×

我们使用cookies帮助改善LingQ。通过浏览本网站,表示你同意我们的 cookie 政策.


image

Book - 1984 - George Orwell, 3. Bölüm - VI (b)

3. Bölüm - VI (b)

Duraksayarak da olsa, kısa bir süre Julia'nın arkasından gitmişti. Artık hiç konuşmamışlardı. Julia, ondan kurtulmaya çalışmamakla birlikte, yan yana gelmelerini önlemek için adımlarını sıklaştırmıştı. Winston, başlangıçta, ona metro istasyonuna kadar eşlik etmeye kararlıydı, ama çok geçmeden o soğukta Julia'nın ardı sıra yürümek ona saçma ve çekilmez gelmişti. Julia'yı bırakıp gitmekten çok, Kestane Ağacı Kahvesi'ne dönmek için dayanılmaz bir istek duymuştu; Kestane Ağacı Kahvesi ona hiç bu kadar çekici gelmemişti. Birden köşedeki masasını, satranç tahtasını ve bittikçe garsonun yenilediği cini özlemişti. Üstelik sıcaktı orası. Biraz sonra, aralarına birkaç kişinin girmesine belki de bilerek izin vererek geride kalmıştı. Julia'ya gönülsüzce yetişmeye çalışmış, sonra yavaşlayarak geri dönmüş, ters yönde yürümeye başlamıştı. Elli metre kadar yürüdükten sonra dönüp geriye bakmıştı. Cadde çok da kalabalık olmamasına karşın, Julia'yı seçemiyordu. Onu, koşar adım yürüyen insanlardan ayırt etmek olanaksızdı. Belki de, kaskatı kesilmiş, kalınlaşmış bedenini arkadan tanımak artık mümkün değildi.

"O sırada bile isteye öyle söylüyorsun," demişti Julia. Evet, kendisi de bile isteye öyle söylemişti. Söylemekle kalmamış, gerçekten istemişti. Kendisine değil, ona yapmalarını istemişti...

Tele+ekrandan gelen müzikte bir değişiklik oldu. Yanık, alaycı, kırık dökük bir ezgiye dönüştü. Çok geçmeden bir şarkı duyuldu; belki de şarkı söylenmiyordu, bir anı bir sese bürünmüştü belki de:

Güzelim kestane ağacının altında

Ben seni sattım, sen de beni havada

Gözleri yaşardı. Yanından geçen bir garson, kadehinin boşalmış olduğunu görünce cin şişesini alıp getirdi.

Winston kadehi burnuna götürüp kokladı. Bu berbat şey, her yudumda biraz daha tiksinçleşiyordu. Ama artık içinde yüzüyordu bu içkinin. Yaşamı, ölümü ve dirilişi olup çıkmıştı. Her gece bu cinle uyuşup kendinden geçiyor, her sabah yine onunla canlanıp kendine geliyordu. Gözleri çapak içinde, ağzı kupkuru, sırt ağrılarıyla on bire doğru uyandığında, başucunda geceden kalma cin şişesiyle çay fincanı yoksa, yerinden doğrulamıyordu bile. Öğle saatlerinde, elinde cin şişesi, donuk bakışlarla tele+ekranı dinliyordu. Saat on beşten kapanış saatine kadar da Kestane Ağacı Kahvesi'nde öylece oturuyordu. Artık ne yaptığını umursayan olmadığı gibi, onu uyandıran bir düdük sesi, tele+ekrandan gelen bir uyarı da yoktu. Arada sırada, belki haftada iki kez, Gerçek Bakanlığı'na giderek kimsenin uğramadığı, tozlu bir büroda biraz çalışıyordu; çalışmak denebilirse tabii. Yenisöylem Sözlüğü'nün On Birinci Basımı'nın hazırlanmasında karşılaşılan önemsiz sorunların çözümüyle uğraşan sayısız kuruldan birine bağlı alt-kurullardan birinin alt-kurullarından birine atanmıştı. Ara Rapor denen bir şey üzerinde çalışıyorlardı, ama neyin raporunu hazırladıkları konusunda en küçük bir fikri yoktu. Virgüllerin ayraçların içine mi, yoksa dışına mı konması gerektiği gibi bir sorunla ilgiliydi. Kurulda, hepsi de Winston'ın durumuna benzer durumlarda olan dört kişi daha vardı. Kimi günler, toplandıktan hemen sonra, yapacak hiçbir iş olmadığını görüp dağılıveriyorlardı. Ama bazı günler de, büyük bir coşkuyla çalışmaya koyuluyor, gösterişli bir rapor yazmaya başlıyor, bitmek bilmeyen notlar tutuyorlardı, ama çok geçmeden öyle çapraşık tartışmalar patlak veriyordu ki, tartışmanın ne olduğu bile anlaşılmaz hale geliyor, tanımlar üzerinde olmadık kavgalar çıkıyor, zaman zaman konudan bütünüyle uzaklaşılıyor, kavgalar tehditlere dönüşüyor, birbirlerini üst makamlara şikâyet etmekle tehdit ettikleri bile oluyordu. Sonra birden duruluveriyor, masanın çevresinde suspus oturuyor, gün ağarırken ortalıktan çekilen hayaletler gibi boş gözlerle birbirlerine bakıyorlardı.

Tele+ekranda bir sessizlik oldu. Winston yine başını kaldırıp baktı. Haber bülteni mi okunacaktı yoksa! Ama hayır, müziği değiştiriyorlardı, o kadar. Afrika haritası beynine kazınmıştı. Haritada orduların ilerleyişi görülebiliyordu: dimdik güneye inen siyah bir ok ve siyah okun ucundan yatay olarak doğuya uzanan beyaz bir ok. Onay almak istercesine, posterdeki buz gibi yüze baktı. Acaba ikinci ok hiç olmayabilir miydi?

Sonra yine kayıtsızlaştı. Cininden bir yudum daha alıp beyaz ata uzandı, ürkek bir hamle yaptı. Şah. Ama belli ki doğru hamle değildi, çünkü...

Durup dururken aklına bir anısı düştü. Mum ışığında, geniş, beyaz bir örtü kaplı bir yatağın bulunduğu bir odadaydı, dokuz on yaşlarındaydı, yerde oturmuş, zar atıyor, kahkahalarla gülüyordu. Annesi de karşısında oturuyor, o da gülüyordu.

Annesi ortadan kaybolmadan bir ay önce olsa gerekti. Açlığını bir an için unutup yatışmış, annesine olan sevgisi geçici de olsa yeniden canlanmıştı. O günü çok iyi anımsıyordu, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, camlardan sular süzülüyordu, içeride ölgün bir ışık vardı. İki kardeş, karanlık, boğucu yatak odasında sıkıntıdan patlıyordu. Winston ağlayıp sızlanıyor, yemek diye tutturuyor, odanın içinde koşturup her şeyi yere atıyordu, duvarları öyle bir tekmeliyordu ki, komşular öbür tarafından duvara vuruyorlardı; küçük kardeşi ise durmadan ağlıyordu. Sonunda, annesi, "Uslu durursan sana bir oyuncak alacağım; çok güzel bir oyuncak, bayılacaksın," demişti; sonra da o yağmurda dışarı çıkmış, hâlâ açık olan, yakınlardaki küçük bir mağazaya gitmiş, içinde Yılanlar ve Merdivenler[[9]](https://www.lingq.com/en/learn/tr/web/editor?course=632427#_9_1) oyunu bulunan karton bir kutuyla dönmüştü. Winston nemli kartonun kokusunu hâlâ anımsıyordu. Eski püskü bir şeydi. Oyun tahtası delik deşikti, minik tahta zarlar o kadar kötü kesilmişti ki, tahtanın üstünde yamuk duruyordu. Winston suratını asmış, oralı olmamıştı. Bunun üzerine annesi bir mum yakmış, birlikte yere oturup oynamaya başlamışlardı. Çok geçmeden, oyun tahtasının üstündeki karelerde merdivenleri tırmanır, sonra yılanlardan aşağıya, başlangıç noktasına inerken, Winston çılgınlar gibi eğlenmeye, kahkahalar atmaya başlamıştı. Sekiz oyun oynamışlar, dördünü Winston, dördünü annesi kazanmıştı. Oyunu anlayamayacak kadar küçük olan kız kardeşi ise, bir mindere yaslanarak oturmuş, onlara bakarak kıkır kıkır gülmüştü. Tıpkı küçüklüğündeki gibi, hep birlikte mutlu bir öğleden sonra yaşamışlardı.

Winston bu sahneyi zihninden silip attı. Yanlış bir anıydı. Yanlış anılar zaman zaman başını ağrıtıyordu. İnsan onların aslında ne olduklarını bildiği sürece önemleri yoktu. Bazı şeyler olmuştu, bazı şeyler olmamıştı. Yeniden satranç tahtasına yöneldi ve bir kez daha beyaz atı eline aldı. At birden tak diye satranç tahtasının üstüne düştü. Winston iğne batırılmış gibi yerinden sıçradı.

Tiz bir borazan sesi duyulmuştu. Haber bülteni geliyordu işte! Zafer kazanılmıştı! Haberlerden ne zaman borazan çalınsa, zafer kazanılmış demekti. Kahvede bir heyecan dalgası esti. Garsonlar bile irkilip kulak kesilmişlerdi.

Borazan sesi kahvenin içinde çınlamıştı. Tele-ekranda coşkulu bir ses hızlı hızlı anlatmaya başlamış, ama çok geçmeden dışarıdaki gösteriden gelen bağırtılar baskın çıkmıştı. Haber sokaklarda yıldırım gibi yayılmıştı. Winston'ın tele+ekrandan duyabildiği kadarı bile, öngörüsünün tümüyle gerçekleştiğini anlamasına yetmişti: Gizlice büyük bir donanma kurulmuş, düşmanın gerisine ani bir darbe indirilmiş, beyaz ok siyah oku yarıp geçmişti. Bağrışmaların arasından kesik kesik zafer haykırışları duyuluyordu: "Muhteşem stratejik manevra... Kusursuz eşgüdüm... Tam bir bozgun... Yarım milyon tutsak... Büyük bir moral çöküntüsü... Tüm Afrika'yı ele geçirdik... Savaşın sonunu getirin artık... Zafer... İnsanlık tarihinin en büyük zaferi... Zafer, zafer, zafer!"

Winston'ın bacakları masanın altında zangır zangır titriyordu. Yerinden kalkmamıştı, ama zihninin içinde dışarıdaki kalabalığa karışmış, koşuyor, yeri göğü inleterek var gücüyle koşuyordu. Başını kaldırıp yeniden Büyük Birader'in posterine baktı. Tüm dünyayı ezip geçen bir dev! Asyalı sürülerin çarpıp paramparça oldukları bir kaya! Daha on dakika öncesine kadar –evet, yalnızca on dakika öncesine kadar– cepheden zafer haberi mi, yoksa bozgun haberi mi geleceği konusunda hâlâ ikircikli olduğunu düşündü. Ah, Avrasya ordusunun yok olup gitmesinden çok öte bir olaydı bu! Sevgi Bakanlığı'ndaki o ilk günden bu yana içinde büyük değişiklikler olmuştu, ama kesin, onsuz edilemez, sağaltıcı değişim şimdi gerçekleşmişti işte.

Tele+ekrandan gelen ses hâlâ tutsaklardan, savaş ganimetlerinden, kıyımlardan söz edip duruyordu, ama dışarıdaki bağırtılar biraz azalmıştı. Garsonlar yeniden işlerinin başına dönüyorlardı. İçlerinden biri elinde cin şişesiyle yanına geldi. Mutlu düşlere dalmış olan Winston, kadehinin dolduruluşuna aldırmadı bile. Artık ne koşuyor ne de yeri göğü inletiyordu. Yeniden Sevgi Bakanlığı'ndaydı, her şey bağışlanmıştı, ruhu arınıp ak pak olmuştu. Halk mahkemesinin huzurundaydı, her şeyi itiraf ediyor, herkesi ele veriyordu. Beyaz fayans döşeli koridorda, arkasında silahlı bir muhafız, gün ışığında yürür gibi yürüyordu. Nicedir beklediği kurşun beynine saplanıyordu.

Başını kaldırıp o kocaman yüze baktı. O siyah bıyığın ardına gizlenen gülümseyişin anlamını kavraması kırk yılını almıştı. Ah, o acımasız, boş aldanışlar! Ah, o sevecen kucaktan dik kafalı, bile isteye kaçışlar! Yanaklarından cin kokulu iki damla gözyaşı süzüldü. Ama artık her şey yoluna girmişti, mücadele sona ermişti. Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. Büyük Birader'i çok seviyordu.


3. Bölüm - VI (b)

Duraksayarak da olsa, kısa bir süre Julia'nın arkasından gitmişti. He had followed Julia briefly, albeit hesitantly. Artık hiç konuşmamışlardı. They hadn't spoken anymore. Julia, ondan kurtulmaya çalışmamakla birlikte, yan yana gelmelerini önlemek için adımlarını sıklaştırmıştı. Julia didn't try to get rid of him, but she stepped up to prevent them from colliding with each other. Winston, başlangıçta, ona metro istasyonuna kadar eşlik etmeye kararlıydı, ama çok geçmeden o soğukta Julia'nın ardı sıra yürümek ona saçma ve çekilmez gelmişti. At first Winston was determined to escort her to the tube station, but soon it seemed absurd and unbearable to follow Julia in the cold. Julia'yı bırakıp gitmekten çok, Kestane Ağacı Kahvesi'ne dönmek için dayanılmaz bir istek duymuştu; Kestane Ağacı Kahvesi ona hiç bu kadar çekici gelmemişti. He felt an irresistible urge to return to Chestnut Tree Coffee rather than leave Julia; Chestnut Tree Brown had never appealed so much to him. Birden köşedeki masasını, satranç tahtasını ve bittikçe garsonun yenilediği cini özlemişti. He suddenly missed his corner table, the chessboard, and the gin the waiter had refreshed as it finished. Üstelik sıcaktı orası. Plus it was hot there. Biraz sonra, aralarına birkaç kişinin girmesine belki de bilerek izin vererek geride kalmıştı. A moment later, he had lagged behind, perhaps deliberately allowing a few people to come between them. Julia'ya gönülsüzce yetişmeye çalışmış, sonra yavaşlayarak geri dönmüş, ters yönde yürümeye başlamıştı. He reluctantly tried to catch up with Julia, then slowed back and started walking in the opposite direction. Elli metre kadar yürüdükten sonra dönüp geriye bakmıştı. After walking about fifty meters, he turned and looked back. Cadde çok da kalabalık olmamasına karşın, Julia'yı seçemiyordu. Even though the street wasn't very crowded, he couldn't make out Julia. Onu, koşar adım yürüyen insanlardan ayırt etmek olanaksızdı. It was impossible to distinguish him from people who were walking in a jog. Belki de, kaskatı kesilmiş, kalınlaşmış bedenini arkadan tanımak artık mümkün değildi. Perhaps it was no longer possible to recognize his stiff, thickened body from behind.

"O sırada bile isteye öyle söylüyorsun," demişti Julia. “You mean it even then,” Julia had said. Evet, kendisi de bile isteye öyle söylemişti. Yes, he even said so on purpose. Söylemekle kalmamış, gerçekten istemişti. Not only did he say it, he really wanted it. Kendisine değil, ona yapmalarını istemişti... He wanted them to do it to him, not to him.

Tele+ekrandan gelen müzikte bir değişiklik oldu. There has been a change in the music from the tele+screen. Yanık, alaycı, kırık dökük bir ezgiye dönüştü. It turned into a burnt, sarcastic, broken tune. Çok geçmeden bir şarkı duyuldu; belki de şarkı söylenmiyordu, bir anı bir sese bürünmüştü belki de: Soon a song was heard; maybe there was no singing, maybe a memory took on a voice:

Güzelim kestane ağacının altında Under the beautiful chestnut tree

Ben seni sattım, sen de beni havada I sold you out, you got me in the air

Gözleri yaşardı. His eyes were alive. Yanından geçen bir garson, kadehinin boşalmış olduğunu görünce cin şişesini alıp getirdi. A waiter passing by saw that his glass was empty and brought the gin bottle.

Winston kadehi burnuna götürüp kokladı. Winston held the glass to his nose and sniffed. Bu berbat şey, her yudumda biraz daha tiksinçleşiyordu. This awful thing was getting more and more disgusting with every sip. Ama artık içinde yüzüyordu bu içkinin. But now he was swimming in this drink. Yaşamı, ölümü ve dirilişi olup çıkmıştı. It was his life, death, and resurrection. Her gece bu cinle uyuşup kendinden geçiyor, her sabah yine onunla canlanıp kendine geliyordu. Every night he was numb and ecstatic with this genie, and every morning he came to life with it again. Gözleri çapak içinde, ağzı kupkuru, sırt ağrılarıyla on bire doğru uyandığında, başucunda geceden kalma cin şişesiyle çay fincanı yoksa, yerinden doğrulamıyordu bile. When he woke up at eleven with burrs in his eyes, a dry mouth, and a backache, he couldn't even get up, unless he had a bottle of gin and a teacup by his bedside. Öğle saatlerinde, elinde cin şişesi, donuk bakışlarla tele+ekranı dinliyordu. At noon, he was listening to the tele+screen with the gin bottle in his hand, his eyes dull. Saat on beşten kapanış saatine kadar da Kestane Ağacı Kahvesi'nde öylece oturuyordu. He just sat there in the Chestnut Tree Cafe from five o'clock until closing time. Artık ne yaptığını umursayan olmadığı gibi, onu uyandıran bir düdük sesi, tele+ekrandan gelen bir uyarı da yoktu. He didn't care what he was doing anymore, and there was no whistle to wake him up, no warning from the tele+screen. Arada sırada, belki haftada iki kez, Gerçek Bakanlığı'na giderek kimsenin uğramadığı, tozlu bir büroda biraz çalışıyordu; çalışmak denebilirse tabii. Every now and then, maybe twice a week, he went to the Ministry of Truth and did a little work in a dusty office where no one stopped by; if you can try to work, of course. Yenisöylem Sözlüğü'nün On Birinci Basımı'nın hazırlanmasında karşılaşılan önemsiz sorunların çözümüyle uğraşan sayısız kuruldan birine bağlı alt-kurullardan birinin alt-kurullarından birine atanmıştı. He was appointed to one of the sub-committees of one of the numerous committees dealing with solving minor problems encountered in the preparation of the Eleventh Edition of the Newspeak Dictionary. Ara Rapor denen bir şey üzerinde çalışıyorlardı, ama neyin raporunu hazırladıkları konusunda en küçük bir fikri yoktu. They were working on something called the Interim Report, but they had no idea what they were preparing. Virgüllerin ayraçların içine mi, yoksa dışına mı konması gerektiği gibi bir sorunla ilgiliydi. It was an issue of whether commas should be put inside or outside braces. Kurulda, hepsi de Winston'ın durumuna benzer durumlarda olan dört kişi daha vardı. There were four other people on the board, all in similar situations to Winston. Kimi günler, toplandıktan hemen sonra, yapacak hiçbir iş olmadığını görüp dağılıveriyorlardı. Some days, immediately after meeting, they would see that there was nothing to do and disperse. Ama bazı günler de, büyük bir coşkuyla çalışmaya koyuluyor, gösterişli bir rapor yazmaya başlıyor, bitmek bilmeyen notlar tutuyorlardı, ama çok geçmeden öyle çapraşık tartışmalar patlak veriyordu ki, tartışmanın ne olduğu bile anlaşılmaz hale geliyor, tanımlar üzerinde olmadık kavgalar çıkıyor, zaman zaman konudan bütünüyle uzaklaşılıyor, kavgalar tehditlere dönüşüyor, birbirlerini üst makamlara şikâyet etmekle tehdit ettikleri bile oluyordu. But on some days, they would go to work with great enthusiasm, start to write a flamboyant report, take endless notes, but soon there were such intricate arguments that it was not even clear what the argument was, fights broke out over definitions, from time to time it was completely off the subject. distanced themselves, fights turned into threats, and they even threatened to complain to the higher authorities. Sonra birden duruluveriyor, masanın çevresinde suspus oturuyor, gün ağarırken ortalıktan çekilen hayaletler gibi boş gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Then they would suddenly settle down, sit silently around the table, staring at each other with blank eyes like ghosts that vanished at dawn.

Tele+ekranda bir sessizlik oldu. There was silence on the tele+screen. Winston yine başını kaldırıp baktı. Winston looked up again. Haber bülteni mi okunacaktı yoksa! Would you read the newsletter? Ama hayır, müziği değiştiriyorlardı, o kadar. Afrika haritası beynine kazınmıştı. The map of Africa was etched into his brain. Haritada orduların ilerleyişi görülebiliyordu: dimdik güneye inen siyah bir ok ve siyah okun ucundan yatay olarak doğuya uzanan beyaz bir ok. The march of the armies could be seen on the map: a black arrow pointing straight to the south, and a white arrow extending horizontally east from the tip of the black arrow. Onay almak istercesine, posterdeki buz gibi yüze baktı. He stared at the icy face on the poster for confirmation. Acaba ikinci ok hiç olmayabilir miydi? Could the second arrow have never been?

Sonra yine kayıtsızlaştı. Then he became indifferent again. Cininden bir yudum daha alıp beyaz ata uzandı, ürkek bir hamle yaptı. Taking another sip of his gin, he reached for the white horse and made a timid move. Şah. Shah. Ama belli ki doğru hamle değildi, çünkü... But obviously it wasn't the right move, because...

Durup dururken aklına bir anısı düştü. Out of nowhere, a memory came to mind. Mum ışığında, geniş, beyaz bir örtü kaplı bir yatağın bulunduğu bir odadaydı, dokuz on yaşlarındaydı, yerde oturmuş, zar atıyor, kahkahalarla gülüyordu. He was in a candlelit room with a large white sheet-covered bed, about nine or ten years old, sitting on the floor playing dice and laughing out loud. Annesi de karşısında oturuyor, o da gülüyordu. His mother was sitting across from him, smiling too.

Annesi ortadan kaybolmadan bir ay önce olsa gerekti. It must have been a month before her mother disappeared. Açlığını bir an için unutup yatışmış, annesine olan sevgisi geçici de olsa yeniden canlanmıştı. For a moment his hunger had subsided and his love for his mother had been rekindled, albeit temporarily. O günü çok iyi anımsıyordu, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, camlardan sular süzülüyordu, içeride ölgün bir ışık vardı. He remembers that day very well, the rain was pouring down, water was pouring from the windows, there was a dim light inside. İki kardeş, karanlık, boğucu yatak odasında sıkıntıdan patlıyordu. The two brothers were exploding with boredom in the dark, stifling bedroom. Winston ağlayıp sızlanıyor, yemek diye tutturuyor, odanın içinde koşturup her şeyi yere atıyordu, duvarları öyle bir tekmeliyordu ki, komşular öbür tarafından duvara vuruyorlardı; küçük kardeşi ise durmadan ağlıyordu. Winston was crying and whining, snapping at it for food, running around the room throwing everything on the floor, kicking the walls so hard that the neighbors were banging on the wall from the other side; His younger brother was crying nonstop. Sonunda, annesi, "Uslu durursan sana bir oyuncak alacağım; çok güzel bir oyuncak, bayılacaksın," demişti; sonra da o yağmurda dışarı çıkmış, hâlâ açık olan, yakınlardaki küçük bir mağazaya gitmiş, içinde Yılanlar ve Merdivenler[[9]](https://www.lingq.com/en/learn/tr/web/editor?course=632427#_9_1) oyunu bulunan karton bir kutuyla dönmüştü. Finally, her mother said, "I'll buy you a toy if you behave yourself; it's a beautiful toy, you'll love it"; then he went out in the rain, went to a small shop nearby, which was still open, and inside it was Snakes and Ladders[[9]](https://www.lingq.com/en/learn/en/web/editor?course=632427 #_9_1) had returned with a cardboard box containing the game. Winston nemli kartonun kokusunu hâlâ anımsıyordu. Winston still remembered the smell of damp cardboard. Eski püskü bir şeydi. It was a shabby thing. Oyun tahtası delik deşikti, minik tahta zarlar o kadar kötü kesilmişti ki, tahtanın üstünde yamuk duruyordu. The game board was riddled with holes, and the tiny wooden dice were cut so badly that they lay crooked on the board. Winston suratını asmış, oralı olmamıştı. Winston scowled and was not present. Bunun üzerine annesi bir mum yakmış, birlikte yere oturup oynamaya başlamışlardı. Then his mother lit a candle, and they sat on the floor together and began to play. Çok geçmeden, oyun tahtasının üstündeki karelerde merdivenleri tırmanır, sonra yılanlardan aşağıya, başlangıç noktasına inerken, Winston çılgınlar gibi eğlenmeye, kahkahalar atmaya başlamıştı. Soon, as he climbed the stairs in the squares above the game board, and then descended the snakes to the starting point, Winston was laughing like crazy. Sekiz oyun oynamışlar, dördünü Winston, dördünü annesi kazanmıştı. They played eight games, four of which were won by Winston and four by his mother. Oyunu anlayamayacak kadar küçük olan kız kardeşi ise, bir mindere yaslanarak oturmuş, onlara bakarak kıkır kıkır gülmüştü. His sister, who was too young to understand the game, was sitting leaning against a cushion, giggling at them. Tıpkı küçüklüğündeki gibi, hep birlikte mutlu bir öğleden sonra yaşamışlardı. Just like when they were little, they had all had a happy afternoon together.

Winston bu sahneyi zihninden silip attı. Winston erased that scene from his mind. Yanlış bir anıydı. It was the wrong moment. Yanlış anılar zaman zaman başını ağrıtıyordu. False memories gave him a headache from time to time. İnsan onların aslında ne olduklarını bildiği sürece önemleri yoktu. They didn't matter as long as one knew what they really were. Bazı şeyler olmuştu, bazı şeyler olmamıştı. Some things happened, some things didn't. Yeniden satranç tahtasına yöneldi ve bir kez daha beyaz atı eline aldı. He headed back to the chessboard and once again took the white knight. At birden tak diye satranç tahtasının üstüne düştü. The horse suddenly crashed onto the chessboard. Winston iğne batırılmış gibi yerinden sıçradı. Winston jumped like a needle prick.

Tiz bir borazan sesi duyulmuştu. A shrill trumpet sound was heard. Haber bülteni geliyordu işte! The newsletter was coming! Zafer kazanılmıştı! Victory was won! Haberlerden ne zaman borazan çalınsa, zafer kazanılmış demekti. Every time the trumpet sounded on the news, it was a victory. Kahvede bir heyecan dalgası esti. A wave of excitement swept through the cafe. Garsonlar bile irkilip kulak kesilmişlerdi. Even the waiters were startled and deaf.

Borazan sesi kahvenin içinde çınlamıştı. The trumpet sound rang through the coffee. Tele-ekranda coşkulu bir ses hızlı hızlı anlatmaya başlamış, ama çok geçmeden dışarıdaki gösteriden gelen bağırtılar baskın çıkmıştı. An enthusiastic voice began to speak quickly on the telescreen, but the shouts from the outside show soon overcame. Haber sokaklarda yıldırım gibi yayılmıştı. The news spread like lightning through the streets. Winston'ın tele+ekrandan duyabildiği kadarı bile, öngörüsünün tümüyle gerçekleştiğini anlamasına yetmişti: Gizlice büyük bir donanma kurulmuş, düşmanın gerisine ani bir darbe indirilmiş, beyaz ok siyah oku yarıp geçmişti. As much as Winston could hear on the tele+screen, it was enough for him to realize that his prediction had come true: a large fleet had been secretly formed, a sudden blow had been struck in the rear of the enemy, and the white arrow had pierced the black arrow. Bağrışmaların arasından kesik kesik zafer haykırışları duyuluyordu: "Muhteşem stratejik manevra... Kusursuz eşgüdüm... Tam bir bozgun... Yarım milyon tutsak... Büyük bir moral çöküntüsü... Tüm Afrika'yı ele geçirdik... Savaşın sonunu getirin artık... Zafer... İnsanlık tarihinin en büyük zaferi... Zafer, zafer, zafer!" Interrupted cries of victory could be heard in the midst of the shouts: "Great strategic maneuver... Flawless coordination... A complete defeat... Half a million prisoners... A great morale collapse... We have captured all of Africa... End of the war." Bring it now... Victory... The greatest victory in human history... Victory, victory, victory!"

Winston'ın bacakları masanın altında zangır zangır titriyordu. Winston's legs were trembling under the table. Yerinden kalkmamıştı, ama zihninin içinde dışarıdaki kalabalığa karışmış, koşuyor, yeri göğü inleterek var gücüyle koşuyordu. He didn't get up, but in his mind he was running, running with all his might, mingling with the crowd outside. Başını kaldırıp yeniden Büyük Birader'in posterine baktı. He looked up again at the poster of Big Brother. Tüm dünyayı ezip geçen bir dev! A giant who crushed the whole world! Asyalı sürülerin çarpıp paramparça oldukları bir kaya! A rock that Asian herds slammed into pieces! Daha on dakika öncesine kadar –evet, yalnızca on dakika öncesine kadar– cepheden zafer haberi mi, yoksa bozgun haberi mi geleceği konusunda hâlâ ikircikli olduğunu düşündü. Up until ten minutes ago—yes, only ten minutes ago—he wondered whether news of victory from the front or news of defeat was still to come. Ah, Avrasya ordusunun yok olup gitmesinden çok öte bir olaydı bu! Ah, it was more than just the disappearance of the Eurasian army! Sevgi Bakanlığı'ndaki o ilk günden bu yana içinde büyük değişiklikler olmuştu, ama kesin, onsuz edilemez, sağaltıcı değişim şimdi gerçekleşmişti işte. There had been great changes in him since that first day in the Ministry of Love, but now the definitive, inescapable, therapeutic change had taken place.

Tele+ekrandan gelen ses hâlâ tutsaklardan, savaş ganimetlerinden, kıyımlardan söz edip duruyordu, ama dışarıdaki bağırtılar biraz azalmıştı. The voice on the tele+screen was still talking about the prisoners, the spoils of war, the massacres, but the shouting outside had subsided a bit. Garsonlar yeniden işlerinin başına dönüyorlardı. The waiters were returning to their work. İçlerinden biri elinde cin şişesiyle yanına geldi. One of them came to him with a gin bottle in his hand. Mutlu düşlere dalmış olan Winston, kadehinin dolduruluşuna aldırmadı bile. Indulged in blissful dreams, Winston didn't mind his glass being filled. Artık ne koşuyor ne de yeri göğü inletiyordu. He was no longer running or making the heavens and earth groan. Yeniden Sevgi Bakanlığı'ndaydı, her şey bağışlanmıştı, ruhu arınıp ak pak olmuştu. He was back in the Ministry of Love, all was forgiven, his soul was purified and pure. Halk mahkemesinin huzurundaydı, her şeyi itiraf ediyor, herkesi ele veriyordu. He was before the people's court, confessing everything, betraying everyone. Beyaz fayans döşeli koridorda, arkasında silahlı bir muhafız, gün ışığında yürür gibi yürüyordu. He walked along the white-tiled corridor, as if walking in broad daylight, with an armed guard behind him. Nicedir beklediği kurşun beynine saplanıyordu. The long-awaited bullet was lodged in his brain.

Başını kaldırıp o kocaman yüze baktı. He looked up at that huge face. O siyah bıyığın ardına gizlenen gülümseyişin anlamını kavraması kırk yılını almıştı. It had taken him forty years to grasp the meaning of the smile lurking behind that black mustache. Ah, o acımasız, boş aldanışlar! Ah, those cruel, empty delusions! Ah, o sevecen kucaktan dik kafalı, bile isteye kaçışlar! Ah, the stubborn, deliberate escapes from that loving embrace! Yanaklarından cin kokulu iki damla gözyaşı süzüldü. Two gin-scented tears rolled down her cheeks. Ama artık her şey yoluna girmişti, mücadele sona ermişti. But now everything was in order, the struggle was over. Sonunda kendine karşı zafere ulaşmıştı. He had finally triumphed over himself. Büyük Birader'i çok seviyordu. He loved Big Brother very much.