×

Vi använder kakor för att göra LingQ bättre. Genom att besöka sajten, godkänner du vår cookie-policy.

image

Book - 1984 - George Orwell, 2. Bölüm - I (b)

2. Bölüm - I (b)

Donup kaldığı için, insanın başını derde sokabilecek bu kâğıdı birkaç saniye kadar bellek deliğine atamadı. Gerçi bir şeye gereğinden fazla ilgi göstermenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu, ama yine de iyice emin olmak için, kâğıdı bellek deliğine atmadan önce bir kez daha okumadan edemedi.

Öğleye kadar güçbela çalışabildi. Bir sürü saçma sapan işe odaklanmak sorun değildi, en kötüsü yüreğindeki coşkuyu tele-ekrandan gizlemek zorunda olmasıydı. Midesi yanıyordu sanki. Sıcak, kalabalık ve gürültülü kantindeki öğle yemeği tam bir işkenceye dönüştü. Yemek saatinde hiç değilse bir süre başını dinlemeyi umuyordu, ama ne gezer, kuş beyinli Parsons gelip yanına oturmasın mı; ter kokusunun türlünün berbat kokusunu bile bastırması yetmiyormuş gibi, Nefret Haftası hazırlıklarını anlata anlata bitiremiyor, susmak bilmiyordu. Özellikle Büyük Birader'in başının iki metre genişliğindeki kartonpiyerden modeli konusunda çok heyecanlıydı; model, Nefret Haftası için Büyük Birader'in kızının Casuslar'daki birliği tarafından yapılmıştı. Hele, onca şamata arasında Parsons'ın güçlükle duyabildiği o sersemce sözlerini ikide bir yinelemesini istemek zorunda kalmak Winston'ı illet ediyordu. Bir ara gözüne genç kız ilişti; kantinin öbür ucundaki bir masada iki kızla birlikte oturuyordu. Onu görmemiş gibiydi, Winston da bir daha o tarafa bakmadı.

Öğleden sonra biraz daha katlandırdı. Öğle yemeğinden hemen sonra, önüne, birkaç saatini alacak ve her şeyi bir yana bırakmasını gerektirecek kadar incelikli ve güç bir iş geldi. İç Parti'nin şimdilerde kuşku altında olan, önde gelen bir üyesini gözden düşürmek için, iki yıl öncesine ilişkin üretim raporlarının çarpıtılması gerekiyordu. Winston'ın iyi kıvırdığı işlerden biriydi bu, o yüzden kızı kafasından silerek iki saatten fazla bir zaman çalıştı. Ne ki, iş biter bitmez kız yeniden aklına düştü ve yalnız kalmak için dayanılmaz bir istek duydu. Bu yeni gelişmeyi iyice düşünebilmek için yalnız kalması gerekiyordu. Oysa bu gece Dernek Merkezi'nde olmak zorundaydı. Kantindeki tatsız tuzsuz yemeği çalakaşık mideye indirdikten sonra kendini Merkeze atıp bir "tartışma grubu"nun insanın yüreğini daraltan saçma sapan konuşmalarına katıldı, bir süre masa tenisi oynadı, birkaç kadeh cin yuvarladı ve yarım saat "İngsos'un satrançla ilişkisi" konulu bir konferansı dinledi. Ruhu daralmasına karşın, bu akşam belki de ilk kez Merkez'den kaçıp gitmek gelmiyordu içinden. Seni seviyorum sözünü görünce, yüreğinde hayatta kalmak için müthiş bir istek uyanmış, birden gereksiz tehlikelere atılmayı aptalca bulmaya başlamıştı. Eve dönüp yatağa yattıktan sonra düşünceye daldığında gecenin on biriydi; karanlıkta sesini çıkarmadan uzandığında tele-ekrana yakalanması bile olanaksızdı.

Kızla bağlantıya geçip randevulaşmak gibi çözülmesi gereken ciddi bir sorun vardı. Artık kızın kendisine tuzak kuruyor olabileceği aklının ucundan bile geçmiyordu. Öyle olmadığından en küçük bir kuşkusu yoktu, çünkü pusulayı eline tutuştururken kızın nasıl aşka geldiğini gözleriyle görmüştü. Üstelik aklının başından gittiği de apaçık ortadaydı. Kızın kendisine yaklaşmak için gösterdiği çabayı geri çevirmeyi düşünmüyordu elbette. Gerçi daha beş gece önce aklından kızın kafasını kaldırım taşıyla ezmek geçmişti, ama artık bunun hiç önemi kalmamıştı. Onu, rüyasında gördüğü gibi, çırılçıplak düşündü, gözlerinin önüne genç kızın taze bedenini getirdi. Oysa onun da öteki salaklardan bir farkı olmadığını, kafası yalan ve nefretle dolu, o soğuk ve donuk kızlardan olduğunu sanmıştı. Bir an onu kaybedebileceği, o sütbeyaz gencecik bedenin elinin altından kayıp gidebileceği düşüncesiyle sarsıldı! En çok da, onunla hemen bağlantıya geçmezse kızın bu işin arkasını bırakacağından korkuyordu. Ama kızla buluşmanın zorluğu gözünü yıldırıyordu. Satrançta mat olmuşken hamle yapmaya çalışmak gibi bir şeydi. İnsan ne yana dönse karşısına tele-ekran çıkıyordu. Aslında, kızın notunu ilk okuduğunda, onunla bağlantı kurabilmenin tüm yollarını beş dakika içinde aklından geçirivermişti; ama artık, uzun uzun düşünebilir, tüm aletlerini masanın üstüne dizercesine hepsini bir bir gözden geçirebilirdi.

Bu sabahkine benzer bir karşılaşmanın yinelenemeyeceği çok açıktı. Kız Arşiv Dairesi'nde çalışıyor olsaydı işler bir ölçüde kolaylaşabilirdi, ama Winston Kurmaca Dairesi'nin binanın neresinde olduğunu bilmediği gibi, oraya gitmek için bir bahane de bulamıyordu. Kızın nerede oturduğunu ve işten kaçta çıktığını bilseydi, onunla eve dönerken buluşmanın bir yolunu bulabilirdi; ama onu izlemeye kalkışmak hiç de güvenli değildi, Bakanlığın önünde dolanıp durması gerekeceğinden ister istemez dikkatleri üzerine çekecekti. Mektup göndermek ise söz konusu bile olamazdı. Mektupların açıldığını bilmeyen kalmamıştı. Kaldı ki, pek mektup yazan da yoktu artık. Bir haber iletmeniz gerekiyorsa, uzun bir mesaj listesi içeren kartpostallar vardı, gerekmeyen mesajların üstünü çiziyordunuz. Hem, kızın adresi şöyle dursun, daha adını bile bilmiyordu. Sonunda en güvenli yerin kantin olduğuna karar verdi. Eğer kızı kantinin ortalarında, tele-ekranlara pek yakın olmayan bir masada tek başına otururken yakalayabilirse, ortalık da çene çalanların gürültüsünden geçilmiyorsa ve tüm bu koşullar hiç değilse otuz saniye sürerse, onunla iki çift laf edebilmek mümkün olabilirdi.

Bütün bir hafta kâbus gibi geçti. Ertesi gün, tam zil çalmış, Winston yemekten kalkıyordu ki, kız kantinden içeri girdi. Belki de daha sonraki bir vardiyaya aktarılmıştı. Birbirlerine bakmadan geçip gittiler. Kız bir sonraki gün kantine tam vaktinde geldi, ama yanında üç kız daha vardı ve bir tele-ekranın tam altına oturdular. Sonra, kızın ortalıkta görünmediği üç gün Winston'a kâbus gibi geldi. Beyni ve bedeni amansız bir duyarlılık, bir tür saydamlık kazanmıştı sanki; öyle ki, her hareket, her ses, her ilişki, söylemek ya da duymak zorunda kaldığı her söz yüreğini dağlıyordu. Uykusunda bile onu görür gibi oluyordu. O üç gün boyunca günceye elini bile sürmedi. Bir tek çalışırken rahatlıyor, on dakikalığına da olsa kendini unutabiliyordu. Kıza ne olduğu konusunda en küçük bir bilgisi yoktu. Sorup soruşturması da mümkün değildi. Kim bilir, belki buharlaştırılmıştı, belki intihar etmişti, belki de Okyanusya'nın öbür ucuna gönderilmişti; en kötüsü ve en güçlü olasılık ise, fikir değiştirmiş ve ondan uzak durmaya karar vermiş olabileceğiydi.

Ertesi gün kız yeniden göründü. Kolu askıdan çıkmıştı, bileği plasterle sarılıydı. Kızı görünce nerdeyse kendinden geçen Winston bir süre gözünü alamadı ondan. Bir sonraki gün ise kızla handiyse konuşacaktı. Kantine girdiğinde, kız duvardan uzakta bir masada yalnız başına oturuyordu. Henüz erken olduğu için kantin pek kalabalık değildi. Kuyruk ağır ağır ilerlemiş, sıra nerdeyse Winston'a gelmişti ki, iki dakikalık bir duraklama oldu; önlerdeki bir adam sakarin tabletini alamadığından yakınıyordu. Winston tepsisini alıp da onun masasına doğru yürümeye başladığında, kız hâlâ yalnız başına oturuyordu. Winston, kızın arkasında boş bir masa aranıyormuş gibi yaparak ilgisizce ilerledi. Aralarında üç metre kalmış kalmamıştı. İki üç saniye sonra yanı başında olacaktı ki, arkasından biri, "Smith!" diye sesleniverdi. Duymamış gibi yaptıysa da adam bu kez sesini yükselterek, "Smith!" diye bağırdı. Çaresi yoktu. Arkasına döndü. Doğru dürüst tanımadığı, sarı saçlı, salak bakışlı, Wilsher adında genç bir adam sırıtarak onu masasına davet ediyordu. Geri çevirmek tehlikeli olabilirdi. Artık tanınmıştı bir kez, gidip yalnız bir kızın masasına oturamazdı. Herkesin içinde olmazdı. Dostça gülümseyerek Wilsher'ın masasına oturdu. Wilsher ahmak ahmak sırıtarak bakıyordu. Winston, suratının ortasına kazmayı indirsem ne güzel olur, diye geçirdi içinden. Biraz sonra kızın oturduğu masa dolmuştu bile.

Ama kız, Winston'ın kendisine doğru gelmekte olduğunu görmüş, dahası meramını anlamış olsa gerekti. Ertesi gün erkenden kantindeydi Winston. Kız da, tabii ki, aynı yerdeki masalardan birinde, yine yalnız başına oturmaktaydı. Kuyrukta, Winston'ın hemen önünde ufak tefek, yassı suratlı, pire gibi bir adam duruyor, minik gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu. Winston, tam elinde tepsisiyle tezgâhtan ayrılıyordu ki, adamın doğruca kızın masasına yöneldiğini gördü ve yeniden umutsuzluğa kapıldı. Aslında daha ilerideki bir masada da boş yer vardı, adamın halinden rahatına düşkün biri olduğu ve en boş masayı seçeceği anlaşılıyordu. Winston yüreğine taş basarak adamın ardına takıldı. Kızı yalnız yakalamadıkça masasına oturmanın bir anlamı olmayacaktı. İşte tam o sırada büyük bir şangırtı koptu. Ufak tefek adam yüzükoyun yere kapaklanmış, tepsi elinden fırlayıp yeri boylamış, çorba da, kahve de yerlere dökülmüştü. Winston'a öfkeyle bakarak ayağa kalktı, belli ki kendisine çelme taktığından kuşkulanmıştı. Ama sorun çözülmüştü işte. Winston biraz sonra kızın masasına oturmuştu bile; yüreği yerinden fırlayacak gibiydi.

Kıza bakmadan tepsisindekileri masaya boşalttı ve hemen yemeye başladı. Kimse gelmeden hemen konuşması gerekiyordu, ama müthiş bir korkuya kapılmıştı. Kızın kendisine yakınlık gösterdiği günün üzerinden bir hafta geçmişti. Belki de fikir değiştirmişti, belki değil, mutlaka değiştirmişti fikrini! Böylesi bir serüvenin bir yere varması olanaksızdı; gerçek yaşamda böyle şeyler olmuyordu. Tam o sırada, kulakları kıllı şair Ampleforth' un, elinde tepsisi, oturacak bir yer arandığını görmeseydi, belki de konuşmaya hiç cesaret edemeyecekti. Ampleforth her nedense Winston'a yakınlık duyan biriydi, onu görür görmez masasına damlayacağı kesindi. Bir an önce harekete geçmek gerekiyordu. İkisi de hızlı hızlı atıştırıyordu. Sözüm ona etli kuru fasulyeydi yedikleri, oysa çorbadan farksızdı, kuru fasulye çorbası gibi bir şey. Winston mırıldanırcasına konuşmaya başladı. İkisi de başını kaldırmadan önündeki sulu yemeği kaşıklıyor, iki lokma arasında birbirine alçak sesle kuru kuruya en gerekli sözleri söylemekle yetiniyordu.

"Kaçta çıkıyorsun işten?"

"Altı buçukta."

"Nerede buluşabiliriz?"

"Zafer Meydanı'nda, anıtın orada."

"Orada bir sürü tele-ekran var."

"Kalabalıksa fark etmez."

"Bir işaret verecek misin?"

"Hayır. Kalabalığın ortasında değilsem gelme yanıma. Sakın bana bakma. Yakınımda bir yerde dur, yeter."

"Kaçta?"

"Yedide."

"Tamam."

Learn languages from TV shows, movies, news, articles and more! Try LingQ for FREE

2. Bölüm - I (b) Part 2 - I (b)

Donup kaldığı için, insanın başını derde sokabilecek bu kâğıdı birkaç saniye kadar bellek deliğine atamadı. Because he was frozen, he couldn't put this piece of paper, which could get you into trouble, into the memory hole for a few seconds. Gerçi bir şeye gereğinden fazla ilgi göstermenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu, ama yine de iyice emin olmak için, kâğıdı bellek deliğine atmadan önce bir kez daha okumadan edemedi. True, he knew how dangerous it was to pay too much attention to something, but he still couldn't help but read it again, just to be sure, before tossing the paper into the memory hole.

Öğleye kadar güçbela çalışabildi. He could barely work until noon. Bir sürü saçma sapan işe odaklanmak sorun değildi, en kötüsü yüreğindeki coşkuyu tele-ekrandan gizlemek zorunda olmasıydı. It was okay to focus on a bunch of nonsense, the worst part was that he had to hide the enthusiasm in his heart from the telescreen. Midesi yanıyordu sanki. It was like his stomach was on fire. Sıcak, kalabalık ve gürültülü kantindeki öğle yemeği tam bir işkenceye dönüştü. Lunch in the hot, crowded and noisy canteen turned into pure torture. Yemek saatinde hiç değilse bir süre başını dinlemeyi umuyordu, ama ne gezer, kuş beyinli Parsons gelip yanına oturmasın mı; ter kokusunun türlünün berbat kokusunu bile bastırması yetmiyormuş gibi, Nefret Haftası hazırlıklarını anlata anlata bitiremiyor, susmak bilmiyordu. He hoped to rest his head at least for a little while at mealtime, but why wouldn't the idiot Parsons come and sit next to him? As if the smell of sweat wasn't enough to suppress even the nasty smell of the kind, he couldn't finish his preparations for the Week of Hate, and he couldn't keep quiet. Özellikle Büyük Birader'in başının iki metre genişliğindeki kartonpiyerden modeli konusunda çok heyecanlıydı; model, Nefret Haftası için Büyük Birader'in kızının Casuslar'daki birliği tarafından yapılmıştı. |||||||Stuckaturmodell||||||||||||Spione||| He was particularly excited about the two-metre-wide papier-mâché model of Big Brother's head; The model was made by Big Brother's daughter's unit at the Spies for Hate Week. Hele, onca şamata arasında Parsons'ın güçlükle duyabildiği o sersemce sözlerini ikide bir yinelemesini istemek zorunda kalmak Winston'ı illet ediyordu. |||||||||||||||||verrückt| Especially in all the uproar Winston had to ask him to repeat those silly words that Parsons could barely hear, which he could barely hear. Bir ara gözüne genç kız ilişti; kantinin öbür ucundaki bir masada iki kızla birlikte oturuyordu. For a while, a young girl caught his eye; He was sitting with two girls at a table at the other end of the canteen. Onu görmemiş gibiydi, Winston da bir daha o tarafa bakmadı. He didn't seem to see her, and Winston never looked that way again.

Öğleden sonra biraz daha katlandırdı. He folded it a little more in the afternoon. Öğle yemeğinden hemen sonra, önüne, birkaç saatini alacak ve her şeyi bir yana bırakmasını gerektirecek kadar incelikli ve güç bir iş geldi. Shortly after lunch, he faced a task so subtle and difficult that it would take him a few hours to put everything aside. İç Parti'nin şimdilerde kuşku altında olan, önde gelen bir üyesini gözden düşürmek için, iki yıl öncesine ilişkin üretim raporlarının çarpıtılması gerekiyordu. |||||||||||||||||||Verfälschung| Production reports from two years ago had to be falsified to discredit a now-suspected prominent member of the Inner Party. Winston'ın iyi kıvırdığı işlerden biriydi bu, o yüzden kızı kafasından silerek iki saatten fazla bir zaman çalıştı. ||die er gut machte|||||||||||||| It was one of Winston's well-done jobs, so he worked for over two hours, wiping the girl from his head. Ne ki, iş biter bitmez kız yeniden aklına düştü ve yalnız kalmak için dayanılmaz bir istek duydu. However, as soon as the work was done, the girl thought again, and she felt an irresistible desire to be alone. Bu yeni gelişmeyi iyice düşünebilmek için yalnız kalması gerekiyordu. He needed to be alone to reflect on this new development. Oysa bu gece Dernek Merkezi'nde olmak zorundaydı. However, he had to be at the Association Headquarters tonight. Kantindeki tatsız tuzsuz yemeği çalakaşık mideye indirdikten sonra kendini Merkeze atıp bir "tartışma grubu"nun insanın yüreğini daraltan saçma sapan konuşmalarına katıldı, bir süre masa tenisi oynadı, birkaç kadeh cin yuvarladı ve yarım saat "İngsos'un satrançla ilişkisi" konulu bir konferansı dinledi. After gulping down the tasteless unsalted meal in the canteen, he threw himself into the Center, participated in the heartbreaking nonsense of a "discussion group", played table tennis for a while, drank a few glasses of gin, and listened to a lecture on "Ingsos' relationship with chess" for half an hour. Ruhu daralmasına karşın, bu akşam belki de ilk kez Merkez'den kaçıp gitmek gelmiyordu içinden. Although his spirit was constricted, he didn't feel like running away from the Center tonight, perhaps for the first time. Seni seviyorum sözünü görünce, yüreğinde hayatta kalmak için müthiş bir istek uyanmış, birden gereksiz tehlikelere atılmayı aptalca bulmaya başlamıştı. Seeing the words I love you, a great desire to survive arose in his heart, and suddenly he thought it silly to take unnecessary risks. Eve dönüp yatağa yattıktan sonra düşünceye daldığında gecenin on biriydi; karanlıkta sesini çıkarmadan uzandığında tele-ekrana yakalanması bile olanaksızdı. It was eleven o'clock in the night when he went home and went to bed and fell into thought; it was impossible to even get caught by the telescreen when he lay silently in the dark.

Kızla bağlantıya geçip randevulaşmak gibi çözülmesi gereken ciddi bir sorun vardı. |||||||||Problem| There was a serious issue that needed to be resolved, such as contacting the girl and making a date. Artık kızın kendisine tuzak kuruyor olabileceği aklının ucundan bile geçmiyordu. It didn't even cross his mind that she might be setting a trap for him now. Öyle olmadığından en küçük bir kuşkusu yoktu, çünkü pusulayı eline tutuştururken kızın nasıl aşka geldiğini gözleriyle görmüştü. ||||||||den Kompass|||||||| He had not the slightest doubt that it was not, for as he held the compass in his hand he had seen with his own eyes how she had fallen in love. Üstelik aklının başından gittiği de apaçık ortadaydı. And it was clear that he was out of his mind. Kızın kendisine yaklaşmak için gösterdiği çabayı geri çevirmeyi düşünmüyordu elbette. Of course, he wasn't thinking of turning down the girl's effort to get closer to him. Gerçi daha beş gece önce aklından kızın kafasını kaldırım taşıyla ezmek geçmişti, ama artık bunun hiç önemi kalmamıştı. Five nights ago, though, he had thought of smashing her head with a cobblestone, but that didn't matter anymore. Onu, rüyasında gördüğü gibi, çırılçıplak düşündü, gözlerinin önüne genç kızın taze bedenini getirdi. He thought of her naked, as he had dreamed, and brought before his eyes the fresh body of the young girl. Oysa onun da öteki salaklardan bir farkı olmadığını, kafası yalan ve nefretle dolu, o soğuk ve donuk kızlardan olduğunu sanmıştı. However, she had thought that she was no different from other idiots, that she was one of those cold and dull girls whose head was full of lies and hatred. Bir an onu kaybedebileceği, o sütbeyaz gencecik bedenin elinin altından kayıp gidebileceği düşüncesiyle sarsıldı! For a moment he was shaken by the thought that he might lose her, that young milky-white body might slip out of his grasp! En çok da, onunla hemen bağlantıya geçmezse kızın bu işin arkasını bırakacağından korkuyordu. Most of all, he feared that if she didn't get in touch with him immediately, she would leave it behind. Ama kızla buluşmanın zorluğu gözünü yıldırıyordu. But the difficulty of meeting the girl intimidated him. Satrançta mat olmuşken hamle yapmaya çalışmak gibi bir şeydi. |||Zug||||| It was like trying to make a move in chess when you were checkmate. İnsan ne yana dönse karşısına tele-ekran çıkıyordu. Wherever the person turned, the tele-screen was in front of him. Aslında, kızın notunu ilk okuduğunda, onunla bağlantı kurabilmenin tüm yollarını beş dakika içinde aklından geçirivermişti; ama artık, uzun uzun düşünebilir, tüm aletlerini masanın üstüne dizercesine hepsini bir bir gözden geçirebilirdi. In fact, when he first read the girl's note, he had thought of all the ways he could connect with her within five minutes; but now he could think long and hard and go over them one by one as if he were putting all his tools on the table.

Bu sabahkine benzer bir karşılaşmanın yinelenemeyeceği çok açıktı. It was clear that an encounter like this morning's could not be repeated. Kız Arşiv Dairesi'nde çalışıyor olsaydı işler bir ölçüde kolaylaşabilirdi, ama Winston Kurmaca Dairesi'nin binanın neresinde olduğunu bilmediği gibi, oraya gitmek için bir bahane de bulamıyordu. Things might have gotten a little easier if she had worked for the Archives, but Winston didn't know where the Fiction Department was in the building, and couldn't find an excuse to go there. Kızın nerede oturduğunu ve işten kaçta çıktığını bilseydi, onunla eve dönerken buluşmanın bir yolunu bulabilirdi; ama onu izlemeye kalkışmak hiç de güvenli değildi, Bakanlığın önünde dolanıp durması gerekeceğinden ister istemez dikkatleri üzerine çekecekti. Had he known where she lived and what time she left work, he might have found a way to meet her on the way home; but it wasn't safe at all to attempt to follow him, and he would inevitably draw attention to himself as he would have to wander around in front of the Ministry. Mektup göndermek ise söz konusu bile olamazdı. Sending a letter was out of the question. Mektupların açıldığını bilmeyen kalmamıştı. Nobody knew that the letters had been opened. Kaldı ki, pek mektup yazan da yoktu artık. Besides, there weren't many people who wrote letters anymore. Bir haber iletmeniz gerekiyorsa, uzun bir mesaj listesi içeren kartpostallar vardı, gerekmeyen mesajların üstünü çiziyordunuz. If you needed to deliver a message, there were postcards with a long list of messages, crossing out messages that weren't needed. Hem, kızın adresi şöyle dursun, daha adını bile bilmiyordu. Besides, he didn't even know her name, let alone her address. Sonunda en güvenli yerin kantin olduğuna karar verdi. In the end, he decided the canteen was the safest place. Eğer kızı kantinin ortalarında, tele-ekranlara pek yakın olmayan bir masada tek başına otururken yakalayabilirse, ortalık da çene çalanların gürültüsünden geçilmiyorsa ve tüm bu koşullar hiç değilse otuz saniye sürerse, onunla iki çift laf edebilmek mümkün olabilirdi. If he could catch her sitting alone at a table in the middle of the canteen, not far from the tele-screens, with the noise of chatter and all these conditions for at least thirty seconds, it would be possible to have a few words with him.

Bütün bir hafta kâbus gibi geçti. |||Albtraum|| The whole week passed like a nightmare. Ertesi gün, tam zil çalmış, Winston yemekten kalkıyordu ki, kız kantinden içeri girdi. The next day, just as the bell rang, Winston was getting up from dinner when the girl entered the canteen. Belki de daha sonraki bir vardiyaya aktarılmıştı. Perhaps it was transferred to a later shift. Birbirlerine bakmadan geçip gittiler. They passed without looking at each other. Kız bir sonraki gün kantine tam vaktinde geldi, ama yanında üç kız daha vardı ve bir tele-ekranın tam altına oturdular. The next day she arrived just in time for the canteen, but there were three other girls with her and they sat right under a telescreen. Sonra, kızın ortalıkta görünmediği üç gün Winston'a kâbus gibi geldi. Then three days when the girl was not seen seemed like a nightmare to Winston. Beyni ve bedeni amansız bir duyarlılık, bir tür saydamlık kazanmıştı sanki; öyle ki, her hareket, her ses, her ilişki, söylemek ya da duymak zorunda kaldığı her söz yüreğini dağlıyordu. ||||||||Transparenz||||||||||Beziehung|||||||||| It was as if his mind and body had acquired an implacable sensitivity, a kind of transparency; So much so that every movement, every sound, every relationship, every word he had to say or hear was breaking his heart. Uykusunda bile onu görür gibi oluyordu. Even in his sleep he seemed to see her. O üç gün boyunca günceye elini bile sürmedi. He didn't even touch the diary for three days. Bir tek çalışırken rahatlıyor, on dakikalığına da olsa kendini unutabiliyordu. He could relax while working alone, forgetting himself even for ten minutes. Kıza ne olduğu konusunda en küçük bir bilgisi yoktu. He had no idea what had happened to the girl. Sorup soruşturması da mümkün değildi. It was not possible to inquire. Kim bilir, belki buharlaştırılmıştı, belki intihar etmişti, belki de Okyanusya'nın öbür ucuna gönderilmişti; en kötüsü ve en güçlü olasılık ise, fikir değiştirmiş ve ondan uzak durmaya karar vermiş olabileceğiydi. Who knows, maybe he was evaporated, maybe he committed suicide, maybe he was sent across Oceania; The worst and strongest possibility was that she might have changed her mind and decided to stay away from him.

Ertesi gün kız yeniden göründü. The next day the girl reappeared. Kolu askıdan çıkmıştı, bileği plasterle sarılıydı. His arm was out of the sling, his wrist was wrapped in plaster. Kızı görünce nerdeyse kendinden geçen Winston bir süre gözünü alamadı ondan. Winston, who almost passed out at the sight of her, could not take his eyes off her for a while. Bir sonraki gün ise kızla handiyse konuşacaktı. The next day, he would almost talk to the girl. Kantine girdiğinde, kız duvardan uzakta bir masada yalnız başına oturuyordu. When he entered the canteen, the girl was sitting alone at a table away from the wall. Henüz erken olduğu için kantin pek kalabalık değildi. Since it was early, the canteen was not very crowded. Kuyruk ağır ağır ilerlemiş, sıra nerdeyse Winston'a gelmişti ki, iki dakikalık bir duraklama oldu; önlerdeki bir adam sakarin tabletini alamadığından yakınıyordu. |||||||||||||||||Sakarin-Tablette|||beschwerte sich The queue advanced slowly, and it was almost Winston's turn when there was a pause of two minutes; A man in front was complaining that he couldn't take the saccharin tablet. Winston tepsisini alıp da onun masasına doğru yürümeye başladığında, kız hâlâ yalnız başına oturuyordu. She was still sitting alone when Winston picked up her tray and started walking towards his desk. Winston, kızın arkasında boş bir masa aranıyormuş gibi yaparak ilgisizce ilerledi. Winston moved indifferently behind her, pretending to search for an empty table. Aralarında üç metre kalmış kalmamıştı. There was no longer three meters between them. İki üç saniye sonra yanı başında olacaktı ki, arkasından biri, "Smith!" In two or three seconds he would be by his side when someone behind him shouted, "Smith!" diye sesleniverdi. he called. Duymamış gibi yaptıysa da adam bu kez sesini yükselterek, "Smith!" He pretended not to hear, but this time the man raised his voice, "Smith!" diye bağırdı. yell. Çaresi yoktu. He had no choice. Arkasına döndü. He turned back. Doğru dürüst tanımadığı, sarı saçlı, salak bakışlı, Wilsher adında genç bir adam sırıtarak onu masasına davet ediyordu. A young man he didn't really know, a blond-haired, stupid-eyed young man named Wilsher, was inviting him over to his table, grinning. Geri çevirmek tehlikeli olabilirdi. Turning it down would be dangerous. Artık tanınmıştı bir kez, gidip yalnız bir kızın masasına oturamazdı. Now that he was recognized, he couldn't go and sit at a lonely girl's table. Herkesin içinde olmazdı. It wouldn't be for everyone. Dostça gülümseyerek Wilsher'ın masasına oturdu. With a friendly smile, he sat down at Wilsher's table. Wilsher ahmak ahmak sırıtarak bakıyordu. Wilsher was staring at him with a stupid grin. Winston, suratının ortasına kazmayı indirsem ne güzel olur, diye geçirdi içinden. It would be nice, Winston thought to himself, if I put the pickaxe in his face. Biraz sonra kızın oturduğu masa dolmuştu bile. After a while, the table where the girl was sitting was already full.

Ama kız, Winston'ın kendisine doğru gelmekte olduğunu görmüş, dahası meramını anlamış olsa gerekti. But the girl must have seen Winston coming towards her, and moreover, she must have understood her point. Ertesi gün erkenden kantindeydi Winston. Winston was in the canteen early the next day. Kız da, tabii ki, aynı yerdeki masalardan birinde, yine yalnız başına oturmaktaydı. The girl, of course, was sitting alone again at one of the tables in the same place. Kuyrukta, Winston'ın hemen önünde ufak tefek, yassı suratlı, pire gibi bir adam duruyor, minik gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu. ||||||flach||wie ein Floh||||||||| In the queue, just in front of Winston, stood a small, flat-faced, flea-like man, prowling around with his tiny eyes. Winston, tam elinde tepsisiyle tezgâhtan ayrılıyordu ki, adamın doğruca kızın masasına yöneldiğini gördü ve yeniden umutsuzluğa kapıldı. Winston was leaving the counter with the tray in his hand when he saw the man head straight for her desk and despaired again. Aslında daha ilerideki bir masada da boş yer vardı, adamın halinden rahatına düşkün biri olduğu ve en boş masayı seçeceği anlaşılıyordu. In fact, there was room at a further table as well, as the man was obviously self-indulgent and would choose the vacant table. Winston yüreğine taş basarak adamın ardına takıldı. Winston followed the man with a stone to his heart. Kızı yalnız yakalamadıkça masasına oturmanın bir anlamı olmayacaktı. There was no point in sitting at his desk unless he caught her alone. İşte tam o sırada büyük bir şangırtı koptu. ||||||Krach| That's when a big bang broke out. Ufak tefek adam yüzükoyun yere kapaklanmış, tepsi elinden fırlayıp yeri boylamış, çorba da, kahve de yerlere dökülmüştü. The little man had fallen facedown on the floor, the tray had fallen out of his hand, and the soup and coffee had spilled onto the floor. Winston'a öfkeyle bakarak ayağa kalktı, belli ki kendisine çelme taktığından kuşkulanmıştı. He stood up, glaring angrily at Winston, apparently suspecting that he had tripped him. Ama sorun çözülmüştü işte. But the problem was solved. Winston biraz sonra kızın masasına oturmuştu bile; yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. A moment later Winston was already seated at her table; His heart felt like it was going to explode.

Kıza bakmadan tepsisindekileri masaya boşalttı ve hemen yemeye başladı. Without looking at the girl, he emptied his tray on the table and immediately began to eat. Kimse gelmeden hemen konuşması gerekiyordu, ama müthiş bir korkuya kapılmıştı. He had to speak immediately before anyone came, but he was terribly frightened. Kızın kendisine yakınlık gösterdiği günün üzerinden bir hafta geçmişti. It had been a week since the day the girl showed affection towards him. Belki de fikir değiştirmişti, belki değil, mutlaka değiştirmişti fikrini! Maybe he had changed his mind, maybe not, he had definitely changed his mind! Böylesi bir serüvenin bir yere varması olanaksızdı; gerçek yaşamda böyle şeyler olmuyordu. ||Abenteuer||||||||| Such an adventure was unlikely to lead anywhere; Such things did not happen in real life. Tam o sırada, kulakları kıllı şair Ampleforth' un, elinde tepsisi, oturacak bir yer arandığını görmeseydi, belki de konuşmaya hiç cesaret edemeyecekti. If he had not seen at that moment the hairy-eared poet Ampleforth, with his tray in hand, looking for a place to sit, perhaps he would not have dared to speak at all. Ampleforth her nedense Winston'a yakınlık duyan biriydi, onu görür görmez masasına damlayacağı kesindi. Ampleforth was somehow sympathetic to Winston, and he was sure to drop on his desk as soon as he saw her. Bir an önce harekete geçmek gerekiyordu. It was necessary to act immediately. İkisi de hızlı hızlı atıştırıyordu. They were both fast-paced. Sözüm ona etli kuru fasulyeydi yedikleri, oysa çorbadan farksızdı, kuru fasulye çorbası gibi bir şey. They ate, so to speak, dried beans with meat, but it was no different from soup, something like dried bean soup. Winston mırıldanırcasına konuşmaya başladı. Winston began to mutter. İkisi de başını kaldırmadan önündeki sulu yemeği kaşıklıyor, iki lokma arasında birbirine alçak sesle kuru kuruya en gerekli sözleri söylemekle yetiniyordu. Both of them were spooning the juicy food in front of them without raising their heads, and they were content to say the most necessary words to each other in a low voice and dryly between two bites.

"Kaçta çıkıyorsun işten?"

"Altı buçukta." "Half past six."

"Nerede buluşabiliriz?" "Where can we meet?"

"Zafer Meydanı'nda, anıtın orada." ||das Denkmal| "On Victory Square, by the monument."

"Orada bir sürü tele-ekran var." "There's a lot of tele-screens out there."

"Kalabalıksa fark etmez." "It doesn't matter if it's crowded."

"Bir işaret verecek misin?" "Will you give a sign?"

"Hayır. Kalabalığın ortasında değilsem gelme yanıma. If I'm not in the middle of the crowd, don't come near me. Sakın bana bakma. Don't look at me. Yakınımda bir yerde dur, yeter." Just stay close to me."

"Kaçta?" "What time?"

"Yedide." "At seven."

"Tamam." "OK."