğu taraftan boğuk bir ses geldi, bir hareketlenme oldu. Adam kendini yere attığı gibi diz çökmüş, ellerini kenetlemişti.
"Yoldaş! Komutanım!" diye haykırdı. "Beni neden oraya götürüyorsunuz ki? Size bildiğim her şeyi anlatmadım mı? Öğreneceğiniz başka ne kaldı ki? Her şeyi itiraf ettim, söylemediğim hiçbir şey kalmadı! Varsa söyleyin, hemen itiraf edeyim. İsterseniz yazıp verin, imzalayayım! Yeter ki 101 Numaralı Oda'ya götürmeyin!"
Subay, "101 Numaralı Oda'ya," diye yineledi.
Adamın zaten sararıp solmuş yüzü öyle bir renge bürünmüştü ki, Winston'ın ağzı açık kaldı. İnsan görse inanmazdı, ama adamın yüzü yemyeşil olmuştu.
"Dilediğinizi yapın bana!" diye uludu. "Haftalardır aç bıraktınız zaten. Bitirin şu işi, bırakın öleyim. Vuracaksınız vurun. Asacaksanız asın. İsterseniz yirmi beş yıl verin. Başka kimi ele vermemi istiyorsanız söyleyin. Kim olduğunu söyleyin, yeter; istediğiniz her şeyi söylerim. Kim olduğu, ona ne yapacağınız umurumda değil. Benim bir karım, üç de çocuğum var. En büyüğü altı yaşında. Topunu getirip gözlerimin önünde gırtlaklarını kesin, gıkımı çıkarmam. Yeter ki 101 Numaralı Oda'ya götürmeyin beni!"
"101 Numaralı Oda'ya," dedi subay.
Adam, kendi yerine bir başka kurban ararcasına, çılgın bakışlarla öteki tutuklulara göz gezdirdi. Bakışları çenesiz adamın darmadağın olmuş yüzüne takıldı. İncecik kolunu ona doğru uzattı.
"Götürmeniz gereken bu işte, ben değilim!" diye bağırdı. "Suratı dağıtıldıktan sonra neler dediğini duymadınız. Bana bir fırsat verin, size neler söylediğini bir bir anlatayım. Parti'ye karşı olan o, ben değilim." Muhafızlar üstüne yürüdüler. Adam avazı çıktığı kadar haykırmaya başladı. "Onu duymadınız!" diye tekrarlıyordu. "Tele+ekranda bir terslik oldu. Sizin aradığınız o. Beni bırakın, onu alın!"
İki irikıyım muhafız onu kollarından yakalamaya kalktı. Ama tam o sırada kendini yere attığı gibi tahta sıranın demir ayaklarından birine yapıştı. Bir hayvan gibi uluyup duruyordu. Muhafızlar onu oradan çekip almak için tutup asıldılar, ama demire akıl almaz bir güçle yapışmıştı. Yirmi saniye kadar asılıp durdular. Tutuklular, elleri dizlerinin üstünde kenetlenmiş, sessizce oturuyor, doğruca önlerine bakıyorlardı. Adam çok geçmeden ulumayı kesti; demire olanca gücüyle tutunmaktan soluğu kesilmişti. Sonra birden değişik bir haykırış duyuldu. Muhafızlardan birinin postalıyla attığı tekme, adamın elinin parmaklarını kırmıştı. Ayaklarından tutup sürüklediler.
"101 Numaralı Oda'ya," dedi subay.
Dışarı çıkarırlarken güçlükle yürüyor, başı önünde, parçalanan elini ovuşturuyordu, karşı koyacak gücü kalmamıştı.
Uzun bir süre geçti. Yüzü kaşık kadar kalmış adamı götürdüklerinde gece yarısı idiyse, şimdi sabah olmalıydı; yok, götürdüklerinde sabah idiyse, şimdi öğleden sonra olsa gerekti. Winston saatlerdir bir başınaydı. Daracık sırada oturmaktan o kadar acı çekiyordu ki, ikide bir kalkıp hücrenin içinde dolanıyor, üstelik tele+ekrandan da bir uyarı gelmiyordu. Çenesiz adamın yere düşürdüğü ekmek parçası hâlâ oradaydı. Başlangıçta ona bakmamak için ne yapacağını bilemiyordu, ama çok geçmeden açlık yerini susuzluğa bıraktı. Ağzında yapış yapış, kötü bir tat vardı. İçerideki uğultu ve hiç kapatılmayan beyaz ışık baygınlık veriyor, kafasının içini bomboş hissetmesine yol açıyordu. Kemiklerindeki ağrı dayanılmaz olduğunda ayağa kalkıyor, ayağa kalkınca da başı döndüğü için hemen oturuyordu. Bedensel duyumlarını biraz denetim altına alabildiğinde, yeniden dehşete kapılıyordu. Kimi zaman, gittikçe azalan bir umutla, O'Brien ve jilet düşüyordu aklına. Jileti yemeğin içine gizleyerek gönderebilirlerdi, ama yemek verildiği yoktu ki. Julia daha da belli belirsiz geçiyordu aklından. Bir yerlerde acı çekiyor olmalıydı, belki de kendisinden çok daha kötü durumdaydı. O anda acı içinde çığlık atıyor olabilirdi. "Acımı iki katına çıkararak Julia'yı kurtarabilecek olsam, bunu yapar mıyım? Evet, yaparım," diye geçirdi aklından. Ama böyle yapmak zorunda olduğunu bildiği için aldığı düşünsel bir karardı bu. Gerçekten içinden geldiği için değil. İnsan burada acıdan ve acının yaklaşmakta olduğunu sezmekten başka hiçbir şey duyumsayamıyordu. Kaldı ki, insanın gerçekten acı çekerken, hangi nedenle olursa olsun acısının artmasını istemesi mümkün müydü? Ama bu soruyu yanıtlamak şimdilik olanaksızdı.
Yeniden postal sesleri duyuldu. Kapı açıldı, içeriye O'Brien girdi.
Winston yerinden fırladı. O'Brien'ı görmenin şaşkınlığıyla boş bulunmuş, yıllardır ilk kez tele+ekranın varlığını unutmuştu.
"Demek sizi de yakaladılar!" diye bağırdı.
O'Brien, nerdeyse pişmanlık içeren belli belirsiz bir alaycılıkla, "Beni çoktan yakalamışlardı," dedi. Yana çekildi. Elinde uzun siyah copuyla, iriyarı bir muhafız belirdi.
"Bunu biliyordun, Winston," dedi O'Brien. "Sakın kendini kandırma. Biliyordun bunu, hep biliyordun."
Evet, şimdi anlıyordu, başından beri biliyordu. Ama şimdi bunu düşünecek vakit yoktu. Gözü muhafızın elindeki coptan başka bir şey görmüyordu. Her an bir yerine inebilirdi cop: kafasına, kulağına, koluna, dirseğine...
Ve indi dirseğine! Bir eliyle dirseğini tutarak, inme inmişçesine dizlerinin üstüne çöktü. Her şey sapsarı bir ışığa boğuldu. Tek bir cop darbesinin bu kadar acı vermesi olacak şey değildi! Işık dağıldığında, ikisinin tepesine dikilmiş, kendisine baktığını gördü. Muhafız gülmekten kırılıyordu. En azından bir soru yanıtını bulmuştu. İnsan hiçbir zaman, hiçbir nedenle acısının artmasını isteyemezdi. Olsa olsa acısının dinmesini isteyebilirdi. Dünyada fiziksel acı kadar kötü bir şey olamazdı. Felç olmuş sol kolunu tutarak yerde kıvranırken, acı karşısında kahramanlık taslanamaz, asla kahramanlık taslanamaz, diye düşünüp duruyordu.